Dolar (USD)
34.63
Euro (EUR)
36.60
Gram Altın
2935.35
BIST 100
9639.77
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Mümtehine suresi kaç ayettir?

Mümtehine suresi kaç ayettir? Mümtehine suresi okunuşu ve anlamı nasıldır? Mümtehine suresinin tefsiri nasıldır? Mümtehine suresi Arapça ve Türkçe okunuşu nasıldır? Son mukaddes kitap Kuranın 60. suresi olan Mümtehine suresine dair detaylı bilgiler haberimizde...
Mümtehine suresi kaç ayettir?
08 Ocak 2020 11:16:00
Mümtehine suresi kaç ayettir? Mümtehine suresi okunuşu ve anlamı nasıldır? Mümtehine suresinin tefsiri nasıldır? Mümtehine suresi Arapça ve Türkçe okunuşu nasıldır? Son mukaddes kitap Kuranın 60. suresi olan Mümtehine suresine dair detaylı bilgiler haberimizde...

Mümtehine suresi Kur'an'nın 60. suresidir. Mümtehine suresi Medine'de nazil olmuştur. 13 ayettir. Sûred e; müşriklerle dostlukta bulunmanın yasak olduğu ve mü’mine olduklarını iddiâ edip hicrette bulunan kadınların imtihâna tâbi tutulmalarının gerektiği bildirilmektedir. Mümtehine suresi kaç ayettir? Mümtehine suresi okunuşu ve anlamı nasıldır? Mümtehine suresinin tefsiri nasıldır? Mümtehine suresi Arapça ve Türkçe okunuşu nasıldır? Son mukaddes kitap Kuranın 60. suresi olan Mümtehine suresine dair detaylı bilgiler haberimizde...

Kim Mümtehine sûresini okursa, kadın-erkek bütün mü’minler ona kıyâmet günü şefâat eder. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

Kısaca Konusu : Allah’a ve müminlere düşmanlığını açıkça ortaya koyan ve bu tavırlarını eyleme dönüştürmüş olanlarla dostluk kurulamayacağı, aralarında bazı duygusal bağlar bulunsa bile müslümanların onlarla ilişkilerinde çok dikkatli olmaları gerektiği, ancak müslümanlara karşı fiilî bir husumet içinde olmayan gayri müslimlerle iyi ilişkiler içinde olmaya bir engel bulunmadığı bildirilmekte; tevhid mücadelesinde Hz. İbrâhim ve onun yolundan gidenlerin iyi bir örneklik teşkil ettiği hatırlatılmakta; Hudeybiye Barış Antlaşması sonrasında meydana gelen bazı gelişmeler ışığında inkârcı taraftan kaçıp gelen kadınların hukukunun korunmasıyla ilgili hükümlere, bu arada Kur’an nazarında kadının statüsüne ışık tutan bir biat uygulamasına yer verilmektedir.

MUMTAHINE SÛRESİ TÜRKÇE OKUNUŞU

Bismillahirrahmanirrahim
1. Ya eyyuhelleziyne amenu la tettehızu ‘aduvviy ve ‘aduvvekum evliyae tulkune ileyhim bilmeveddeti ve kad keferu bima caekum minelhakkı yuhricunerresule ve iyyakum en tu’minu billahi rabbikum in kuntum harectum cihaden fiy sebiyliy vebtiğae merdatiy tusirrune ileyhim bilmeveddeti ve ene a’lemu bima ahfeytum ve ma a’lentum ve men yef’alhu minkum fekad dalle sevaessebiyli.

2. İn yeskafukum yekunu lekum a’daen ve yebsutu ileykum eydiyehum ve elsinetehum bissui ve veddu lev tekfurune.

3. Len tenfe’akum erhamukum ve la evladukum yevmelkıyameti yefsılu beynekum vallahu bima ta’melune basıyrun.

4. Kad kanet lekum usvetun hasenetun fiy ibrahiyme velleziyne me’ahu iz kalu likavmihim inna bureau minkum ve mimma ta’budune min dunillahi keferna bikum ve beda beynena ve beynekumul’adavetu velbağdau illa kavle ibrahiyme liebiyhi leestağfirenne leke ve ma emliku leke minallahi min şey’in rabbena ‘aleyke tevekkelna ve ileyke enebna ve ileykelmesıyru.

5. Rabbena tec’alna fitneten lilleziyne keferu vağfir lena rabbena inneke entel’azizül hakim.

6. Lekad kane lekum fiyhim usvetun hasenetun limen kane yercullahe velyevmel’ahıre ve men yetevelle feinnallahe huvelğaniyyulhamiydu.

7. ‘Asallahu en yec’ale beynekum ve beynelleziyne ‘adeytum minhum meveddeten vallahu kadiyrun vallahu ğafurun rahıymun.

8. La yenhakumullahu ‘anilleziyne lem yukatilukum fiyddiyni ve lem yuhricukum min diyarikum en teberruhum ve tuksitu ileyhim innallahe yuhıbbulmuksitıyne.

9. İnnema yenhakumullahu ‘anilleziyne katelukum fiydiyni ve ahrecukum min duyarikum ve zaheru ‘ala ıhracikum en tevellevhum ve men yetevellehum feulaike humuzzalimune.

10. Ya eyyuhelleziyne amenu iza caekumulmu’minatu muha ciratin femtehınuhunne allahu a’lemu biiymanihinne fein ‘alimtumuhunne mu’minatin fela terci’uhunne ilelkuffari la hunne hıllun lehum ve la hum yehıllune lehunne ve atuhum ma enfeku ve la cunaha ‘aleykum en tenkıhuhunne iza ateytumuhunne ucurehunne ve la tumsiku bi’ısamilkevafiri ves’elu ma enfaktum velyes&elu ma enfeku zalikum hukmullahi yahkumu beynekum vallahu ‘aliymun hakuymun.

11. Ve in fatekum şey’un min ezvacikum ilelkuffari fe’akabtum featulleziyne zehebet ezvacuhum misle ma enfeku vettekullahelleziy entum bihi mu’minune.

12. Ya eyyuhennebiyyu iza caekelmu’minatu yubayı’neke ala en la yuşrikne billahi şey’en ve la yesrıkne ve la yezniyne ve la yaktulne evladehunne ve la yet’tiyne bibuhtanin yefteriynehu beyne eydiyhinne ve erculihinne ve la ya’sıyneke fiy ma’rufin febayı’hunne vestağfir lehunnallahe innallahe ğafurun rahıymun.

13. Ya eyyuhelleziyne amenu la tetevellev kavmen ğadıballahu ‘aleyhim kad yesiu minel’ahıreti kema yeiselkuffaru min ashabilkuburi.

MUMTAHINE SÛRESİ ANLAMI
Bismillâhirrahmânirrahîm.

1. Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Oysa onlar Rabbiniz olan Allah'a inandığınızdan dolayı Peygamber'i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer sizler benim yolumda savaşmak ve hoşnutluğumu kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. İçinizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış olur.

2. Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilirler. Size ellerini ve dillerini kötülükle uzatırlar. Zaten kâfir olmanızı istemektedirler.

3. Kıyamet günü yakınlarınız ve çocuklarınız size fayda vermezler. O gün Allah onlarla aranızı ayırır. Allah yaptıklarınızı görmektedir.

4. İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten güzel bir misal vardır. Onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: "Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz de bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir." Yalnız İbrahim'in babasına: "Andolsun ki senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez." sözü hariç. "Ey Rabbimiz! Sana güvendik, sana yöneldik, dönüş sanadır."

5. "Ey Rabbimiz! Bizi inkâr edenlerle imtihan etme, bizi bağışla! Ey Rabbimiz! Yegâne gâlip ve hükmünde hikmet sahibi ancak sensin."

6. Andolsun ki sizlerden Allah'ı ve ahiret gününü umanlar için onlarda güzel bir örnek vardır. Kim yüz çevirirse, şüphesiz ki Allah zengindir, övgüye lâyık olan yalnız O'dur.

7. Umulur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasına bir sevgi koyar. Allah kâdirdir. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

8. Allah din uğrunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasak kılmaz. Şüphesiz ki Allah adaletli olanları sever.

9. Allah sizi, ancak din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.

10. Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri döndürmeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. Onların bu kadınlara verdikleri mehirleri iâde edin. Bu kadınların mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman, onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın. Onlara verdiğiniz mehiri isteyin. Kâfir erkekler de hicret eden mümin kadınlara verdikleri mehirleri istesinler. Allah'ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hükmünde hikmet sahibidir.

11. Eğer eşlerinizden biri kâfirlere katılır ve onlar da mehirinizi geri vermezlerse, siz onlardan bir ganimet elde ettiğinizde, eşleri gitmiş olanlara mehirlerinin karşılığını verin. İnandığınız Allah'tan korkun.

12. Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana gelip; Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık yapmamaları, zinâ etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri (başkalarının doğurduğu veya başka erkekten gayri meşru kazandıkları bir çocuğu kocalarına nisbet etmemeleri), iyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda sana biat ederlerse onların biatlarını al ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

13. Ey iman edenler! Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinmeyin. Kâfirler kabirde bulunan kimselerden ümitlerini kestikleri gibi, onlar da ahiretten ümitlerini kesmişlerdir.

MUMTAHINE SÛRESİ TEFSİRİ

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Ey iman edenler,1 benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan size gelene küfretmişler, Rabbiniz olan Allah'a inanmanızdan dolayı peygamberi de, sizi de (yurtlarınızdan) sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, benim yolumda cihad etmek ve benim rızamı aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl) onlara karşı hâlâ sevgi gizliyorsunuz? Ben, sizin gizlemekte olduklarınızı da, açığa vurduklarınızı da bilirim. Kim sizden bunu yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp-sapmış olur.

2 Eğer onlar sizi ele geçirecek olurlarsa, size düşman kesilirler, ellerini ve dillerini kötülükle size uzatırlar. Onlar sizin küfre sapmanızı içten arzu etmişlerdir.2

AÇIKLAMA

1. Konunun anlaşılması bakımından, öncelikle bu ayetin nüzulune neden olan hadise hakkında ayrıntılı bilgi vermek uygun olacaktır. İbn Abbas, Mücahid, Katade, Urve bin Zübeyr de dahil olmak üzere, tüm müfessirler bu ayetlerin, Hatib bin Ebi Belta'nın gönderdiği mektubun yakalanması üzerine nazil olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Bu hadise şu şekilde cereyan etmiştir: Kureyşliler Hudeybiye Antlaşması'nı çiğnedikleri zaman, Hz. Peygamber (s.a) Mekke'ye saldırı için hazırlıklar yapmaya başladı. Ancak Mekke'ye saldırı yapılacağı hususu birkaç sahabe dışında hiçkimseye bildirilmemişti. Bu sıralarda Beni Abdu-l-Muttalib'in azad ettiği bir cariye Mekke'den, Medine'ye gelir. Daha önceleri şarkıcılık yapan bu cariye, Medine'ye geldiğinde mali yönden sıkıntıya düşmüş ve bu nedenle Hz. Peygamber'e (s.a) kendisine yardım etmesi için başvurmuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber de (s.a) Abdulmuttalib oğullarına onun ihtiyaçlarını karşılamalarını söylemiştir. Bu kadın Mekke'ye geri döneceği zaman, Hatib bin Ebi Belta kendisi ile görüşür ve Mekke'nin ileri gelenlerine iletmesi için, ona gizli bir mektup verir. Kadın Medine'den ayrıldıktan sonra, Cenab-ı Allah bu olayı Rasûl'üne bildirir. Hz. Peygamber de (s.a) hemen Hz. Ali, Hz. Zübeyr ve Hz. Mikdat bin Esved'i kadını takip etmeleri için görevlendirerek, onlara şöyle emreder: "Hemen yola çıkın. Medine'den 22 mil uzaklıkta Mekke yolunda bir kadın göreceksiniz. O'nda Hatib'in müşriklere yazdığı bir mektup bulunuyor. Mektubu kadından alın. Mektubu verirse kadını serbest bırakın, vermezse öldürün!" Hz. Peygamber'in (s.a.) emri üzerine yola çıkıp kadını söylenilen mevkide bulur ve ondan mektubu isterler. Kadının kendisinde mektup olmadığını söylemesi üzerine onu ararlar, ama mektubu yine de bulamazlar. Ancak kadını mektubu vermediği takdirde soyup öyle aramak zorunda kalacaklarını söyleyerek tehdit edince, kadın kurtuluşun olmadığını anlar ve mektubu saçlarının arasından çıkararak onlara verir. Onlar da mektubu alarak, Hz. Peygamber'e (s.a.) götürürler. Hz. Peygamber (s.a) mektubu açıp okuduğunda, Mekke'ye yapılacak olan saldırı hazırlıklarının, Kureyşlilere bildirildiğini görür. (Çeşitli rivayetlerde değişik lafızlar kullanılmış olmasına rağmen muhteva aynıdır.) Hz. Peygamber, Hatib'e bu davranışının nedenini sorduğunda o şöyle cevap vermiştir: "Ya Rasulallah! hakkımda hemen karar verme. Ben kafir ya da mürted olduğumdan veya İslâm'dan sonra küfre sempati beslediğim için böyle davranmış değilim. Asıl sebep, ailemin hâlâ Mekke'de ikamet ediyor almasıdır. Bildiğiniz gibi ben, Kureyş kabilelerinden birine de mensup değilim. Bazı Kureyşlilerin dostluğu nedeniyle Mekke'de yaşıyordum. Diğer Muhacir kardeşlerimin aileleri de Mekke'dedir ama ailelerine sahip çıkacak akrabaları da vardır.

Oysa benim ailemi sahiplenecek bir kabilem yok orada. Dolayısıyla ben bu mektubu, onlara bir iyilik yaparsam, onlar da kendilerini bana borçlu hissederek aileme dokunmazlar düşüncesiyle yazdım." (Hz. Hatib'in oğlu Abdurrahman'ın rivayet ettiğine göre, Mekke'de Hz. Hatib'in kardeşi ve çocukları, Hz. Hatib'in kendi rivayetine göre bir de annesi vardı.) Hz. Peygamber (s.a) Hz. Hatib'in sözlerini dinledikten sonra, "Hatip sizlere doğru söylüyor" demiştir. Yani O, İslâm'dan inhiraf ettiği için veya küfre yardımcı olmak gayesiyle böyle davranmamıştır. Hz. Ömer ise hemen ayağa kalkarak, "Ya Rasulallah! İzin ver de, Allah'a, Rasul'e ve Müslümanlara ihanet eden şu münafığın kellesini uçurayım" der. Fakat Hz. Peygamber (s.a) "Bu şahıs, Bedir Savaşı'na katılanlardandır. Allah'ın Bedir Savaşı'na katılanlara, o vaziyeti görüp, "Ben sizi affettim" demediğini kim biliyor?" diye cevap verir. Son cümlenin kelimeleri bazı rivayetlerde, farklı lafızlarla ifade edilmiştir. Bazılarında, "Ben sizleri bağışladım", başka bir rivayette "Ben sizleri affedenim", başka bir rivayette ise "Ben sizleri affedeceğim" şeklindedir. Bu sözleri duyan Hz. Ömer ağlayarak, "Allah ve Rasulü daha iyi bilir" demiştir. Bu özeti, muteber senetlerle yapılan birçok rivayetten almış bulunuyoruz. (Buharî, Müslim, İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî, Taberî, İbn Hişam, İbn Hibban ve İbn Ebi Hakim) Bu rivayetler arasında en güveniliri, Hz. Ali'den, onun katibi Ubeydullah bin Muhammed bin Ebi Rafi'nin ve ondan da Hz. Ali'nin torunu Hasan bin Muhammed bin Hanefiyye'nin işiterek rivayet ettiği ve başka ravilerin de bize ulaştırdığı hadistir. Tüm bu rivayetlerde açıkça, Hz. Hatib'in mazeretinin kabul edilerek affedildiği bildirilmektedir. Nitekim hiçbir kaynak O'na ceza verildiğini nakletmemektedir. Bu bakımdan Ümmetin alimleri, Hz. Hatib'e mazereti kabul görülerek, bir ceza verilmediği hususunda görüş birliği içindedirler.

2. Bu ayetler her ne kadar Hz. Hatib'in hadisesi üzerine nazil olmuşsa da burada sadece bu olayı yorumlamakla yetinilmemiş, ayrıca müminlere ebedi bir ders de verilmiştir.

Küfür ile İslâm'ın birbirlerine karşı savaş ettikleri bir dönemde, bir mümin, sırf iman ettikleri için müminlere karşı savaşan bir kafir ile -sebep ne olursa olsun- İslâm'a zarar verecek bir işe girişemez. Böyle bir davranış imanla çelişir; dolayısıyla, kişisel ihtiyaçlarını karşılamak için, niyeti kötü olmasa bile, bir müminin böyle davranması doğru değildir. Kim böyle bir girişimde bulunursa yoldan çıkmıştır.

3 Ne yakın akrabalarınız, ne çocuklarınız kıyamet günü size bir yarar sağlayamaz.3 (Allah) Sizin aranızı ayıracaktır.4 Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.5

AÇIKLAMA

3. Burada anne, baba, kardeş ve çocuklarını düşmanlardan kurtarmak için böyle bir girişimde bulunan Hz. Hatib'e işaret olunmaktadır. Yani, "Sen onların uğruna büyük bir hata yaptın. Oysa Kıyamet günü onlar seni kurtaramazlar. Üstelik Allah huzurunda hiçkimse, bu benim babamdır, oğlumdur, kardeşimdir vs. benim yüzümden günah işlemiştir. Onun yerine bana ceza verin, demeye cesaret edemez. O gün geldiğinde herkes kendi derdine düşecektir." Kur'an'ın birçok yerinde bu hususa değinilmiştir.

"Suçlu, o günün azabından kurtulmak için, oğullarını, arkadaşlarını ve kardeşini, kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini ve yeryüzünde bulunanların hepsini fidye versin de, tek kendisini kurtarsın ister." (Mearic: 11-14)

"İşte o gün, kişi kardeşinden, anasından, babasından, eşinden, oğullarından kaçar. O gün onlardan her birinin kendisine yeter derecede işi vardır." (Abese: 34-37)

4. Yani, dünyadaki tüm ilişkiler orada kopacaktır, orada bir parti, bir grup, bir sülûk olarak hesap görülmeyecektir. Herkes kendi yaptığının hesabını kendi verecek ve bu dünyada dostluk, akrabalık, grup, parti uğruna (İslâm'a göre) caiz olmayan bir iş yapan kimse, yaptığının cezasını tek başına çekecek, onun sorumluluğuna bir başkası ortak olmayacaktır.

5. Daha önce ayrıntılı bir şekilde açıkladığımız Hz. Hatib'in hadisesi ile bu hadise üzerine nazil olan ayetlerden, aşağıdaki sonuçları çıkarabilirz.

a) Bu şekilde davranmak, kişinin niyeti ne olursa olsun casusluktur. Üstelik bu casusluk, tehlikeli ve zarar verecek olaylara yol açabilecek bir dönemde yapılmıştır. Öyle ki saldırı öncesi düşmana haber verilmek istenmiştir.

Ayrıca bu şüpheli bir mesele olarak kapalı kalmayıp, mücrim suçüstü yakalanmıştır. Zira mektup ortadaydı ve başka bir delile de gerek yoktu. Bu suç normal bir zamanda değil, savaş durumunda işlenmiş olmasına rağmen, Hz. Peygamber (s.a) Hz. Hatib'i, ona kendini savunma şansı tanımaksızın hapse atmamış ve ayrıca mahkemeyi açık bir şekilde yapmıştır. Tüm bunlardan anlaşıldığına göre, İslâm'da yöneticiler ve hakimler, bir kimsenin suçunu kendileri bilseler veya şüphe duysalar dahi, o kimseyi hemen hapse atma yetkisine sahip değildirler. Ayrıca gizli kapılar ardında yargılamanın da İslâm'da yeri yoktur.

b) Hz. Hatib bin Ebi Belta'nın sadece Muhacir olmayıp, ayrıca Bedir ashabından olması, O'na sahabiler arasında imtiyaz kazandırmıştı. Bu özelliklerine rağmen, büyük bir suç işlediği için, Allah Teâlâ onu yukarıdaki ayette sert bir şekilde tenkit etmiştir. Ayrıca bu olay, hadislerde ayrıntılı olarak zikredilmiş ve müfessirlerin hemen hemen tümü bu hadisleri nakletmişlerdir. Bu ve diğer örneklerde de görüldüğü gibi sahabe hatasız değildir. Bilakis onlardan da beşerî zaaflar nedeniyle çeşitli hatalar sudur etmiştir. Allah ve Rasulü'nün bizlere, onlara hürmet etmeyi buyurmuş olması, onların hatalarını zikretmemek anlamında değildir. Şayet böyle olsaydı, Allah bu olayı Kur'an'da zikretmez ve sahabe, tabiun, muhaddisler ve müfessirler de bunca ayrıntıyı beyan etmezlerdi.

c) Hz. Hatib'in mahkemesi esnasında, Hz. Ömer'in görüşü, Hz. Hatib'in davranışının zahirine bakılarak öne sürülmüştü. Onun delili, bu davranışının açıkça Allah'a, Rasûlu'ne ve Müslümanlara karşı ihanet mahiyetinde olmasıydı. Bu yüzden o bir münafıktı, dolayısıyla katli de vacipti. Ancak Hz. Peygamber (s.a) O'nun görüşünü reddedip daha sonra İslâm'ın "Bir davranışın sadece zahiri gözönüne alınarak karar verilmez" şeklindeki bir ilkesini beyan etmiştir. Ayrıca suç işleyen bir şahsın geçmişi, yaşantısı, karakteri içinde bulunduğu ortam ve şartlar da dikkate elınmalıdır. Bu davranış biçimi kuşkusuz casusluktur ama bu suçu işleyen kimsenin İslâm'a ve Müslümanlara karşı tavrı nasıldır? Yani bu şahsi Allah'a Peygambere ve Müslümanlara hıyanet etmek için mi bu suçu işlemiştir? Ya da imanı için, yurdunu, ailesini vs. herşeyini terkederek hicret eden, bunca fedakarlıklar yapan bu şahsın imanından, ihlasından şüphe edebilir miyiz? (Başka bir ifadeyle söylenecek olursa, Bedir Savaşı'nda, düşmanın üç kat fazla gücü ve silah üstünlüğünün bulunduğu nazik bir anda, sadece imanları uğruna canlarını ortaya koymuş bulunan kimselerin samimiyetinden şüphe etmek doğru mudur?) Ayrıca onun kalbinde Mekke'deki müşrik Kureyşlilere karşı bir sevgi taşıyıp taşımadığı da düşünülmelidir.

Hz. Hatip ise savunması sırasında, Mekke'deki ailesinin, diğer Muhacirlerin aileleri gibi kabile koruması altında olmadığından, savaşta Kureyşlilerin ailesine, çoluk-çocuğuna eziyet edecekleri korkusuyla böyle davrandığını açıkça söylemiş ve gerçekten de onun bu açıklaması teyid edilmiştir. Dolayısıyla Hz. Hatib'in bu açıklamasını kabul etmeyip, kendisini yalancı addetmenin ve onun maksadının aslında hiyanet ve Kureyşli kafirlere yardım etmek olduğuna karar vermenin bir sebebi yoktur. Gerçi samimi bir Müslümanın iyi niyetle dahi olsa, bu şekilde davranması, yani kişisel çıkarları için Müslümanların savaş planlarını düşmanlara bildirmesi caiz değildir. Ancak böyle de olsa samimi bir Müslümanın yaptığı hata ile bir münafığın hıyaneti arasında büyük fark vardır. Bu bakımdan her ne kadar suçun keyfiyeti aynı ise de, cezaları aynı değildir. İşte mahkemede Hz. Peygamber de (s.a) bu şekilde karar vermiştir. Allah Teâlâ da Mümtahine Suresi'ndeki bu ayetlerle, O'nun verdiği kararı teyid etmiştir. Sözkonusu üç ayeti dikkatlice okuduğumuzda, Hz. Hatip hakkında vaki olan azarın, bir mümini azarlamak şeklinde olduğunu ve bir münafığın azarlanmasına hiç benzemediğini gayet sarih bir şekilde görürüz. Ayrıca ona hiçbir mali ve bedeni bir ceza da verilmemiş, sadece yapılan davranış açıkça kötülenmiştir. Yani İslâm toplumunda bir müminin hata yapması, toplumun kendisine olan güvenini sarsar ve ona bu ceza tek başına yeterli olur.

d) Hz. Peygamber'in (s.a) Bedir ashabının faziletleri hakkında, "Allah'ın Bedir Savaşı'na katılanlara, o vaziyeti görüp, "Ben sizi affettim" demediğini kim biliyor?" şeklindeki sözü "Bedir ashabı ne günah işlerse işlesin, onların affı önceden garanti edilmiştir" anlamında değildir. Zaten bu sözü Sahabe de böyle anlamadığı gibi, Bedir ashabı da bu sözleri duyunca, kendilerini suç işlemekte serbest görmüş değillerdir. Ayrıca İslâm hukukunda da, bu söze dayanılarak Bedir ashabından biri suç işlerse, ona ceza verilemez gibi bir kaide vaz' edilmemiştir. Aslında Hz. Peygamber'in (s.a) bu mevki ve makamı vurgulamaktan kastının ne olduğunu, O'nun sarfettiği kelimelere dikkatlice baktığımızda anlayabiliriz. Yani Bedir ashabı Allah ve O'nun dini için samimiyetle öyle fedakarlıklarda bulunmuşlardır ki, buna karşı Allah onların geçmiş gelecek tüm günahlarını affetse bile, bu imkan harici olmaz. Dolayısıyla Bedir ashabından olan bir kimsenin hıyanetinden ve nifakından şüphe edilemez. Yaptığı hata ile ilgili söylediklerini doğru kabul etmek gerekir.

e) Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in (s.a.) açıklamalarından, kafirler lehinde casusluk yapmasının bir Müslümanın mürted sayılmasına veya iman dairesinden çıkarılmasına ya da münafık kabul edilmesine yeterli olamayacağı anlaşılmaktadır.

Ancak başka bir delil ya da şahidin olması müstesna. Çünkü bu davranış, bir kimsenin kafir kabul edilmesine sebep teşkil etmez.

f) Kur'an'ın bu ayetlerinden, bir Müslümanın kafirler lehine casusluk yapmasının en yakın akrabalarının malları ve canları tehlikede olsa bile, hiçbir zaman caiz olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.

g) Hz. Ömer, Hz. Hatib'i öldürmek için Hz. Peygamber'den (s.a.) izin istediğinde Hz. Peygamber, (s.a) bu suçun cezasının ölüm olmadığını söylememiştir. Ancak Hz. Hatib Bedir ashabından olduğu ve bunun da onun ihlasının ispatına yetmesi dolayısıyla, Hz. Ömer'e izin verilmemiştir. Üstelik onun, düşmanlara iyilik etmek için değil, kendi çoluk çocuğunu korumak için böyle davrandığını bildiren açıklaması doğrudur. Bu bakımdan bazı İslâm hukukçuları, bu vak'ayı delil göstererek, İslâm'da casusluğun cezasının ölüm olduğu ancak çok önemli bir hafifletici sebep bulunursa daha az bir ceza ya da tazir verilebileceği sonucuna varmışlardır. Fakat bu mesele hakkında ihtilaf edilmiştir. İmam Şafii'ye göre, casusluk yapan bir Müslümanın öldürülmesi caiz değildir, ancak tazir edilebilir. İmam Ebu Hanife ve Evzaî ise, casusluk yapan Müslümana dayak vurulmalı ve uzun süreli hapis cezası verilmelidir, görüşündedirler. İmam Malik, "onu katletmelidir" diyorsa da, Malikî fakihlerinin görüşleri farklıdır. Eşbah'a göre bu konuda Devlet Başkanının (İmamın) geniş bir yetkisi vardır. O, suçlunun şartlarını gözönüne alarak gereken cezayı verir. Ayrıca bu görüş, İmam Malik ve İbn Kasım'dan da nakledilir. İbn el-Macişun ve Abdulmelik bin Hateb'e göre, suçluda casusluk yapmak adet halini almışsa, onu katletmek gerekir. İbn Vehhab ise, casusluğun cezasının ölüm olduğu, ancak bu suçtan tevbe edenlerin bağışlanmaları gerektiği görüşündedir. İbn Kasım'dan nakledilen bir görüş de bu şekildedir. Esbağ'a göre de, savaş sırasında casusluk yapmanın cezası ölümdür. Ama düşmana açıkça yardımda bulunmaları halinde. Müslüman ve Zımmî casuslara ölüm yerine dayak cezası verilmelidir. (Ahkam-ul Kur'an, İbn'ul Arabî, Umdet-ul Karî, Feth-ul Barî)

h) Yukarıda zikredilen hadisten, suçlunun aranmasında gerekirse sadece erkeklerin değil, kadınların da elbiselerinin çıkarılmasının caiz olduğu sonucu çıkıyor. Gerçi Hz. Ali, Hz. Zübeyr ve Hz. Mikdat o kadını çırılçıplak soymamışlardır ama onu "mektubu vermezsen seni çırılçıplak soyarak arayacağız" diye tehdit etmişlerdir. Şayet bu fiil caiz olmasaydı, elbette üç sahebe onu bu şekilde tehdit etmezlerdi. Yine akıl yürütecek olursak, onların gelip bu hadiseyi Hz. Peygamber'e (s.a) anlatmış olacakları ve dolayısıyla Hz. Peygamber de (s.a) bu davranışı tasvip etmemiş olsaydı, bunun bize rivayet edileceği sonucuna varırdık. Bu bakımdan fakihler, bu davranışla ilgili olarak "caizdir" diye fetva vermişlerdir. (Umdet-ul Karî)

4 İbrahim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kendi kavimlerine demişlerdi ki: "Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında tapmakta olduklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkâr ettik. 6Sizinle aramızda, siz Allah'a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir." Ancak İbrahim'in babasına: "Sana bağışlanma dileyeceğim, ama Allah'tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez."7 demesi hariç. "Ey Rabbimiz, biz sana tevekkül ettik ve 'içten sana yöneldik.' Dönüş sanadır."

AÇIKLAMA

6. Yani, "Bizi sizin dininizi tanımıyor ve sizlerin de hak üzerinde olmadığınıza inanıyoruz" Bir kimsenin Allah'a iman etmesi, onun Tağut'u inkar etmesini gerektirir.

"Kim Tağut'u inkar edip, Allah'a sığınırsa, muhakkak ki, o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir." (Bakara: 256)

7. Diğer bir ifadeyle, Hz. İbrahim'in müşrik bir toplumla ilişkisini kestiğini ilan etmesi sizin için güzel bir örnektir. Yoksa O'nun müşrik babası için dua etmeye söz vermesi ve bizzat dua etmesi size örnek değildir. Çünkü kafirleri sevmek, müminlere yakışmaz.

"Akraba bile olsalar, cehennemin halkı oldukları anlaşıldıktan sonra müşrikler için mağfiret dilemek, ne Peygamber'in, ne de müminlerin yapacağı iş değildir" (Tevbe: 113)

Bu bakımdan bir Müslümanın, Hz. İbrahim de dua etmiş diyerek kafir yakınlarına Allah'tan mağfiret dilemesi caiz değildir. Bu noktada, "O halde Hz. İbrahim niçin bu işi yapmış? Veyahut O, bu iş üzerinde devam etmiş midir?" şeklinde sorular sorulabilir. Bu soruların cevabını Kur'an ayrıntılarıyla bildirmektedir. Babası, Hz. İbrahim'i evden kovaladıktan sonra, O babasına, "Selam sana! Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim" der. (Meryem: 47) Bu sözü üzerine Hz. İbrahim, babası hakkında iki kez mağfiret dilemiştir. Birincisi, "Rabbimiz! Hesabın görüleceği gün beni, anamı-babamı ve müminleri bağışla." (İbrahim: 41). İkincisi, "Babamı da bağışla. Çünkü o sapıklardandır. Kulların diriltilecekleri gün beni utandırma" (Şuara: 86-87) Ancak, kendisi için mağfiret dilediği babasının Allah düşmanı olduğunu idrak edince, babası ile ilişkilerini kopardığını şöyle ilan etmiştir. "İbrahim'in babasına dua etmesi, sadece ona yaptığı bir vaadden ötürü idi. Fakat onun bir Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzak durdu. Gerçekten İbrahim, çok içli ve yumuşak huylu idi." (Tevbe: 114) Bu ayetlerden açıkça, Peygamberlerin ancak sonuna kadar devam eden davranışlarının örnek alınabileceği anlaşılmaktadır. Kendilerinin sonradan terkettiği veya Allah'ın yapmaktan menettiği ya da sonraki şeriatın neshettiği davranışlar örnek alınamaz. Ayrıca hiç kimsenin, "Bu bir peygamberin amelidir" diyerek, yukarda özellikleri belirtilen davranışları örnek alması doğru değildir.

Yine bu noktada akla şöyle bir soru gelebilir: Yukarıda zikredilen ayette Hz. İbrahim'in sözleri iki bölümde incelenebilir. Birincisi, "Senin için Rabbimden, mağfiret dileyeceğim", İkincisi, "Fakat senin için Allah'tan gelecek hiçbir şeyi önlemeye gücüm yetmez." Birinci bölümün niçin örnek alınmayacağı açıkça anlaşılmaktadır. Ancak ikinci bölümde sarf edilen söz haktır, doğrudur. O halde niçin örnek alınmasın? Bu soru şu şekilde cevaplanabilir: "Bir kimse başka birine söz verirken "Elimden ancak bu kadarı gelebilirdi" dediğinde, bu sözden o şahsın karşısındaki kimseyi çok sevdiği anlaşılıyor. Yani o kimse şöyle demektedir: "Elimden daha fazlası gelse yapacağım." Bu sebeple Hz. İbrahim'in yukarıdaki sözü de, Allah'tan başka hiç kimsenin mağfiret edemeyeceği ve bir peygamberin sadece mağfiret dilemekle yetinebileceği gerçeğine rağmen, aynı kapsam dahilinde alınmıştır. Nitekim Allâme Alusî'de bu hususu böyle izah etmiştir.

5 "Rabbimiz, küfretmekte olanlar için bizi fitne (deneme konusu) kılma 8ve bizi bağışla Rabbimiz. Şüphesiz sen, üstün ve güçlüsün, hüküm ve hikmet sahibisin."

6 Andolsun, onlarda sizler için, Allah'ı ve ahiret gününü umud etmekte olanlar için güzel bir örnek vardır.9 Kim yüz çevirecek olursa, artık şüphesiz Allah, ganiy (hiç bir şeye ihtiyacı olmayan). Hamid (övülmeye layık olan)dır.10

7 Belki Allah, sizlerle onlardan kendilerine karşı düşmanlık beslemekte olduklarınız11 arasında bir sevgi-bağı kılar. Allah, güç yetirendir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.

8 Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever.12

9 Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları dost edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık onlar zalim olanların ta kendileridir.13

AÇIKLAMA

8. Müminlerin, kafirler için fitne (imtihan) kılınması, birkaç şekilde olabilir ve her müminin bundan sakınması gerekir. Bu, kafirlerin müminleri yendikten sonra, hak üzerinde oldukları için müminleri mağlup ettiklerini sanmaları ve "Eğer bunlar (müminler) Allah yolunda olsalardı, biz onları yenemezdik" demeleri şeklinde olabilir. Müminlerin kafirler için imtihan konusu olmalarının bir şekli böyledir. Başka bir şekli ise, kafirlerin aşırı bir baskı ve zulüm uygulamaları sonucunda, Müslümanların din ve ahlakları konusunda onlarla anlaşma yapıp taviz vermek zorunda kalmalarıdır. Böyle bir durum, diğer insanlar için alay olurken, kafirlere de dini ve müminleri zelil etmeye vesile çıkar. Üçüncü bir şekilde şöyle olabilir: "Hak dinin temsilcileri, yüce bir dâvânın elemanları olmalarına rağmen, içinde bulundukları makama yakışmayacak bir şekilde, ahlakî vasıf ve faziletlerden mahrum olurlarsa ve cahiliyye toplumunda yaygın olduğu gibi, diğer insanların düştükleri ahlakî zaaflara düşerlerse, kafirlere fırsat verilmiş olacak ve onlar, "Bu kimselerin ne özellikleri var ki bizden daha şerefli kabul edilsinler" diyebileceklerdir. (İzah için bkz. Yunus an: 83)

9. Yani, Allah'ın huzurunda bulunacağımız gün, O'nun bize lutfedeceğini ve bizi bağışlayacağını ümit ediyoruz.

10. Yani, Allah'ın, bir yandan din davasını öne sürüp, diğer yandan din düşmanlarıyla dostluk edenlerin imanına ihtiyacı yoktur. Allah onlardan müstağnidir. Onların, kendi uluhiyyetini kabul edip-etmemesine muhtaç değildir. O her zaman kendisine hamd edilendir. O'nun hamid sıfatı, bir başkasının kendisine hamdetmesine bağlı değildir. Bir kimsenin Allah'a iman etmesinin, Allah'a bir yararı yoktur, onun imanı sadece kendi menfaati icabıdır. Onlara, Hz. İbrahim ve beraberindekiler gibi, Allah düşmanlarıyla ilişkilerini koparmadıkça, imanları bir yarar sağlamayacaktır.

11. Yukarıdaki ayetlerde, Müslümanlara kendi kafir akrabalarıyla ilişkilerini kesmeleri için telkinde bulunulmuştur. Bu telkine, samimi Müslümanlar hiç tereddütsüz tabi olmuştur. Ancak Allah Teâlâ, anne, baba, kardeş ve akrabalarla ilgiyi kesmenin ne kadar güç olduğunu ve bu tavrın müminlere ne kadar ağır geldiğini biliyordu. Bu yüzden Allah onlara, akrabalarının da Müslüman olacağını ve bugünkü düşmanlığın yarın sevgiye dönüşeceğini müjdeliyerek teselli verdi.

Bu ayet nazil olduğunda hiçkimse, bu işin nasıl olacağını düşünemiyordu bile. Ancak bu ayetin nüzulünden daha birkaç hafta bile geçmeden Mekke fetholunmuş, Kureyşliler bölük bölük İslâm'a girmişlerdi. Böylece Müslümanlar da kendilerine verilen ümidin nasıl gerçekleştiğine bizzat şahit olmuşlardı.

12. Bu noktada, "Düşmanca bir tavır takınmayan kafirlere adaletli davranmak elbette makuldür ama sadece onlara mı adaletli davranılacaktır? Diğer kafirlere adaletsizce davranılabilir mi?" gibi sorular bazılarımızın zihnini karıştırabilir. Ancak ayetin siyak ve sibakından da anlaşılacağı üzere, "adalet" kavramı burada özel bir anlam içinde kullanılmıştır. Yani, "Şayet bir kimse size düşmanlık yapmıyorsa, sizin de ona karşı düşmanlık yapmamanız adaletin gereğidir. Düşmanlık yapan ile yapmayanın aynı kefeye konması adaletsizliktir. Size sırf Müslüman olduğunuz için zulmeden, ülkenizi terketmenize neden olan ve daha sonra bile peşinizi bırakmıyan kimselere gelince, onlara karşı şiddetli (sert) bir tavır takınmak sizin hakkınızdır. Ancak size zulmetmemiş olan kafirlerin -ki sizlerin yakın akrabalarıdır- üzerinizde hakları varsa, onlara hakkını eksiksiz ödeyin ve iyilikte bulunun.

13. Önceki ayetlerde kafirlerle ilişkinin kesilmesi emrediliyordu. Ancak bundan kafirler ile her türlü münasebetin koparılması gerektiği gibi yanlış bir anlam çıkabileceğinden, bu ayetlerde onlarla ilişkiyi kesmenin sebebinin kafir olmaları değil, müminlere zulüm ve şiddet uygulamaları olduğu tasrih edilmektedir. Bu bakımdan Müslümanlar, kendilerine karşı düşmanca bir tutum izleyen kafirlerle, izlemeyenlerin arasını ayırmalıdırlar. Müslümanlara bir kötülük yapmamış olan kafirlere iyi davranmak gerekir. Nitekim bunun en güzel açıklaması, Hz. Esma binti Ebu Bekir ile kafir annesi arasındaki olaydır. Hz. Ebu Bekir'in hanımlarından Kuteyle binti Abdüluzza kafirdi ve kocasının hicret etmesinden sonra bile Mekke'de kalmayı tercih etmişti. Hz. Esma ise onun kızıdır. Hudeybiye Antlaşması'ndan sonra Mekke ile Medine arasında gidiş gelişin başlaması üzerine, o da kızını görmek için Medine'ye gelerek, ona birtakım hediyeler getirir. Hz. Esma'nın rivayet ettiğine göre, kendisi Hz. Peygamber'e (s.a) "Annem ile görüşeyim mi" diye sorar ve Hz. Peygamber'de (s.a) kendisine "Evet, ona iyi davran" diye cevap verir. (Müsned-i Ahmed, Müslim, Buharî) Hz. Esma'nın oğlu Abdullah bin Zübeyr bu olayı daha ayrıntılı bir şekilde şöyle anlatır: "Annem (Hz. Esma) annesiyle önce görüşmek istememişti ama daha sonra Hz. Peygamber'in (s.a) izin vermesi üzerine onunla görüştü." (Müsned-i Ahmed, İbn Cerir, İbn Ebi Hatim) Bu olaydan, bir Müslümanın kafir olan anne ve babasına hizmette bulunmasının, kardeşlerine ve akrabalarına yardım etmesinin İslâm düşmanı olmamaları şartıyla caiz olduğu anlaşılmaktadır. Hatta bir Müslüman, Zimmî fakirlere de sadaka verebilir. (Ahkam-ul Kur'an, El-Cassas)

10 Ey iman edenler, mü'min kadınlar hicret etmişler olarak size geldikleri zaman, onları imtihan edin. Allah, onların imanlarını daha iyi bilendir. Şayet onların (gerçekten) mü'min kadınlar olduklarını bilip-öğrenirseniz, artık sakın onları kâfirlere geri çevirmeyin.14 (Çünkü) Ne bunlar onlara helaldir, ne onlar bunlara helaldir. Onlara (kâfir kocalarına kendileri için) harcadıklarını verin. Onlara (hicret) eden mü'min kadınlara) ücretlerini (mehirlerini) verdiğiniz takdirde15 onların nikâhlamanızda sizin için bir güçlük yoktur. Kâfir (kadın)ların ismetlerini (nikâhlarını) tutmayın ve (onlar için) harcadıklarınızı isteyin. Onlar da (mü'min kadınlara) harcadıklarını istesinler.16 Bu, Allah'ın hükmüdür. Sizin aranızda hükmeder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

AÇIKLAMA

14. Bu kararın arka planı şu şekildedir: "Hudeybiye Antlaşması'nın sonrasında, Mekke'den kaçıp Medine'ye gelen Müslüman erkekler, antlaşma gereğince geri iade ediliyorlardı. Daha sonra Müslüman kadınlar da gelmeye başladılar ve ilk olarak Ukbe bin Ebi Muayt'ın kızı Ümmü Gülsüm hicret edip Medine'ye geldi. Mekkeli müşrikler antlaşma gereğince onun da iadesini talep etmiş ve bu yüzden Ümmü Gülsüm'ün iki kardeşi Velid bin Ukbe ile Umare bin Ukbe kardeşlerini geri almak amacıyla Medine'ye gelmişlerdi.

O zaman antlaşma gereğince, erkekler gibi kadınların da iade edilip edilmeyeceği meselesi ortaya çıkmış ve Allah bu meseleyi çözmek üzere, "Ey iman edenler, mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer onların mümin olduklarına kanaat getirirseniz, onları kafirlere iade etmeyin" ayetini indirmiştir.

Bu konuyla ilgili hadisler mânâca rivayet edildiği için birçok karışıklıklar meydana gelmiştir. Bu bakımdan bu karışıklığın çözülmesi gerekmektedir. Hudeybiye Antlaşması'yla ilgili hadisler, umumiyetle mânâca rivayet edildiklerinden dolayı, antlaşmanın şartları ayrı rivayetlerde farklı lafızlarla nakledilmişlerdir. Örneğin, bir rivayette, "Sizden (bize) kim gelirse, onu size iade etmeyeceğiz, ama bizden size kim gelirse, siz onu bize iade edeceksiniz." (Müslim) denirken, başka bir rivayette, "Velisinin izni olmadan, Rasulullah'ın ashabından biri (Medine'ye) gelecek olursa, onu (Mekke'ye) iade edecek" denmektedir. Yine daha farklı bir rivayet, "Velisinin izni olmadan Kureyş'ten kim Muhammed'le gelirse, o Kureyş'e geri verilecektir. (İbn Hişam, İbni Cerir, Vakıdî) lafızlarıyla naklolunmaktadır. Tüm bu rivayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, antlaşmanın şartları aynı kelimelerle değil, mânâca rivayet edilmişlerdir. Genellikle bu konuda, çoğu rivayetlerin mânâca rivayet edilmiş olması, birçok müfessir ve muhaddisin, bu antlaşmanın kadın ve erkeğin ikisini birden kapsadığını sanmalarına yol açmıştır. Dolayısıyla onlar da, "Eğer onların inanmış olduklarını anlarsanız, onları kafirlere iade etmeyin" ayeti karşılarına çıkınca, hemen bu ayeti tevil cihetine giderek, "Mümin kadınların iade olunmaması için, Allah Teâlâ bu ayeti indirerek antlaşmanın sözkonusu maddesini feshetmiştir" demişlerdir. Oysa mesele, hemen bu yorumu kabullenebileceğimiz kadar basit değildir. Çünkü bu antlaşma erkek ve kadınları kapsıyorsa eğer, taraflardan biri antlaşmayı iptal edemez. İptal ettiğini düşünsek bile, o takdirde Kureyşliler kıyameti koparırdı. Zira zaten onlar bu tür nedenler arıyorlardı. Ancak görüyoruz ki, Allah'ın bu kararına onların hiçbir itirazı olmamıştır. Şaşılacak olan, pekçok kimsenin nedense bu noktayı düşünmemiş olmasıdır. Üstelik bazıları (örneğin Kadı Ebu Bekir, İbn'ul-Arabî) bu noktayı düşünmüş olmasına rağmen, Kureyşlilerin ses çıkarmayışlarını Allah'ın bir mucizesi olarak nitelemişlerdir. Bu kimselerin yaptıkları bu tevilden, kalplerinin nasıl olup da itmi'nan bulduğuna hayret ediyorum doğrusu.

Gerçekte bu antlaşmayı Müslümanlar değil, Kureyşliler, dikte ettirmişlerdir. Onların temsilcisi olan Süheyl bin Amr'ın yazdırdığı antlaşmanın sözkonusu maddesinin metni şöyledir:

"Sana bizden bir erkek (racul) gelirse, o gelen kimse senin dininde olsa bile, onu bize iade edeceksin." (Bu antlaşmanın lafızları Buharî'de Kitab-ul-Şurut, Bab'ul-Şurut fi'l Cihad ve Mesalih'de güçlü senetlerle nakledilmiştir.) Süheyl bin Amr'ın, antlaşmayı yazdırırken, "Racul" kelimesini zihninde bir an kadın ve erkek olarak düşünmesi mümkündür. Ancak antlaşmanın ilgili maddesinde kelime "Racul" olarak yazılmıştır ve Arapça'da bu kelime sadece erkekler için kullanılır. Bu yüzden Ümmü Gülsüm'ün kardeşleri onun iadesi için Hz. Peygamber'e (s.a.) başvurduklarında (İmam Zührî'nin rivayetine göre), Hz. Peygamber (s.a) onları geri çevirerek, "Bu antlaşma kadınlar için değil, sadece erkekler için geçerlidir" demiştir. (Ahkamu'l Kur'an, İbnu'l Arabî, Tefsir-i Kebir, İmam Razî) Bu ana kadar Kureyşliler antlaşmanın erkek ve kadını kapsadığı düşüncesinde olduklarından, Hz. Peygamber'in (s.a.) antlaşmanın bu kelimesine dikkat çekmesi üzerine şaşırıp kaldılar ve mecburen boyun eğdiler.

Antlaşmanın bu şartı gereğince, Müslümanların, hangi maksatla gelirse gelsin hiçbir kadını Kureyş'e iade etme zorunluluğu yoktu. Ancak İslâm'ı ilgilendiren husus Medine'ye sığınmak için Mekke'den kaçıp gelen diğer kadınlar değil Müslüman kadınlardı. Bu bakımdan Allah Teâlâ, hicret ederek gelen kadınların imanlarını açığa vurmalarını ve sorguya çekildikten sonra da mümin olduklarına kanaat getirilirse şayet, kafirlere geri gönderilmemelerini bildiren ayeti inzal etmiştir. Allah'ın bu emirleri, şöyle uygulanıyordu: Eğer bir kadın Mekke'den hicret edip Medine'ye gelirse, ona Allah'ın birliğine ve Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna inanıp inanmadığı ve sadece Allah ve Rasulü için mi hicret ettiği soruluyordu. Yani kocasıyla kavga ettiği veya Medine'deki bir Müslümana aşık olduğu ya da dünyevi birtakım çıkarlar için mi hicret ettiği öğrenilmeye çalışılıyordu. Bu sorulara tatminkâr cevaplar alındıktan sonra, o kadın Medine'ye kabul edilir, aksi takdirde iade edilirdi. (İbn Cerir, bu hadisi İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. Ayrıca Katade, Mücahid, İkrime, İbn Zeyd.)

Bu ayetten, şahitlik yasasının bir prensibi elde edilmektedir. Bu kural, Hz. Peygamber'in (s.a.) fiilî uygulamasıyla daha da net anlaşılmaktadır. Ayet-i Kerime'de üç husus vurgulanmıştır. Birincisi, hicret eden kadınlar kendilerini mümine olarak tanıttıklarında, onların iman iddialarının doğruluğu araştırılacaktır. İkincisi, onların gerçekten iman edip etmediklerini ancak Allah bilir. İçlerinde taşıdıkları imanın bilinmesi mümkün değildir. Üçüncüsü, sorgu bitiminde mümin olduklarına kanaat getirilirse eğer, onlar kafirlere iade edilmeyeceklerdir. Kadınların iman iddialarının tahkiki emri gereğince Hz. Peygamber, onlara yemin ettirir, yemin ederlerse kabul ederdi.

Bu uygulamadan çıkan sonuca göre, mahkemede hakimin gerçek bilgi sahibi olması şart değildir. Şahitlerden alınan bilgi yeterlidir. Bir diğer kural, yemin eden bir kimseye, yalancı olduğuna dair bir başka delil bulunmadıkça güvenilmelidir. Üçüncü bir kural ise, bir kimsenin inancı hakkında kendi söylediklerinin esas olmasıdır. İnancının söylediği gibi olup olmadığını kurcalamak ise, açık bir belirti onun imanını yalanlamadıkça doğru değildir. Dördüncü kural, başka bir kimsenin bilmesine imkan olmayan bir durumda şahitlik yapan kimselerin açıklamaları kabul edilmelidir. Örneğin talak ve iddet hususunda, kadının hayız ve taharet ile ilgili açıklaması yeterlidir. Kadının yalan veya doğru söylemesi bizi ilgilendirmez. Ayrı kural, hadis rivayetleri için de geçerlidir. Sözgelimi bir ravî, zahiren mümin ve sika ise, onun rivayeti kabul edilir. Ancak aleyhte başka bir karine varsa o takdirde o ravinin rivayeti reddedilebilir.

15. Yani, hicret eden mümine kadınların, kafir kocalarından aldıkları mehri İslâm Devleti iade edecektir. Serbest kalan bu kadınlar herhangi bir Müslüman ile, mehir alarak yeniden evlenebilirler.

16. Bu ayette, aile ve uluslararası ilişkilerle ilgili dört önemli ilke açıklanmıştır.

a) Müslüman bir kadın, kafir bir kocaya, kafir bir koca da Müslüman bir kadına helâl değildir.

b) Evli olan Müslüman bir kadının nikahı, Dar-ul Küfür'den Dar-ul İslâm'a hicret ettikten sonra kendiliğinden fesholur. Artık o dilediği bir Müslümanla mehir karşılığı evlenebilir.

c) Müslüman bir erkeğe, kafir bir kadını nikahı altında bulundurmak caiz değildir.

d) Dar'ul-Küfür ile Dar'ul-İslâm arasında barış antlaşması olduğunda, İslâm yönetimi kafir devlet ile, "Evli Müslüman bir kadın Dar'ul-Küfür'den, Dar'ul-İslâm'a hicret ettiğinde onun mehrini İslâm yönetimi ödeyecek, Dar'ul-Küfür'de kalan Müslümanla evli bir kadının mehrini de, küfür hükümeti ödeyecektir" şeklinde bir antlaşma yapmalıdır. Bu hükümlerin arka planı şu şekildedir: İslâm'ın ilk dönemlerinde birçok kimse Müslüman olduğunda, onların hanımları, yine birçok kadın Müslüman olduğunda onların kocaları İslâm'ı kabul etmemişti. Örneğin, Hz. Peygamber'in (s.a.) kızı Zeyneb'in kocası Ebu'l-As, İslâm'ı kabul etmeyerek, uzun bir süre İslâm'ın dışında kalmıştır. İlk başta, Müslüman bir kadına kafir kocası ve Müslüman bir erkeğe de kafir karısı haramdır, şeklinde bir hüküm bulunmadığından onların arasında evlilik ilişkisi devam etmiştir. Hicretten sonra da bu durum böyle devam etmiştir ve bu süre zarfında birçok kadın İslâm'ı seçerek Medine'ye hicret ederken, kafir kocaları Mekke'de kalmıştır.

Aynı zamanda birçok Müslüman da kafir karılarını Mekke'de bırakarak Medine'ye hicret etmiştir. Ancak bunlar arasında evlilik ilişkileri yine de devam ediyordu. Bu husus, özellikle kadınlar açısından önemli bir sorun ortaya çıkarmıştı; zira erkekler başka bir kadını nikahları altına alabilirken, önceki nikahları fesholmadan kadınların bir başkasıyla evlenebilmeleri mümkün değildi. Hudeybiye Antlaşması'ndan sonra, bu ayetler nazil olunca, Müslümanlarla müşrikler arasındaki evlilik ilişkileri son buldu. Daha sonra da, bu mesele kesin bir karara bağlanarak, açık bir yasa haline gelmiştir. İslâm hukukçuları bu yasayı aşağıdaki gibi dört bölümde düzenlemişlerdir.

a) Kadın ve kocanın, (biri Müslüman diğeri kafir olmak üzere) Dar'ul-İslâm'da bulunmaları durumu,

b) Kadın ve kocanın, bir, Müslüman diğeri kafir olmak üzere, Dar'ul-Küfür'de bulunmaları durumu,

c) Kadın ve kocadan birinin Müslüman olarak Dar'ul-İslâm'a hicret edip, diğerinin Dar'ul

En son gelişmelerden haberdar olmak için whatsapp kanalımızı takip edin