Dolar (USD)
34.48
Euro (EUR)
36.43
Gram Altın
2954.99
BIST 100
9293.99
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
21 Şubat 2024

Mimar Sinan üzerinden tezvirat yapılıyor

Dünkü yazımızda muallakta kalan meseleye cevap bulabilmek için kaldığımız yerden devam edelim. Gerçekten de Mimar Sinan son nefesini verirken bir bardak suya hasret mi gitti?.. Bu anlatılanlar hayal ürünü mü gerçek mi?.. Gerçeğe kapı aralamanın bir yolu var, o da dönemin belgelerine başvurmak. Dr. Coşkun Yılmaz bu konuda detaylı bir araştırma yaparak, “Mimar Sinan’ın Suyu Kesildi mi? Efsane ve Gerçek” başlığı altında Mimar Sinan ve Su, Sultangazi Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü Yayınları (Aralık 2017) arasında çıkan çalışmasında konuya açıklık getirerek pıtrak gibi yayılan hayal ürünü bilgileri, belgeler eşliğinde çöpe atmış. Nasıl mı? Özlüce anlatmaya gayret edelim.

Mimar Sinan, Kanûnî’nin torunu Sultan Üçüncü Murad’a kaçak su kullandığı iddiasıyla şikâyet edilir. Mimarbaşı ile ilgili şikayetler Divan-ı Hümayun’a değil, doğrudan padişaha ruk’alarla (dilekçeler) sunulur. Aslında şikayetler sadece Mimar Sinan’ın evine kaçak su alma meselesi değildir. Şöyle ki, çeşmelerin suyundan dönemin önemli devlet adamlarının da şahsi kullanımlarının konu ve şikayete sebep olduğu görülmektedir.

Sultan Üçüncü Murad, bu şikayetleri konu alan H. 25 Cemaziyel-ahir /1 Recep 985 - M. 9-14 Eylül 1577 tarihli fermanı İstanbul kadısına gönderir. Ne var ki bu dönemle ilgilenen uzmanların çalışmalarında İstanbul kadısının yaptığı bu tahkikatın sonucuyla ilgili doğrudan bir bilgiye ve belgeye ulaşmak mümkün olmamıştır.

İstanbul kadısı, Şıkk-ı Sâni Defterdarı Hasan ve Sinan Çavuş’a hitaben kaleme alınan Hicri 27 Cumâdelevvel 985 - Miladi 12 Ağustos 1577 tarihli bir fermanda Süleymaniye suyollarına bazı nüfuzlu kişilerin usulsüz müdahalede bulunması söz konusu edilmektedir. Hicri 14 Muharrem 994 - Miladi 9 Ocak 1586 tarihli İstanbul kadısına hitaben kaleme alınan bir başka fermanda, yine su problemi gündeme gelmektedir. Bu belgenin tarihi Mimar Sinan’ın şikâyet edildiği fermanıntarihinden dokuz sene sonradır.

Fermanlardan birincisinin tarihi 12 Ağustos 1577; Mimar Sinan’la ilgili fermanın tarihi 9 Eylül 1577; Süleymaniye suyollarından ihtiyaçları olan çeşmenin suyunun karşılanmasını isteyen Yenibahçe halkının taleplerinin incelenmekle görevlendiren fermanın tarihi ise 4 Ekim 1577’dir. Yaklaşık dokuz sene sonra, 9 Ocak 1586 tarihli fermanla da Şehzadebaşı Külliyesi’nin su meselesinin Mimar Sinan’ın isteği doğrultusunda halledilmesi emredilmektedir.

İkinci olarak devletin bütün hassasiyetine rağmen bazı nüfuzlu kişilerin çeşmelere ve imaretlere akan sudan kendi hanelerine ve mülklerine su bağlattıkları, ancak devlet katında buna müsamaha gösterilmediği anlaşılmaktadır. Mimar Sinan hakkında yapılan bir şikayetin bizzat İstanbul kadısı görevlendirilerek tahkik ettirilmesi de bu yöndeki hassasiyetin neticesidir. Bu tahkikatın nasıl sonuçlandığı şu ana kadar tam olarak aydınlatılamadığı için sadece bu tahkikatın açılmış olmasına bağlı aşırı yorumlar yapılması, “susuzluktan dudakları çatlamış bir kimsenin ölüm sahneleri”yle meselenin mizansenleştirilmesi bilimsellikle bağdaşamaz. Kaldı ki 9 Ocak 1586 tarihli fermanla, yani kendisine yöneltilen suçlamadan yaklaşık 9 sene sonra Şehzadebaşı Külliyesi’nin su meselesinin teftişine Mimar Sinan’ın görevlendirilmesi ve problemin çözümünün onun tavsiyeleri doğrultusunda halledilmiş olması da devlet katında görevinin ve itibarının devam ettiğini göstermektedir. Buradan kayd-ı ihtiyatla kendi hanesine su bağlatması meselesinin Koca Mimar’ın lehine sonuçlandığı dahi istidlal edilebilir.

*

Aslında Mimar Sinan ile ilgili bu ilk şikâyet değildir. Sâî Mustafa Çelebi’nin kaleme aldığı Tezkiretü’l-Bünyan/Tezkiretü’l-Ebniye’de Kırkçeşme suyollarının yapımında ve Süleymaniye Külliyesi’nin inşasında nasıl suçlamalara ve ağır ithamlara maruz kaldığını bizzat kendisi anlatmaktadır. Kendi konağına su bağlanmasının haksız bir suçlama olması da bu çerçevede düşünülebilir.

Ne zaman ortaya çıktığı, tarihi serüveni ve safahatını destekleyen bir bilginin henüz varlığı tespit edilemeyen hikâye; vefayı, yüceltmeyi, takdiri, vefasızlığı ve haksızlığı ifade maksadını gütse de kendi içinde haksızlıkları masumlaştıran, devrin sultan ve yöneticilerini suçlayan, Mimar Sinan’ın itibarını ve mimarbaşı olarak bu hayata veda ettiği gerçeğini göz ardı eden bir dile sahiptir ve kendi içinde de tutarsızdır.

Tarihî kaynaklar, “bir damla suya hasret öldü” ifadeleriyle anlatılan Sinan’ın bilakis muktedir bir yönetici ve büyük bir sanat dehası olarak son nefesine kadar görevinin başında olduğunu ve hayata mimarbaşı olarak veda ettiğini aktarmakta, vakıfları da ciddi bir mal varlığına sahip ve cömert bir hayırsever olduğunu göstermektedir.

Velhâsılıkelâm, belge ve bilgiden yoksun olarak ortaya atılan galat-ı meşhur hikâyedeki maksat; dünyaca şöhrete ulaşmış bir isim üzerinden “adalet”, “vefa” ve dahi Osmanlı’yı tahkir etmekten başka bir şey değildir.

***

49 YIL SÜREYLE BAŞMİMARLIK YAPTI

Kanûnî Sultan Süleyman, Sultan İkinci Selim ve Sultan Üçüncü Murad zamanında 49 yıl süreyle Osmanlı Devleti’ne baş mimarlık yapan, yarım asırlık mimarlık serüveninde yaşamı boyunca 82 cami, 52 mescid, 55 medrese, 7 darûlkurra, 20 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifâ, 6 su yolu, 10 köprü, 20 kervansaray, 36 saray, 8 mahzen ve 48 de hamam olmak üzere 350'den fazla yapıta imza atan koca Mimar Sinan huzurlu bir hâlde 17 Temmuz 1588’de vefat eder. Süleymaniye Külliyesi’nin bir köşesindeki mütevazı türbesinde toprağa verilir.

*

Mimar Sinan vefat etmeden evvel Süleymaniye Camii Külliyesi’nin yanında bulunan türbesinin inşaatını tamamlamış, hatıralarında yer alan şu önemli cümleyi vasiyet niteliğinde ifade etmiştir: “Ümit ederim ki geçen zaman içinde ve devran değiştiğinde eserlerime bakanlar gayretimi, çabamı görüp beni insaflarıyla yargılasınlar ve hayırlı duaları ile ansınlar.”

*

Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u fethederek “İslâm Medeniyeti”nin maddî ve manevî mührünü vurmuşsa; Sinan da mimarî dehâsını ortaya koyarak çağları aşan sanatının eşsiz örneklerini dünyaya âdeta tablo gibi asmıştır.

Türk mimarlık tarihi içinde bir güneş gibi parlayan Sinan’ın çıraklık eseri Şehzadebaşı’nda şefkati, kalfalık eseri Süleymaniye’de marifeti, ustalık eseri Selimiye’de ilahî aşkın tezahürünü görenler meftun olmuşçasına bir daha, bir daha, bir daha bakmaktan kendini alamıyor. Çağını aşan ve evrensel bir değer olan Sinan, böylece bütün zamanların en büyük mimarı ve mühendisi olmayı hak ediyor. Sanattan anlasın ya da anlamasın; mecnûn ya da velî olsun; müslim ya da gayrimüslim olsun fark etmiyor; insanlığın ortak diliyle Sinan’a teşekkür ediyor. Gözlere, gönüllere nakşedilen, birbirini aşan zarafet abidesi eserlerin gölgesinde Mimarbaşı Koca Sinan’nın vasiyeti niteliğindeki duasına “âmin” diyor, hayırla yâd ediyoruz.

******************

KOCA SİNAN’IN HUZURUNDAYIZ...

Yine yıllar evvel olduğu gibi mahcûb bir hâlde Koca Sinan’ın huzurundayız...

O, berzâh âleminde hesap gününü beklerken, biz nefes alıp verebilmenin şükrüyle duadayız...

Süleymaniye’de iki yol ağzının tam ortasında, kalfalık eserinin gölgesinde ismiyle müsemma cadde âdeta yıkım ve restorasyon sebebiyle abluka altında; sol tarafında Fetva Yokuşu Sokağı araç ve insan seli akmakta...

Yıllar evvel yine gözleri ve gönülleri rahatsız eden, Koca Sinan’ın kemiklerini ve dahi ruhunu sızlatan pejmürdelikler karşısında “Üç Mâbedin Gözyaşları” yazısını kaleme almış, okurlar tarafından teşekkürle taltif edilmiş, kadîm emanetlere sahip çıkması gerekenler tarafından tekzibe maruz kalmıştık. Heyhât ki geçen onca yıla rağmen hâlâ haklı çıkmanın utancını(!) yaşıyoruz...

Bir tarafta Sinan’ın kalfalık eseri ulu mâbed Süleymaniye dimdik ayakta, diğer tarafta Sinan’ın ruhuna eziyet eden köhne yapılar arz-ı endâm etmekte...

Bir tarafta “Biz insanları bir imtihan olarak iyilikle de, kötülükle de sınıyoruz...” âyetinin tecellisi gereği; hayırla yâd edilen Sinan, diğer tarafta ucube yapılarla mezbeleliğe çevrilen İstanbul vefasızlığın ızdırabını çekmekte...

Bir tarafta Yahya Kemâl Beyatlı’nın “Sana dün bir tepeden baktım azîz İstanbul” terennümü gönlümüzü okşarken, diğer tarafta İstiklâl ve İstikbâl şairimiz Âkif’in “Hadi gel yıkalım şu Süleymaniye’yi desen, / İki kazma kürek, iki de ırgat gerek. / Ancak, hadi gel yapalım şunu geri desen, / Bir Sinan, bir de Süleyman gerek” dizeleri Şubat’ın ayazında ruhumuzu titretmekte...

Bir diğer taraftan ise Sinan’ın şahsında medeniyet tasavvurunu ayaklar altına alan zihniyetin pıtrak gibi sardığı köhne yapıların yıkılmaya başlaması umudumuzu yeşertmekte...

Ezcümle; taş üstüne taş koyanlar var olsun, ecdat yadigârına sahip çıkmayanlar utansın.

****************

SEBÎL VE ÇEŞMELERİMİZ ÖMRE ÖMÜR KATIYOR

Ecdadımızdan bizlere “Su Medeniyeti”nin mirası olarak kalan sebîl ve çeşmelerin bazıları vandalizme kurban giderken, bazıları amaçları dışında kullanılıyor. Bu ecdad yadigârı eserlerden örnekler vererek yazı dizimize devam edeceğiz.

*

KAPALIÇARŞI SEBÎL VE ÇEŞMELERİ

Büyük Çarşı’da (Kapalıçarşı) iki bedesten, 4399 dükkân, 2195 oda ve hücre, bir hamam, 497 dolap, on iki hazine odası, bir cami, on mescid (Bodrum Hanı, Merdivenli, Esirci, İmâmeli, Terlikçiler Mescidi bunlardan bazıları olup ya yıkılmış ya da satılarak ticarethaneye çevrilmiş), iki şadırvan, bir sebîl, on altı çeşme (Kalpakçılar Caddesi ile Sipahi Sokağı köşesini süsleyen üç cepheli, barok üslûptaki mermer çeşme ise şehrin güzel sanat eserlerinden biridir. Büyük Çarşı’nın sebîli Mercan Kapısı’nda ayakkabıcılar ile köseleciler arasında bulunmaktadır), sekiz tulumbalı kuyu, bir türbe, yirmi dört han ve bir mektep bulunduğu bazı kaynaklarda ifade edilmiştir.

***

ZERÂFET ABİDESİ; HÜRREM SULTAN ÇEŞMESİ

Kanûnî Sultan Süleyman’ın eşi; İkinci Selim, Mihrimah Sultan, Şehzade Cihangir, Şehzade Bayezid, Şehzade Mehmed ve Şehzade Abdullah’ın annesi olan Haseki Hürrem Sultan tarafından 1556’da Mimar Sinan’a yaptırılan “Hürrem Sultan Hamamı ve Çeşmesi” zerâfetiyle dikkat çekiyor.

Mimar Sinan’ın İstanbul’da inşa ettiği ilk mimari eser olan Haseki Hürrem Camii ve Külliyesi’ne (1538/1539) gelir sağlamak amacıyla yapılan hamamın yanındaki çeşmeden su içenler Muhibbî’nin “Aşkınla ben divaneyem” dediği hayırhahlılığıyla tanınan Hürrem Sultan’a dualar ediyor.

Ayasofya Camii ile Sultanahmet Camii arasında bulunan Ayasofya Hürrem Sultan Hamamı’nın batı duvarında yer alan ve Ayasofya Hürrem Sultan Hamamı Restorasyon Projesi kapsamında elden geçirilen tarihî çeşme turistlerden yoğun ilgi görüyor.

***

YÂ RAB, AHMED KULUN HİZMETİNDEDİR

Sultan Ahmed Camii’nin külliyesi henüz 14’ünde iken Osmanlı tahtına çıkan ve 14 yıl hükümdarlık yapan Sultan Birinci Ahmed tarafından, 1609-1617 yılları arasında Mimar Sinan’dan sonra Türk mimarlığının meşalesini zirveye taşıyan Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa’ya yaptırılmış.

Dindarlığıyla bilinen Sultan Birinci Ahmed, Yüce Rabbine şükrünün ifadesi olarak dedelerinin İstanbul tepelerinde yükselttiği ibadethanelerden daha görkemli bir mâbed yaptırmak ister. Evliya Efendi, Azîz Mahmûd Hüdâyî, Kara Sümbül Efendi, Kalender Paşa, Kemankeş Ali Paşa ile birlikte temel atma duasına iştirak eden Sultan Birinci Ahmed, caminin temeline ilk kazmayı vurarak, eteğiyle toprak taşımış. “Yâ Rab, Ahmed kulun hizmetindedir” duasını temeline katarak bugün seyrine doyamadığımız, manevi hazzından kendimizi alıkoyamadığımız şaheserin meydana gelmesine öncülük etmiş.

Sultan Ahmed Camii külliyesi; medrese, darû-l kurra, sıbyan mektebi, arasta, hamam, imaret, darü’ş-şifâ ve türbeden oluşur ve merkez yapısı bir dış avluyla çevrelenir. (Caminin içinin 20 bini aşkın yeşil, beyaz ve mavi renkli İznik çinisiyle bezenmesinden dolayı Avrupalılar buraya “Mavi Camii - Blue Mosque” olarak adlandırmaktadır.) Her köşesi ayrı bir sanatla bezeli Sultan Birinci Ahmed Camii, bütün zarafetinin yanında 6 minaresiyle de bir ilk olma özelliğini taşır.

Mermer döşemeli iç avlusu 26 sütun üzerine 30 kubbeyle örtülü revakla çevrili olan caminin iç avlusunun ortasında altı sütunlu bir şadırvan kondurulur. Selâtin camilerin içerisinde en büyük iç avluya sahip yapının dışındaki revaklı abdest şadırvanlarından şırıl şırıl akan sular ise dokunduğu her şeyi pâk eder.

Sultan Ahmed Camii, büyüklükte yücelişin, zarafetle ihtişamın, imanla samimiyetin bütünleşip kaynaştığı ulu bir mâbeddir. Alçak gönüllü ve dindar bânisi caminin tamamlanmasından kısa bir süre sonra, külliye binaları bitirilmeden vefat eder. Noksanları tam eylemek arkadan gelen emanetçilere düşer. O gündür, bu gündür her vakitte minarelerden yükselen ezan sesleri, oluk oluk akan insan selleri, dualara kalkan mümin elleri, dış avlunun kuzeydoğusunda yatan zâtı unutulmayanlar safına katar.

*

Caminin içinde kıyama, rükûya, secdeye varanlar Rablerine olan biatlarını tazelerken, iç avluda ise, her yıl Receb ayının 12. günü Hacı adayları ve Sürre Alayı’na teslim edilmek üzere Kâbe örtüsü büyük ustalar tarafından titizlikle işlenirmiş. (Daha önceleri her sene Mısır'da dokunan Kâbe örtüsü de, 1798’de Mısır'ın Napolyon Bonapart tarafından işgal edilmesinin ardından, İstanbul'da hazırlanmaya başlanmış.)

Hac kafilesi Mevlid Kandili'nde yani Rabiulevvel ayının 12'sinde İstanbul'a geri döner, Sultan Ahmed Camii'nde gerçekleşen Mevlid Merasimi'nde padişah ve devlet ileri gelenlerine Mekke'den gönderilen hurma ikram edilir, Haccın sağ salim gerçekleştiğine dair gönderilen berât okunurmuş.

Bu gelenekler zamanlar terk edilse de ulu mâbed karşısındaki Ayasofya-i Kebîr Câmi-i Şerîfi ile çifte ezanlarıyla bütün müminleri selâh ve felâha davet ediyor.

Yarın devam edeceğiz, inşallah.