İstanbul bize emanettir
Muhterem Osman Nuri
Topbaş Hocaefendi, geçtiğimiz günlerde
Fahri Sarrafoğlu'nun hazırlayıp sunduğu "İstanbul Sırları" programında,
İstanbul'la ilgili değerli bilgiler vermişti.
İstanbul denilince
ilk akla Eyüpsultan gelir. Zira burada, büyük sahabi Ebû Eyyüb-e Ensari Hazretleri medfundur.
Ebû Eyyubel Ensari Türbesi, İstanbul'a ilk gelenlerin ziyaret
yeri olduğu gibi, Hacca'a gidenlerin de mukaddes yolculuk öncesi ziyaret ettikleri müstesna bir
mekandır.
FAHRİ
SARRAFOĞLU
İLİM Yayma Cemiyeti
kurucularından, Hâce Mûsa Topbaş
veliyullah'ın mahdumu, ilim ve irfan sahibi, Kur'an-ı Kerim hizmetkârı, ehli sünnet müdafilerinden
Osman Nuri Topbaş Hocaefendi ile İstanbul üzerine bir
sohbet gerçekleştirdik. Zira kendileri bir İstanbul aşığıdır. Onun
dilinden hem bu kadim şehri tanımak hem de sohbetinden istifade etmek istedik.
- Muhterem Efendim,
öncelikle çok teşekkür ediyoruz.İstanbul denilince; tarihimiz, kültürümüz ve gönül dünyamız itibârıyla bizim için ne ifade eder?
İstanbul bizim için çok değeri olan bir şehirdir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve
sellem- Efendimiz, “İstanbul
fetholunacaktır…” buyurmuştur. Bu müjdeye ulaşabilmek için Ebû Eyyûb el-Ensârî
Hazretleri’nden başlayarak akın akın Fatih Sultan Mehmed Hân’a kadar akınlar devam etmiştir. Yeter ki
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüreğinde bir yerimiz olsun, kıyâmet
günü bir yerimiz olsun diye. İstanbul deyince en başta mânevî olarak, Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri hatırımıza gelir. Seksen küsur yaşında iki ayrı İstanbul seferinde
bulundu. Vasiyeti şöyleydi: “Eğer bu seferde vefât edersem, askerimizin adımını attığı son noktaya gömün beni. Benden sonra gelen asker, daha
öteye gitsin."
Yani bedeniyle dahî bir ufuk vermeye çalıştı. Hakikaten, arkadan
gelenler de bu vasiyeti yerine getirdi. Ondan sonra Avrupa seferleri başladı.
Eyyûb el-Ensârî Hazretleri 1.400 sene evvel vefât
etti. Bugün baktığımız zaman; bizim mi ziyaretçimiz çok, Eyyûb el-Ensârî
Hazretleri’nin mi ziyaretçisi?.. Mâşâallah, doluyor taşıyor. Hem
Türkiye’mizden, hem de Dünya’nın dört bir tarafından.
- İstanbul’un fethi Fatih Sultan Mehmed
Hazretleri’ne kısmet oldu.
-Tabii ki.. Yani Cenâb-ı Hak ona, o fethi ihsân etti, ikram etti. İstanbul, bize Peygamber
Efendimiz’in bir müjdesi ve Efendimiz’in gelecek nesillere bir emanetidir. İnşâallah kıyâmete kadar, İslâmbol olarak devam eder.
-Muhterem Efendim, İstanbul
neden bu kadar önemlidir?
-İstanbul boğazı, âdeta bir gerdanlık gibi
şehri süsler. Öyle bir süsleyiş ki, Cenâb-ı Hak öyle halk etmiş ki, bu İstanbul boğazı biraz daha geniş olsa denize benzer. Biraz daha dar olsa dereye benzer. Cenâb-ı Hak
öyle bir kıvam, öyle bir güzellik, öyle bir zarâfet vermiş ki. Buranın yaratılışında Cenabı Hakk'ın ayrı
bir güzel lûtfu var.
Ayrıca İstanbul, tabiî güzelliklerle donatıldığı gibi, maddî-mânevî güzelliklerle de donatıldı. Nasıl ki bir
câmînin îmârı, onun hattı, tezyin ve dekorlarından önce sâlih ameller, cemaat,
ihlâslı kalabalıklar, tilâvetlerle olursa; bir şehrin de mânevî bir îmârı,
maddî îmârından daha evvel gelir.
- Efendim. gençlerimize İstanbul’u sevdirmek
istiyoruz. İstanbul’u gezmeye,
daha doğrusu İstanbul’u sevmeye nereden başlayalım?
-Şâirin güzel bir mısraı
var:
Yetişmez mi bu şehrin halkına bu nîmet-i Bârî,
Rasûl-i Ekrem’in yâri Ebâ Eyyûb el-Ensârî!..
Yine oradan başlamak. Bir teberrük makâmıdır. Osmanlı’da sultanlar da taht’a
cülûs merasiminin bir parçası olarak Eyüb Sultan’da kılıç kuşanırlardı. Oradan
başlardı. Bunun için yine oradan başlamak lazım.
Tabii ki tarihî eserlerimizi; Süleymaniye,
Sultanahmed vs. emsâllerini de ihmal etmemek
gerekir.
Da Vinci'yi hangi Sultan veto etti?
- Fatih Sultan Mehmed
Han’la devrin birçok ünlü sanatçısı İstanbul’a gelmek istedi. Ama bir çoğuna müsâade edilmedi. Bunun sebebi sizce nedir acaba? Neden o sanatçıların İstanbul’a gelmesi
istenmedi?
- Leonardo da Vinci de
gelmek istedi. Dedi ki, “İstanbul’un mimar, hamam, câmi, yol gibi projeleriniben çizeyim ben yapayım” dedi. Hattâ buna saraydaki Kubbealtı vezirleri çok sevindiler. Ne de olsa dünyaca meşhur bir mimar
gelecek, İstanbul’u tanzim edecek.
Fakat Fatih’in oğlu 2. Bayezid Han Hazretleri: “Yok dedi, hayır dedi, eğer
o gelirse, buraya bir hristiyan mîmârîsi yerleşir. Oysa biz mîmârîmizi kendimiz inkişâf
ettireceğiz” dedi.
Tabi bu, bir firâset, bir mü’minin firâseti. Daha sonra da Sinanlar geldi. Bizim rûhumuzu aksettirecek sanatkârlar vücut buldu.
- Tarih şuuruyla baktığımız
zaman, İstanbul muhteşem mâzinin hatıralarıyla dolu. Külliyeler, câmiler, sadaka taşları,
şehidlikler, dergâhlar, türbeler ve kabirler…
- Tarih, bir milletin hâfızasıdır.
Millî tecrübeler
mecmuasıdır. Bu yüzden mâzi çok mühimdir. Mazinin bittiği yerde millet biter. İnsan
biter, iz’an biter. Çünkü millet, bir bakıma tarihinden ibarettir. Onu mânevî
değerlerinden ve tarih şuurundan uzaklaştırırsanız, geriye insan sürüsü kalır.
Onun için bugün gençlerimize bilhassa bu şerefli tarihimizi aksettirmemiz lâzım.
- Şimdi Efendim, Mimar Sinan’ın güzel
eserleri var. Fakat eserlere bakıyoruz, ondan sonraki bir Sedefkâr Davud Ağa,
Mimar Ahmed Ağa, Tâhir Ağa… Baktığımız zaman sadece bina yapmıyorlar, bir imza
da atıyorlar. Nedir o eserlerdeki sırlar? Tasavvuf bilgisi
olduklarını da görüyoruz. Yani o kubbe niye öyle? O minare niye altı, niye dört,
ya da o estetik oraya niye öyle konulmuş, bir mânâsı var.
-Bu konuda sadece mimarların değil, o dönemdeki Osmanlı devlet
adamlarından tutun, aşağıya kadar herkesin bir tasavvuf terbiyesinden geçtiğini
görüyoruz. Burada tabi, kalbin o
rûhânî istîdatları, taşa, toprağa aksetmiş durumda. Bu câmînin yapılışlarına baktığımız
zaman, bir defa her taş, abdestli konuyor. Mâneviyat bakımından. Süleymaniye Külliyesi yapılırken, Kânûnî Sultan Süleyman bir tâlimat
verdi. Bu tâlimatta aç hayvana bile (yük) taşıttırılmayacak. Doyurulacak, ondan
sonra taşıttırılacak. Eğer yorgunsa
dinlendirilecek. Yani bir mahlûkat hukukuna bile dikkat edilmiştir.
Hattâ Süleymaniye açıldıktan sonra da Kânûnî Sultan Süleyman, bütün çalışan işçileri,
kalfaları, mühendisleri toplamış ve demiş
ki:
“Yanlışlıkla, sehven eğer hakkını alamayan varsa, gelsin lütfen hakkını istesin.
Burada bulunmayan çalışan işçiler varsa, onlara da lütfen bu söylensin. Onlar
da gelsin hakkını istesin…”
Minareler Allah'a açılan ellerdir...
-Osmanlı
mimarisinin özellikleri neydi efendim?
-Bir kere
minareler. Allâh’a açılan ellerdir o minareler. Semâya kalkan duâlar oradan… Şadırvanlar ayrı bir güzellik. Hem
abdest alacak, hem abdest alırken duâlar okuyacak, hem de o güzel estetik
içinde ibadete hazırlanılacak. Meselâ bir Süleymaniye Câmii’ne baktığımız zaman loştur. Fakat bir rûhî derinlik verir.
Süleymaniye Câmii’nin eski hatîbi bir gün teşrif etmişti, sohbet
ediyorduk. Şöyle bir hâdise nakletti:
Bir turist kâfilesi zaman zaman gelir. Benim de dikkatimi çekti sık sık
gelmesi. Kendilerine yaklaştım:
“Siz dedim, sık sık geliyorsunuz, iki ayda, üç ayda bir; kimsiniz dedim, sizi ne gibi
duygulara götürüyor bu mâbed?”
Dedi ki:
“Biz dedi, Güney Amerika’dan geliyoruz. Biz bunaldığımız zaman, sıkıldığımız
zaman buraya geliriz, otururuz, bizim burada rûhumuz dinlenir.”
Terapi yapıyorlar bir anlamda. Hakîkaten
Süleymaniye, Sultanahmed Câmii’ne gidildiği zaman, oraya gelen turistler şöyle bir dolaşıp
gitmiyor, bir müddet oturuyorlar orada. Demek ki oradan birtakım in’ikâs geliyor,
duygular oluyor. Yani o şekilde rûhunu bir dinlendiriyor.
Tutup o geometrik binaları seyretmiyor kuru
kuruya. O kaktüs gibi binaları, gökdelenleri dolaşmıyorlar. Neden? Çünkü ondan rûhuna bir şey almıyor.
Kayd-ı hayat şartıyla beni buraya hapsedin
- Efendim, ecdadımızdan Allah razı olsun. Nice eserler bıraktılar bizlere. Peki bizler ve bizden sonrakiler bunu nereye götürebiliriz, neler yapabiliriz?
- Tarihe baktığımız zaman, dünyaya hükmetmiş
hükümdarlar vardır. Firavunlar var, Nemrutlar var. Bunların zulümlerini ve
fânîlik karşısındaki acziyetlerini ifade eden mezarları var. Yani bu kasvetli
mezarları da bir zulüm âbidesi.
Bir Mısır’a gittiğiniz zaman, piramitler var. Yani on bin insan çalıştırılmış, bir insanın
cesedini gömmek için. Ve bu piramitler yapılırken de içlerinden birkaç kişi de
vefat etmiş. Zulümle yapılmış.
Bir Sodom Gomore’ye gittiğiniz
zaman, birtakım taşlaşmış insanlar görürsünüz. Pompei’ye gittiğiniz zaman, taşlaşmış insanlar görürsünüz,
Sodom Gomore’ye gittiğinizde bataklık bir göl
görürsünüz. Yani insanlığa bıraktıkları hiçbir şey yok.
Fakat bizim hayatımızda îlâ-yı kelimetullah, tâzim li-emrillâh, şefkat alâ halkıllâh düsturuyla
vakfetmeleri (neticesinde), ecdâdımızın binlerce eseri kalmıştır.
Yıllar evvel Abdülhamid’in bir
torununun torunu geldi. Şöyle bir Sultantepe’den, Üsküdar’dan manzarayı seyretti. Dedi ki:
“Beni, kayd-ı hayat şartıyla buraya hapsetseler de İstanbul’u
seyretsem.”
Her yerde ecdadımızın eserleri var
"Bir su içmek istediğimiz zaman,
bir Terkos Gölü, Bezm-i Âlem Vâlide
Sultan’ın vakfiyesidir. Unkapanı’ndan geçerken ilk köprü, yine
ecdâdımızın köprüsüdür. Askerî kışlaları
gezmek istersek, Davud Paşa, Râmi, Haydar Paşa kışlaları, onlar da ecdâdımızın bize yâdigârı. Bir hastahaneye gitmek
durumunda olduğumuz zaman Vakıf Gurabâ, Çapa, Haydar Paşa ve emsalleri, Haseki… Onlar da ecdâdımızdan bize kalan hastahaneler. Bir tren yolu.
Abdülhamid’in zamanında, Osmanlılar zamanında yapılmış."
Osmanlı'nın merhameti bir ağ gibiydi
Osmanlı'nın hizmet
ruhu, o zamanlar tekkeler inşâ ediyordu, dergâhlar
inşâ ediyordu. Vakıflar kuruldu. Aşağı yukarı 26 bin 600 küsur vakıf kuruldu. Bunlar, toplumu; merhametle, şefkatle bir ağ gibi ördüler. Külliyeler yapıldı. Câmi, câminin etrafında
şifâhanesi, sebili, aşhanesi, mektebi, kütüphanesi. Yani halk, mânevî ihtiyacını,
maddî ihtiyacını, gelsin bu külliyeden görsün diye... Yani Osmanlı’da çok ince bir düşünüş vardı.
Osmanlıda kavimcilik neden yoktu?
- Evet Yoktu. İstanbul'a baktığımız zaman, değişik kültürlerden
insanlar vardı. Bir mikser düşünelim. Bu mikserin içinde bütün ırklar var ve bu mikserin düğmesine basıldığı zaman, hepsi Osmanlı bayrağının altında
toplanıyordu. Osmanlıyız diyordu. Kürt de Osmanlıyız diyordu, Türk de Osmanlıyız
diyordu. Arnavut da Osmanlıyız diyordu, Boşnak da Osmanlıyız diyordu. Diğer gayr-i müslim kavimler de saygılıydı. Çünkü onların da hak ve hukukları gözetilip korunuyordu. Yani
Osmanlı o kadar hoşgörülüydü. Bugün bu mümkün mü? Hayali bile mümkün değil…
Gençlere maneviyat vermek gerek
Gençlerimize tarih şuuru vereceğiz inşâallah. Ama çok gayret etmemiz lâzım. Uyuşturucu, içki, kumar, fuhuş. Maalesef yabancı tesirler çok zararlı oluyor Gençleri kültürden de kopartıyor, benlikten de kopartıyor,
insanlıktan da kopartıyor. Gençlere bir defa mâneviyat vermeden olmaz. Mânevî terbiye zarurî. Tabi, âileler de zayıfladı. Âilelerde İslâm kültürü çok azaldı. Bizlere çok iş düşüyor. Ecdadımız İslâm’ı nasıl yaşayarak anlattı? Biz de öyle yapmalıyız. İşte bugün mahrumiyet çektiğimiz budur. Bu mahrumiyeti bitirmemiz lazım.
"Üye/Üyeler suç teşkil edecek, yasal açıdan takip gerektirecek, yasaların ya da uluslararası anlaşmaların ihlali sonucunu doğuran ya da böyle durumları teşvik eden, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik ya da ahlaka aykırı, toplumca genel kabul görmüş kurallara aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde hiçbir İçeriği bu web sitesinin hiçbir sayfasında ya da subdomain olarak oluşturulan diğer sayfalarında paylaşamaz. Bu tür içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk münhasıran, içeriği gönderen Üye/Üyeler'e aittir. MİLAT GAZETESİ, Üye/Üyeler tarafından paylaşılan içerikler arasından uygun görmediklerini herhangi bir gerekçe belirtmeksizin kendi web sayfalarında yayınlamama veya yayından kaldırma hakkına sahiptir. Milat Gazetesi, başta yukarıda sayılan hususlar olmak üzere emredici kanun hükümlerine aykırılık gerekçesi ile her türlü adli makam tarafından başlatılan soruşturma kapsamında kendisinden Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 332.maddesi doğrultusunda istenilen Üye/Üyeler'e ait kişisel bilgileri paylaşabileceğini beyan eder. "
Yorum yazma kurallarını okudum ve kabul ediyorum.