Hakka suresi kaç ayettir?
Hakka suresi kaç ayettir? Hakka suresi okunuşu ve anlamı nasıldır? Hakka suresinin tefsiri nasıldır? Hakka suresi Arapça ve Türkçe okunuşu nasıldır? Kıyametin şiddetini anlatan Hakka suresine dair detaylar haberimizde...
Hakka suresi Mekke’de nazil olmuştur. Elli iki ayettir. İlk ayette geçen el-Hâkka kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede, Kur’ân-ı kerîmin doğruluğu ve Allahü teâlânın kelâmı olduğu açıklanmakta, kıyâmet ve kıyâmetin vukûu sırasın da meydana gelecek şiddetli hâdiselerle, eski kavimler ve onların taşkınlık ve bozgunculukları bildirilmektedir. Hakka suresinin okunuşu, anlamı, tefsiri nasıldır? İşte Hakka suresi hakkında bilgiler...
Kim Hâkka sûresini okursa,Allahü teâlâ onun hesâbını kolay eyler. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
Kısaca Konusu : Sûrenin ana konusu vahiy yani Kur’an’ın ilâhî kelâm oluşu ve peygamberliktir. Ayrıca kıyamet halleri; yeryüzünde fesat çıkaran ve peygamberleri yalancılıkla itham eden Âd, Semûd, Lût, Firavun, Nûh kavimleri gibi eski kavimlerden, bunların başına gelen musibetlerden söz etmekte, âhirette mutlu ve bedbaht olacak kimselerin durumlarını açıklamaktadır.
HÂKKA SÛRESİ TÜRKÇE OKUNUŞU
Bismillahirrahmanirrahim
1. Elhakkatu.
2. Melhakkatu.
3. Ve ma edrake melhakkatu.
4. Kezzebet semudu ve ‘adun bilkari’ati.
5. Feemma semudu feuhliku bittağıyeti.
6. Ve emma ‘adun feuhliku birıyhın sarsarin ‘atiyetin.
7. Sahhareha ‘aleyhim seb’a leyalin ve semaniyete eyyamin husumen feterelkavme fiyha sar’a keennehum a’cazu nahlin haviyetin.
8. Fehel tera hehum min bakıyetin.
9. Ve cae fir’avnu ve men kablehu velmu’tefikatu bilhatıeti.
10. Fe’asav resule rabbihim feehazehum ahzeten rabiyeten.
11. İnna lemma tağalmau hamelnakum fiylcariyeti.
12. Linec’aleha lekum tezkireten ve te’ıyeha uzunun va’ıyetun.
13. Feiza nufiha fiysuri nefhatun vahıdetun.
14. Ve humiletil’ardu velcibalu fedukketa dekketen vahıdeten.
15. Feyevmeizin veka’atilvakı’atu.
16. Venşakkatissema’u fehiye yevmeizin vahiyetun.
17. Velmeleku ‘ala ercaiha ve yahmilu ‘arşe rabbike fevkahum yevmeizin semaniyetun.
18. Yevmeizin tu’radune la tahfa minkum hafiyetun.
19. Feemma men utiye kitabehu bi yemiynihi feyekulu haumu’krau kitabiyeh.
20. İnniy zanentu enniy mulakın hısabiyeh.
21. Fehuve fiy ‘ıyşetin radıyetin.
22. Fiy cennetin ‘aliyetin.
23. Kutufuha daniyetun.
24. Kulu veşrebu heniyen bima esleftum fiyl’eyyamilhaliyeti.
25. Ve emma men utiye kitabehu bişimalihi feyekulu ya leyteniy lem ute kitabiyeh.
26. Ve lem edri ma hısabiyeh.
27. Ya leyteha kanetilkadıyete.
28. Ma ağna ‘anniy maliyeh.
29. Heleke ‘anniy sultaniyeh.
30. Huzuhu feğulluhu .
31. Summel cehıyme salluhu.
32. Summe fiy silsi letin zer’uha seb’une zira’an feslukuhu.
33. İnnehu kane la yu’minu billahil’a zıymi.
34. Ve la yehuddu ‘ala ta’amil miskiyni.
35. Feleyse lehulyevme hahuna hamiymun.
36. Ve la ta’amun illa min ğısliynin.
37. La ye’kuluhu illelhatıune.
38. Fela uksimu bima tubsırune.
39. Ve ma la tubsırune.
40. İnnehu lekavlu resulin keriymin.
41. Ve ma huve bikavli şa’ırin kaliylen ma tu’minune.
42. Ve la bilkavli kahinin kaliylen ma tezekkerune.
43. Tenziylun min rabbil’alemiyne.
44. Velev tekavvele ‘aleyna ba’dal’ekaviyli.
45. Leehazna minhu bilyemiyni.
46. Summe lekata’na minhulvetiyne.
47. Fema minkum min ehadin ‘anhu haciziyne.
48. Ve innehu letezkiretun lilmuttekıyne.
49. Ve inna lena’lemu enne minkum mukezzibiyne.
50. Ve innehu lehasretun ‘alelkafiriyne.
51. Ve innehu lehakkulyakıyni.
52. Fesebbih bismi rabbikel’azıymi.
HÂKKA SÛRESİ ANLAMI
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1. "Gerçekleşecek olan."
2. Nedir o "Gerçekleşecek olan"?
3. "Gerçekleşecek olan"ın ne olduğunu sen bilir misin?
4. Semud ve Âd kavimleri Kâria'yı (başlarına çarpacak olan felâketi) yalanlamışlardı.
5. Bu yüzden Semud kavmi korkunç bir sesle helâk edildiler.
6. Âd kavmi de uğultulu, önünde durulmaz bir rüzgârla yok edildiler.
7. Allah onu, yedi gece sekiz gün ardarda onların üzerine musallat etti. Öyle ki, sen o kavmi oracıkta içi boş hurma kütükleri gibi yere serilmiş bir halde görürsün!
8. Şimdi onlardan hiç geri kalan görüyor musun?
9. Firavun, ondan öncekiler ve altüst olmuş şehirlerde oturanlar da hep günah işlediler.
10. Böylece Rablerinin peygamberine isyan ettiler. O da onları şiddeti gittikçe artan bir yakalayışla yakalayıverdi.
11. Su iyice kabarıp taştığı vakit, şüphesiz ki yüzüp giden gemide sizi biz taşıdık.
12. Onu sizin için bir ibret ve öğüt yapalım ve anlayışlı kulaklar onu anlasın diye.
13. Sur'a ilk defa üflediği zaman.
14. Yer ve dağlar kaldırılıp birbirine şiddetle çarpılarak darmadağın edildiği zaman.
15. İşte o gün olacak olur, (kıyamet kopar).
16. Gök de yarılır ve artık o gün çökmeye yüz tutar.
17. Melekler de (göğün) etrafındadır. O gün Rabbinin arşını, onların üzerinde sekiz melek yüklenir.
18. O gün siz huzura arzolunursunuz ve hiçbir şeyiniz gizli kalmaz.
19. Kitabı sağ eline verilen kimse: "Alın kitabımı okuyun!" der.
20. "Ben zaten hesabıma kavuşacağımı sezmiştim."
21. Artık o safalı bir hayat içindedir.
22. Yüce bir cennette.
23. Meyveleri sarkmış.
24. "Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü âfiyetle yiyin, için!"
25. Kitabı sol eline verilmiş olana gelince, o da der ki: "Kitabım keşke bana verilmeseydi!"
26. "Hesabımın ne olduğunu bilmeseydim!"
27. "Ah! Keşke bu iş son bulmuş olsaydı!"
28. "Malım bana hiçbir fayda vermedi."
29. "Saltanatım benden ayrılıp gitti."
30. "Tutun onu! Hemen bağlayın!"
31. "Sonra atın onu cehenneme!"
32. "Sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun!"
33. Çünkü o, ulu Allah'a iman etmezdi.
34. Ve yoksulu doyurmayı teşvik etmezdi.
35. Bugün onun için candan bir dost yoktur.
36. Kanlı irinden başka yiyeceği de yoktur.
37. Onu ancak günahkârlar yer.
38. Görebildikleriniz üzerine yemin ederim ki!
39. Ve göremedikleriniz üzerine de.
40. Kur'an elbette şerefli bir peygamberin sözüdür.
41. O bir şâir sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!
42. Bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!
43. O (Kur'an) âlemlerin Rabbinden indirilmedir.
44. Eğer o (Peygamber), bize karşı bazı sözleri kendiliğinden uydurmuş olsaydı,
45. Elbette biz onu kuvvetle yakalardık.
46. Sonra da kalp damarını koparırdık.
47. Sizden hiç kimse onu koruyamazdı.
48. Doğrusu o (Kur'an) takvâ sahipleri için bir öğüttür.
49. Bununla beraber biz biliyoruz ki, içinizde onu yalanlayanlar vardır.
50. Muhakkak ki o, kâfirler için bir üzüntüdür (bir iç yarasıdır).
51. Ve kesinlikle o, şüphe olmayan bir gerçektir.
52. Öyleyse yüce Rabbinin adını tesbih et.
HÂKKA SÛRESİ TEFSİRİ
O Hâkka. Bu, isim cümlesinin mübtedâsı, bundan sonra gelen kısım haberdir. "Ahid lâmı" ile el-Hâkka, el-Vâkıa, es-Sâa gibi kıyamet gününün isimlerinden olduğunda bir anlaşmazlık yoktur. Fakat ve gibi kavramlarla ilgisine ve sıfatlıktan isimliğe geçirilmesine göre bu kelimenin ne gibi bir anlam ifade ettiği hakkında on kadar izah şekli nakledilmiştir.
1. Hakk kelimesi "sabit ve gerekli" mânâlarında alındığı takdirde el-Hâkka; meydana gelmesi gerekli olan, geleceği hiç kuşkusuz sabit olan saat demektir.
2. Hakk kelimesi, bir şeyi hakikati üzere tanımak ve tanıtmak mânâsına mastar olarak düşünüldüğünde "el-Hâkka", kendisinde durumların hakkıyle tanınacağı, yani eşyanın hakikatini açıp ortaya çıkaracak saat demektir.
3. el-Hâkka, "işlerin hakikatlerini kapsayan" demektir. Yani içinde, doğruluğu ve gerçekleşmesi gerekli işlerin ve hallerin meydana geldiği şey demektir ki, Kıyamet'te meydana gelmesi ve varlığı gerekli olan sevap, ceza ve diğer kesin işleri ifade eder.
4. Hâkka, hakka demektir. Hakka ise, hukûk kelimesinin tekili olan hak tan daha özeldir. "Bu benim özel hakkımdır." mânâsına denir.
5. Hâkka, şaşmaksızın inen ve yapacağını yalansız yapan bela demektir ki "Onun oluşunu yalanlayan yok."(Vâkıa, 56/2) mânâsınadır.
6. Bir toplum üzerine meydana gelmesi hak olan vakit demektir ki birinci mânâya yakındır.
7. Herbir doğruluk ve eğriliğe, iyilik ve kötülüğe ceza ve mükâfatın hak olduğu, başka bir deyişle her çalışana çalışmasının karşılığının verilmesinin hak olduğu vakit demektir ki, bu da kıyamettir.
8. Yükümlü ve sorumlu kişilerin yaptığı işlerin bütün eserleri gerçekleşip artık bekleme sınırından çıkıldığı hak saat demektir. Çünkü bütün sevap ve ceza o gün ortaya çıkar.
9. Ezheri'nin görüşüne göre, yenmeye ve üstün gelmeye çalışmak mânâsına, onunla karşılaştım da onu hakladım, yani "yenişmek üzere karşılaştım da ben yendim" denilmesinde olduğu gibi "haklamak" yani hakkından gelmek mânâsınadır. Çünkü bu kıyamet günü, dini hususunda Allah'la batıl yoldan yarışa kalkanları hep hakları, yenilgiye uğratır.
10. Ebu Müslim'in görüşüne göre, el-Hâkka, "Rabbının sözü hak oldu."(Yunus, 10/33; Ğâfir, 40/6) âyetinde geçen fiilinden türetilmiş fâile (etken ortaç)tır.
11. Âkıbet, âfiyet kelimeleri gibi mastardır ki, "sırf hakikat" demek olur.
12. Bu kelime, kıyametin ismi olması itibarıyla, başka herhangi bir anlamı düşünülmeden, türememiş isim olur.
Bunların herbirinden bir mânâ anlaşılmakla beraber, demek oluyor ki el-Hâkka, "O Hâkkanın ne olduğunu sana ne bildirdi?" buyrulduğu üzere akıl ve düşünceyle bilinen bir şey değildir.
2. Ne o Hâkka? Bu soru, olayın büyüklüğünü ve korkunçluğunu göstermek içindir. Yani, ne büyük, ne dehşetli bir trajedidir o Hâkka? demektir.
3. Şu âyet de onun korkunçluk ve dehşetini vurgular: O Hâkkanın ne olduğunu kavramanı sağlıyarak sana kim bildirdi?. Bu âyetin başındaki da bir önceki âyette olduğu gibi soru için olup mübtedâdır. Dirâyet kökünden türetilen "bildirdi" fiili haber; Peygambere hitap eden ikinci şahıs zamiri "sana", bu fiilin birinci mef'ulü (tümleci), nedir o Hakka?" cümlesi ise yine aynı fiilin ikinci mef'ûlü (tümleci)dir. Yani o hâkka öyle büyük, öyle dehşetli bir trajedidir ki onun şiddet ve dehşetinin büyüklüğü yaratıklardan birinin kavrayış ve zekasıyle, tahmin ve takdiri ile bilinemez. Kimsenin tasarı ve kavramasına sığmaz. Onun ne olduğunu, fiilen meydana gelmesi anlatır. Meydana gelmesi de önceden kavrama ile değil, ancak Allah tarafından haber verilmek ve nakledilmek suretiyle bilinebilir. Bundan dolayı sen de onu bilgi ve kavrayışınla değil, yüce Allah tarafından Peygamber olarak gönderilmekle bilip haber vereceksin. Fakat onun hakikatı ve büyüklüğü, meydana gelmeden önce tasarı ve düşüncelere sığmayacağı için haber vermekle de kavranamaz. Ancak detayını araştırmaksızın verilen habere îman edilmek suretiyle rivayet yoluyla bilinir. Bu nedenle habere inanmayanlar onu sadece akıl ve zeka ile kavrıyamadıklarından dolayı "kuruntu, masal, boş inanç, şiir, uydurma, aldatma" diye türlü sözlerle yalanlamaya kalkışırlar. Böylelerine verilecek en güzel öğüt de, akılların tahmin ve takdirine sığmaz dehşetli ve korkunç halleri ile meydana gelmesi öteden beri kulaklara küpe, dillere destan olmuş, geçmiş olayların haber verilip hatırlatılmasıyla geleceğin aday olduğu birtakım tehlikeleri bir dereceye kadar olsun sezdirmektir.
4. Bu akıl ve zeka ile bilinemeyeceğinden ve habere inanmadıklarından dolayı Semûd ve Âd kavimleri, "olmaz öyle şey" diye yalanladı, o olacak Kâria'yı.
KÂRİ'A, lügatte, insanların başlarına çarpan beyinlerinde patlayan olay demek olup el-Kâria sûresinde açıklanacağı gibi insanların çırpınıp yayılan kelebekler; dağların atılmış renkli yünler gibi olacağı zamana işaret etmek üzere kıyamet gününün bir ismi ve Hâkka'nın bazı halleridir ki adı geçen kavimlerin yok olmalarında bundan birer küçük örnek vardır. Onlar yalanladılar da ne oldu. Semud'a gelince, bunlar Tâgiye ile yok oldular.
5. Tâgıye; taşan, haddini aşan olay demek olup taşkınlık mânâsına da gelir. Onların başına gelen Tâgiye Hûd sûresinde "O zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı."(Hud, 11/94) buyrulan sayha yani korkunç gürültüdür. Hâmim secde ve Vezzâriyat sûrelerinde geçen da bununla tefsir edilmiştir.(Fussilet, 41/13; Zâriyat, 51/44) A'raf sûresinde "Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı." (A'raf, 7/78, 91, 155) buyurulan "racfe", o korkunç gürültü ile gelen sarsıntıdır.
6-7-8. Rîh-i sarsar, şiddetli sesle gürleyen veya çok soğuk fırtına ile, azgın, büker büker atar, karşı konulup geri çevrilemez, kurtulma çaresi yok. Husûm, uğursuzluk ve bir işi devamlı yapmak mânâlarında mastar olduğu gibi bir de "kesip atan" mânâsına gelen hâsim kelimesinin çoğuludur. Hasm, bir şeyi kökünden kesmek ve bir hastalığı kökünden yok etmek için ard arda dağlamak, peşpeşe yakmak mânâlarına gelir. Burada bundan istiâre edilmiş olduğunu söylemişlerdir ki, "köklerini kesmek için devamlı olarak" demek olur. Nitekim Kamer sûresinde, "Uğursuzluğu devamlı bir günde" (Kamer, 54/19) şeklinde geçmişti. Bundan başka Hâmim secde'de "Uğursuz günlerde."(Fussilet, 41/16) buyrulmasına tam anlamıyla uygun olmak üzere bazıları da, "husûmen"in uğursuzluk demek olduğunu söylemişlerdir. Bu da, "köklerini kesecek, hiç hayırlarını bırakmıyacak derecede uğursuz" mânâsını ifade eder. Bazıları da, "husûmen" kelimesinin bir mastar olarak sebep bildiren mef'ûl (tümleç) olduğu, yani "köklerini kesmek için" demek olduğu kanâatine varmışlardır. Kocakarı soğuğuna yani rûmî şubatın 26'sından itibaren yedi gün süreyle esen şiddetli soğuklara "husum fırtınası", ve "husum günleri" denilmesi dilimizde yaygındır. (Kamer sûresine bkz.). Bu kelime, Sarî'in çoğuludur. Sarî, çarpılıp yere yıkılmış, burada "yok olmuş" demektir.
9-10-11. Ve Firavun'dan öncekiler, ta Nûh kavmine kadar varan önceki asırlar. Burada özel olarak zikirden sonra bir genelleştirme vardır. Zira önce Âd ve Semûd kavimleri özel olarak zikredilmiş, sonra "Fir'avun'dan öncekiler" denilerek bir genelleme yapılmıştır. "Firavun'dan öncekiler" sözü içine daha önce adları geçen bu iki kavim de girer. Lût kavminin köyleri Burada maksat, o köylerin halkı olan Lût kavmidir. Bu da genel bir zikirden sonra özel olarak zikirdir. İfadenin bu şekilde altüst edilerek dalgalandırılması söz konusu olan Hâkka ve onun sebebi olan isyanların manzaralarını hatırlatmak için ne kadar düzgün ve fasihtir. Hata ile. Hâtie, kasten yapmanın zıddı olan hata değil, doğrunun zıddı olan hata, suç ve cinayet işlemektir ki, bu hata da sözü geçen yalanlama cinayetidir.
Gittikçe artan, çoğalan, onların isyanlarının artması oranında şiddeti artan ezici bir yakalayış. O su taştığı vakit. Yani Nûh tufanı zamanında. Sizi biz taşıdık. Yalanlayan diğerlerinin kökünü keserken sizin kökünüzü kesmedik de iman eden atalarınızın bellerinde sizi taşıyarak koruduk. O akıp giden gemide. "Gemi, dağlar gibi dalga içinde onu götürürken.."(Hud, 11/42) âyetinin mânâsına göre, o akıntı içinde giden gemide. Başında bulunan belirlilik takısı in ahd için olmasıyle "el-Câriye", Hz. Nûh'un gemisidir. Örfle mutlak gemiye de cariye denir. Nitekim; "Bir gemi içinde doksan kız" demektir. Bununla birlikte burada yalnız "el-Câriye" denilmesinde onunla beraber bu söze muhatap olan kişilerin o vakit orada atalarının döllerindeki bir akıntıda korunmuş bulunduklarına da, dolaylı yoldan, bir işaret vardır. Yani o vakit o akıntıda sizleri taşıyıp koruyan gemi değil, biz idik. Gemi, bizim gücümüzü göstermek için gerçek olmayan, gösterişte var olan bir sebepti. Ona yüklemenin manevi sebebi de iman idi. Bunun gerçek yapıcısı ise biz idik.
12. Biz o işi, o gemiyi yaptırıp suyu tufan haline getirip kâfirleri boğmaktan ve müminleri ona bindirerek korumaktan ibaret olan o işi şu hikmet için yaptık: O olayı sizler için, yani o vakit helâk edilmeyip o şekilde kurtarılmış olan insanlar ve nesilleri için bir hatırlatma, unutulmayıp anılacak, önünde ve sonunda bizim gücümüzü, hikmetimizin eserini, gücümüzün şiddetini ve merhametimizin enginliğini, kendinizin gerçek esenliğine sebep olan şeyleri, imanın faydasını, Allah'a karşı gelmenin zararlarını, ilerisi için korunmanın meyvelerini, azabın şiddetini düşündürecek bir nasihat, bir öğüt, bir ibret ültimatomu kılalım da, görenler görmeyenlere, duyanlar duymayanlara anlatsın, haber versin. Çünkü o yalnız akılla bilinir şeylerden değildir. Ve belleyici kulaklar onu bellesin, dinlesin, bellesin ve gereği ne ise onu yapsın, kaybetmeyip ilerisi için yararlansın. Kendilerini vaktiyle biz o akıntıda nasıl taşımışsak, o da aynı şekilde bunu taşısın da sonrakilerin yararlanması için yayılmasına sebep olsun. Bellemeyerek yalanlayan kulaklar da cezalarını çeksin.
13. Çünkü "Sûr'a üfürülünce..." 'den buraya kadar olan açıklamalar öyle hatırlatma kabilinden olan küçük kıyametler demek olup bundan itibaren Büyük Kıyamet olan Hâkkâ'nın açıklanmasına başlanıyor. Sûr'a üfürme hakkında Neml Sûresi'nde "O gün Sûr'a üfürülecek, göklerde ve yerlerde olanlar korku içinde kalacaklar. Ancak Allah'ın diledikleri hariç." (Neml, 27/87) âyeti ile Zümer Sûresi'ndeki "Artık Sûr'a üfürülmüştür de Allah'ın diledikleri hariç olmak üzere, göklerde kim var, yerde kim varsa hepsi ölmüştür. Sonra Sura tekrar üfürülmüştür. Bu defa kalkmışlar, bakınıp duruyorlar." (Zümer, 39/68) ayetinin tefsirine bkz.
İlâhî kudretten bir tek üfürme. Bundan açıkça anlaşılan ilk üfürmedir ki ikinci veya üçüncü üfürme daha sonraki aşamalarda demek olur. Üfürmenin, Zümer sûresindeki âyete bakarak "nefha-i sa'ık" yani ölüm üfürmesi ve "nefha-i kıyam" yani kalkış üfürmesi diye iki olduğu görüşünde olanlardan bazıları İbnü Abbas'tan rivayet olarak buna ilk üfürme yani yıkım üfürmesi demişler; bazıları da, birkaç âyet sonra gelen "o gün arzolunursunuz" ipucu ile ikinci üfürme demişlerdir. Fakat ilk üfürmeden sonra başlayan vaktin uzun bir vakit mânâsına birgün sayılması itibariyle ikinci üfürmenin de yine bu uzun gün içinde arz için yapılmasına engel değildir. Daha önce Neml sûresindeki âyeti de ayrıca göz önünde bulunduranlar ilk üfürme korku, ikinci üfürme yıkım, üçüncü üfürme kalkış ve arz üfürmesi olmak üzere üç üfürme saymışlar ve bunlardan da bazıları bunun ikinci üfürme olduğunu söylemişlerdir. Bununla beraber bunun ilk üfürme olup,
14. "Yer ve dağlar kaldırılıp da" "Oysa o dağlar bulut geçer gibi geçer."(Neml, 27/88) âyetlerinde olduğu gibi korku zamanını; "Birbirlerini ezecek şekilde bir çarpılış çarpıldıklarında" âyetinde ölüm ve yıkım zamanı olan ikinci üfürmeyi; bu sûrenin 18. âyeti olan "O gün arzolunursunuz" meâlindeki âyetinde ayağa kalkış, yayılma, durma ve hesap zamanında olan üçüncü üfürmeyi ifade etmiş olması ve ilk üfürmenin, hepsinin başlangıcı olması ve hepsi "kün" (ol) emrine göre meydana gelmiş olması sebebiyle "bir üfürme denilmiş olması akla daha yakındır Bir defa üfürülüp Ve yer ve dağlar hamlolunup da... Haml; yüklenip kaldırmak ve taşımak, yüklemek ve yükletilmek anlamlarına geldiği göz önüne alındığında yer ve dağların hamlolunması; yüklenilmesi, aşağıdan yukarı yerlerinden oynatılıp kütle kütle ayrılarak kaldırılmaları yahut yerin yükünün ağırlığı üfürme ile şişirilip doyum haline getirilerek aşağıdan yukarı içinden püskürtülüp lavlar fışkırarak patlıyacak bir duruma getirilmeleri demek olabilir ki, birincisinde patlama olmuş, ikincisinde ise henüz olmamış fakat olmak üzere zelzeleler, korku ve heyecan başlamış bulunur. Burada yer ve dağların karşılaştırılması gösteriyor ki, yer ile, bütün yer küresi, üzerindeki yükseklikleri, baskıları, eğrilikleri ve yerin direkleri konumunda olan dağların dışında kalarak çiğnenmekte olan alt tabakaya işaret edilmek istenmiştir. Bunda meselenin asıl konusu, insanları bekleyen son açıklanarak, hükmeden ve hükmedilen konumlarında olan insanlık sınıflarının birbirlerine karşı durumlarına, dolaylı yoldan, işaret edilmiş olmasıdır. Bu ikisi yani yer ile dağlar bir üfürme ile böyle yüklenip karşılaştırılıp arkasından birbirlerini ezecek şekilde bir çarpılış çarpıldıkları vakit ki bunda her iki kütleye verilmiş olan üfürmenin derecesine göre üç ihtimal vardır:
BİRİSİ: Yer kütlesi, "Yer dehşetli bir sarsılış sarsıldığında" (Vâkıa, 56/4) âyetinin mânâsı üzere sarsılmış da sarsılmış, depreme tutulmuş titriyor da titriyor olmakla beraber, yer kütlesinin çarpışmada daha kuvvetli gelmesi durumudur ki, bundan dağlar "Dağlar bir serpilişle serpilip toz duman olunca"(Vâkıa, 56/5-6) âyetinin ifade ettiği gibi havaya uçurulup serpilmiş toz duman halinde uçuşup döşenen zerrelere dönmüş ve "O gün yer ve dağlar sarsılacak, bütün dağlar erimiş bir kum yığını olacaktır." (Müzzemmil, 73/14) âyetine göre, yer titriyor, çalkalanıyor da çalkalanıyor, dağlar ise potada eriyip akan kum yığını gibi erimiş, akmış; "Böylece onları dümdüz boş bir halde bırakacak, onlarda ne bir iniş ne de bir yokuş göremeyceksin." (Tâhâ, 20/106, 107) âyetinin açık mânâsına göre neticede o dağların yeri dümdüz, engin ova haline gelmiş, yer var fakat yeryüzünde ne iniş yokuş, ne tepe, ne eğrilik görünmez olmuş, etrafını sade bir sis, bir duman sarmış bulunur. Birçok tefsirci bu âyetleri delil göstererek bu şekilde mânâ vermişlerdir. Bunda yeryüzünde yine bir hayatın varlığı düşünülebilir.
İKİNCİSİ: Yeryüzüne yapılan üfürme daha çok, yeryüzünün alt ve üstten karşı karşıya kaldığı sıkıştırma daha şiddetli, sarsıntı ve patlamanın onun içinden başlamış olması sebebiyle çarpışmada yeryüzü daha evvel dağılmış, bu yönden dağların galip gelmiş olma ihtimalidir ki bu surette de dağlar yerinden oynamış, oturup dayandığı yeryüzü kalmamış olacağı için dağlar da o patlama ve çarpışma neticesinde eriyip akarak hepsi un, hepsi dağılmış zerreler, bütün yeryüzünün bulunduğu yer dümdüz bomboş bir alana dönüşmüş, ufukta uzay boşluğu yarılmaya hazır bir bulut, bir sis halinde sarkmış bulunur.
ÜÇÜNCÜSÜ: Yeryüzü ve dağların ikisine de verilen kuvvet eşit gelerek çarpışmada ikisi birden erimiş ve yine aynı sonuç meydana gelmiş bulunur ki, birçok tefsirci de bu şekilde mânâ vermişlerdir. Yerçekimi ile ilgili olan yıldızlar sisteminin de bu sırada ahenkleri ve genel uyumları bir değişikliğe ve karmaşıklığa düşmüş "O gün yeryüzü, yeryüzünden başka bir şeye, gökler de başka şeylere çevrilecek, insanlar herşeye hakim olan Allah'ın huzuruna çıkacaklar."(İbrahim, 14/48) âyetinin sırrı ortaya çıkmaya başlamış olur. Müzzemmil Sûresi'nin az önce geçen, "Dağlar erimiş bir kum yığını olacak." (Müzzemmil, 73/14) meâlindeki âyeti birinci mânâda; Fecr sûresindeki "Arz, çarpıla çarpıla toz duman edilince." (Fecr, 89/21) âyeti de üçüncü mânâda açıktır.
Bir de dekk ve dekke yumuşak ve düz yere ve kumluğa denilir. Aynı şekilde dekke, dükkana yani kapı önünde oturmak için üstü bir yüzey halinde düzeltilmiş tümsek ve taraça ve teras gibi yapıya denir. Dekk etmek mastarı da duvar gibi yüksek bir şeyi alçaltmak ve düzeltmek için vurup yıkarak kırıp dökmek ve dekk etmek gibi döğüp ezmek ve bir şeyin girinti ve çıkıntısını, pürüzünü düzeltmek için ezerek veya sürterek, eğeleyerek veya çukurlarını doldurarak herhangi bir şekilde düzlemeye denilir ki bunlar birbirlerinin gereği gibidir.
Bazıları da şöyle der: Dekk, dakk'tan daha incedir.
Dekk'te, bir bütünü meydana getiren kısımlar tamamen dağılıp düzlenir; dakk'ta ise, bütünü meydana getiren kısımlar parçalanma halinde irili ufaklı olabilir. Bu fiillerden dekke-i vâhide, bir kere oluş bildiren mastar olup bir vurup yıkış, bir eziş, bir düzeltiş mânâlarını ifade eder. Bunun herbirinin de anlatılan üç mânâdan herbirine göre bir uygunluk ve ilgisi vardır ki,
BİRİNCİSİ, bir vuruşla dağların yıkılıp hepsinin bir düzeye indirilmesi, yeryüzünün deniz yüzeyi gibi dümdüz edilmesi.
İKİNCİSİ, birbirlerine çarptırılmak suretiyle ikisinin de aynı düzeyde yıkılıp bir hurda yığını haline getirilmesi.
ÜÇÜNCÜSÜ, de yine bir vuruşla ikisinin birden yok edilip yerlerinde hiçbir şey bırakılmayarak uzayın düpedüz açılması mânâlarıdır.
Bunlardan en açık olanı birincisidir ve aynı zamanda bunlar hep insanlarla ilgileri bakımından haber verilmekte olduğu için yeryüzü ve dağların bu halinden, "zikr-i mahal irade-i hal" yani "bir yeri söyleyip orada bulunanı kastetme kabilinden, üzerinde bulunan çeşitli sınıflardaki insanların çarpıştırılması suretiyle yeryüzünün düzlenmesi mânâsını da hissettirmiş olurlar ki Neml ve Zümer sûrelerinde geçen "Allah'ın diledikleri hariç."(Neml, 27/87; Zümer, 39/68) istisnasının dış görünüşü de bunu gösterir. Bu mânâların bir özelliği göz önüne alınarak düşünüldüğü takdirde de önceki milletlerin misallerinde geçtiği üzere, kıyametin küçüğü, ortancası, büyüğü ve daha büyüğü olarak bütün mertebeleri düşünülmüş olur. Bununla beraber âlimlerin çoğunluğu "Onun zatından başka herşey yok olucudur." (Kasas, 28/88) âyetini ölçü alarak hepsini fenâyı küllî yani tamamen yok oluş açısından düşünmüşlerdir.
15. İşte o gün o birtek vurup yıkışın olduğu ikinci üfürme meydana geldiği vakit, Vâkı'a olmuş yani en büyük bela olan Kıyamet kopmuş, "Onun meydana gelmesini yalanlayan yok. O alçaltıcı ve yükselticidir." (Vâkıa, 56/2, 3) sırrı ortaya çıkmış, Allah'ın diledikleri hariç olmak üzere aşağıda ve yukarıda bulunan kimselerin hepsi bir baygınlıkla yıkılıp serilmiştir.
16. Gök de çatlamış yarılmıştır. O da bugün pörsümüş sarkmıştır. Allah en iyisini bilir ya, "O gün gök bulutla yarılır ve arkasından melekler arka arkaya indirilir." (Furkan, 25/25) sırrı ortaya çıkmış, güneş ve ay tutulmuş, yıldızlar gözden kaybolmuş, gök henüz dürülmemiş fakat gamlı, kederli, puslu bir yüz, hüzün veren bir bulut görüntüsü ile yarılıp etekleri sarkmış
17. Melek de onun etrafı üzerinde göğün yarılmasından korkarak yarılan kısımlardan etrafa, yarılmayan yönlere doğru çekilmiş; yahut yarılan kısımdan açılan kenarlar üzerinde saf saf dizilmiş, yahut yeryüzünün kenarlarına saf dizilmiştir.
Ercâ, asâ kalıbında kısa elifle yan ve kenar mânâsına olan "recâ" nın çoğulu olup yanlar ve kenarlar demektir. Ercâihâ, onun yan tarafları ve kenarları mânâsına gelir.
Melek, yani bu ad ile bilinen melek cinsi, çünkü biraz sonra gelecek olan "Onların üzerinde" zamiri bunun mânâ bakımından çoğul olduğunu gösteriyor. Bakara Sûresi'nde de geçtiği gibi Melek ile Melâike'nin bir farkı olup olmadığı hususunda birkaç görüş vardır. Zemahşerî ve daha bazı âlimler "melek, Melâikeden daha geneldir" derler. Ebu Hayyan da: "Melek cins isimdir. Bununla Melâike kastedilir. Bunun Melâikeden daha genel olduğu açık değildir." der. Zemahşerî'nin maksadı Melek kavramı Melâike kavramından daha genel ve kapsamlı demek midir? Yoksa "tekilin kapsamı daha geniştir" kuralınca ifade ettiği mânâda daha kapsamlı demek midir? Tefsirinde işin bu yönü açık değildir. Fakat tefsirinde gösterdiği delil ikincisini kastettiğine ve bundan dolayı burada denilip, denilmediğine, dolaylı yoldan işaret ediyor. Ebu Hayyan da buna ilişmiş, fakat nükteyi söylememiştir. Melek tekil ve cins ismi, Melâike çoğuldur. Bununla beraber Melâike de tekil gibi cins isim yerinde kullanılmıyor değildir. Bu iki kelimenin mânâ ve türeme bakımlarından farklarına gelince, birçok âlim şöyle demiştir: Melek ismi, başındaki mim fazladan olarak "Me'lek" veya onun harflerinin yer değiştirmesiyle söylenen "Mel'ek" kelimesinin hafifletilmiş yani hemzesi atılarak okunmuş şeklidir. İkisinin de çoğulu "Melâik" ve "Melâike" gelir. Melek aslında risalet ve sefaret yani elçilik demek olup eleke (mastarı ülûk gelir) veya el'eke fiilinden mastar ismi veya mimli mastar, fiilin işlendiği yeri ve zamanı gösteren bir isim kalıbıdır. Yüce Allah'tan gelen elçi mânâsına isim yapılınca hemze atılarak melek, yahut hemze ile "lâm"ın yeri değiştirilerek "mel'ek" denilmiş, "melâik" şeklinde çoğul yapılmıştır. Bununla beraber Kur'ân'da hiç "mel'ek" kelimesi yoktur. Çoğullar kelimenin aslını göstermesi itibariyle "Melâike"nin tekili bu şekilde takdir edilmiştir. Buna göre melek ve melâike tekil ve çoğul demek olup hepsinde de yüce Allah tarafından verilmiş bir elçilik mânâsı vardır demek olur.
Bazıları da "melek kelimesi, başında mim asıl harflerinden olmak üzere mülk ve melekût maddelerinden "kuvvet" mânâsınadır" demişlerdir. Çoğulu "emlâk" veya kural dışı olarak "melâik" olabilir. Buna göre ikisi bir kavramda birleşebilirse de "melek"te bu kuvvet mânâsı; "melâike"de önceki elçilik mânâsı daha açık görünür. "Melek, melâikeden daha geniş kapsamlıdır." denilmesinin sebebinin de bu olması düşünülebilir. Her melâike melektir, kuvvettir. Fakat her meleğin melâike olması gerekmez. Elçilik görevi yapmayan melekler de vardır. Fakat Ragıb Müfredât'ında şöyle der: "Nahivciler melek lafzını melâike lafzından kılmışlar ve başındaki mimin fazladan olduğunu söylemişlerdir. Araştırmacı bazı âlimler ise onun mülk kelimesi ile aynı kökten olduğu kanaatına varmışlar ve şöyle demişlerdir: Melâikeden yönetim ve idare ile ilgili bir şeyle görevlendirilene melek denir. İnsanlardan ise bu şekilde bir görev alanlara melik denir. Her melek melâikedir, her melâike melek değildir. Melek, "Yemin olsun işleri yönetenlere."(Nâziat, 79/5) "İşleri bölenlere yemin olsun." (Zâriyat, 51/4), "Canları boğarcasına şiddetle çekip alanlara yemin olsun." (Nâziat, 79/1) gibi âyetlerle işaret olunandır. Ölüm meleği de bundandır. "Melek onun etrafı üzerindedir.", "Babil'deki Hârut ve Mârut isimli iki meleğe." (Bakara, 2/102), "Sizin canınızı almaya vekil kılınan ölüm meleği." (Secde, 32/11) buyrulmuştur. Rağıb bu araştırmayı beğenmiş görünüyor. Bu ifadeden şunları anlıyoruz. Nahivcilere göre Ebu Hayyan'ın dediği gibi Melek ve Melâike'nin anlamda eşit olması gerekiyor. Meleğin melâikeden daha geniş kapsamlı olduğuna işaret yoktur. Aksine araştırma sonucu gösteriyor ki melek melâikeden daha özel, melâike melekten daha geneldir. Çünkü melek, melâikenin idare ve yönetimle ilgili bir işi üzerine alan özel bir bölümüdür diyen var. Bunu anlatırken "Her melek melâikedir, fakat her melâike melek değildir." cümlesinde melâike kelimesi de melek gibi tekil makamında kullanılmıştır. Neticede buna göre bu âyette denilmeyip "Melek onun etrafı üzerindedir." buyrulması Zemahşerî'nin gösterdiği gibi Melek melâikeden daha kapsamlı olduğu için bir genelleme için değil, "ölüm meleği" ve "işleri yönetenler" gibi, bunların özel bir işle görevlendirilenlerini göstermek için demek oluyor. Zira o sırada Melâike de ölüme yakalanıp "Allah'ın diledikleri hâriç." (Neml, 27/87; Zümer, 39/68) istisnasının kapsamına girenler kalacaktır. Ve üstlerinde o gün Rabb'ının Arş'ını sekiz (melek) taşır. Bunlara (Hamele-i Arş" yani "Arş'ı yüklenenler" denir. Burada "sekiz"i açıklayan kelime söylenmemiş, sekizin neden ibaret olduğu açıkça belirtilmemiştir. İlk akla gelen, o meleklerin üstünde sekiz melek, sekiz taşıyıcı mânâsında olmasıdır. Dahhâk'ten "sekiz saf" diye, Hasen'den de "sekiz şahıs mı, sekizbin mi, sekiz saf mı, sekizbin saf mı bilemiyorum." şeklinde rivayet edilmiştir. "Onların üstünde" terkibinde geçen zamir, âyetinde geçen Melek kelimesinin yerini tutar. Onun lafız itibarıyla tekil olsa dahi mânâ açısından çoğul, yani bir tek melek değil, melek cinsi yahut bütün melekler demek olduğunu gösterir. Bazıları bu zamirin Arş'ı taşıyanların yerini tuttuğunu söyleyerek terkibine "Arş'ı taşıyanların üstün, de" mânâsını vermişlerdir. Bazıları da, "bu, âlemlerin üstünde demektir" demişlerdir. Abd b. Humeyd'in Seleme'den rivayet ettiğine göre İbnü İshak şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğu bize ulaştı: Onlar, yani Arş'ı taşıyanlar bugün dörttür. Kıyamet günü geldiğinde yüce Allah onları diğer bir dört ile destekleyecek, sekiz olacaklar."
Arş'ı taşıyanların nitelik ve şekillerine dair çeşitli rivayetler vardır. Tirmizi, Ebu Dâvud ve İbnü Mace'nin Hz. Abbas'tan rivayet ettikleri, "uylukları gökler kadar uzun dağ keçileri suretinde sekiz melek" haberi ve bazılarının naklettikleri "dört yüz" haberi bu cümledendir. Ebu Hayyan bunların sahih olmadığı görüşünü benimseyerek şöyle demiştir: Bu sekiz'in nitelikleri hakkında birbirine uymaz çelişkili şekiller söylenmiştir. Biz onları anlatmaktan vazgeçtik."
Bütün dünya ve ahiret âlemini kuşatan Arş ve Kürsi'ye dair Âyete'l-Kürsi'de ve A'râf ve Hûd surelerinde geçen "istiva âyeti"nde ve daha bazı yerlerde söz edilmişti. Burada da bir tasavvuf seyranı olmak üzere anlayışı iyi olanların şunu inceleyip üzerinde düşünmekle ufuklarının açılacağını zannediyorum. Muhyiddin-i Arabi "Fütuhat-ı Mekkiyye" adlı eserinin "Arş'ın taşıyıcıları"na dair olan onüçüncü bâbında şu anlamda bir nazım ile söze başlayarak,
"Arş ve onu taşıyanlar, vallahi Rahman ile yüklüdür
Ve bu görüş, akla uygundur.
Yoksa yaratıkların ne gücü ve kudreti olur,
O olmasa? Akıl da böyle diyor, Kitap da
Cisim, ruh, rızık ve mertebe
Burada senin sıralamandan başka bir açıklama yok.
İşte Arş odur, şeklini inceleyip araştırabilirsin
Ve Rahmân ismiyle istiva eden, ümit edilendir.
O taşıyıcılar sekizdir, onları Allah bilir.
Bugün ise dörttür, buna "niçin" yoktur.
Muhammed, sonra Rıdvan ve Mâlik,
Ve Âdem ve Halil, sonra Cibrîl.
Mikâil'e İsrafil'i de ilave et tam
Sekiz alnı açık, yüzü pak, geceyi aydınlatan".
Der ki: Allah sana destek versin ey samimi dost! İyi belle. Arap dilinde Arş kelimesi söylenir de bununla mülk kastedilir. Bir hükümdarın mülküne zarar gelince, "Hükümdarın mülkü sakatlandı." denir. Bir de Arş denir, bununla taht kastedilir. Arş, mülk mânâsına alındığı takdirde onun taşıyıcıları onu ayakta tutanlardır. Arş'tan maksat taht olduğu takdirde de onun taşıyıcıları, üzerine tahtın oturmuş olduğu ayaklar yahut taht sırtlarına yüklenenlerdir. Arş'ı taşıyanlar sayı ile ifade edilir. Allah Resulü (s.a.v) onların cümlesini dünyada dört, Kıyamette sekiz saymıştır. Hz. Peygamber (s.a.v) bu âyetini okumuş, sonra demiştir ki "Onlar bugün dörttür. Yani dünyada dörttür. Ahirette ise onlar sekizdir." Bize tarikat ehli kişilerin ilim, hal ve keşif bakımından en büyüklerinden olan İbnü Meysere-i Cili'den şu şekilde rivayet olundu: Taşınan Arş mülktür ve o, cisim, ruh, gıda ve mertebeye tahsis edilmiştir Adem ve İsrafil Sur için, Cibril ve Muhammed ruhlar için, Mikail ve İbrahim rızıklar için, Malik ve Rıdvan vaad ve tehdit içindir. Mülkte de ancak bunlar vardır. Erzak demek olan gıdalar hissî ve manevîdir. Biz bu hususta sadece bir vecih yani bir izah tarzını anlatacağız ki o da mülk mânâsına olandır. Çünkü bunda onunla ilgili birçok fayda vardır. Arş'ın taşıyıcıları, onun idaresi ile görevli olanlardır. Onun maddi biçimi veya nurlu görüşü ve maddi biçimini idare eden ruhu ve nuranî görünüşünü idare eden ruhu, maddî şeklin rızkı olan gıdayı ve ruhlar için ilim ve bilgi gıdasını, cennete girmekle mutluluğa ve cehenneme girmekle mutsuzluğa dair hissi mertebeyi ve ilmi ve ruhî mertebeyi düzenler. Dolayısıyla bu konu dört mesele üzerine kurulmuş olmaktadır. Birinci mesele suret ve biçim, ikinci mesele ruh, üçüncü mesele gıda, dördüncü mesele mertebedir ki amaç budur. Bunlardan her mesele de iki kısma ayrılarak sekiz olur. İşte bu sekiz, mülk Arş'ının taşıyıcılarıdır. Yani bu sekiz ortaya çıkınca mülk de ortaya çıkar ve bulunur. İbnü Meysere-i Cili, Melik onun üzerine istiva eyler dedikten sonra bu meseleleri birer birer açıklayıp nihayet dördüncü meselede şöyle demiştir: Yüce Allah her âlem için bir mutluluk ve mutsuzlukta bir mertebe ve derece kılmıştır ki bunlar açıklamakla bitecek gibi değildir, mutluluğu da ona göredir. İstenilen gayeye ulaşılmakla elde edilen mutluluk vardır, kemâl derecesine ulaşılmakla elde edilen mutluluk vardır, insanın mizacına uygun olan mutluluk vardır, şeriata uygun mutluluk vardır. Mutsuzluk da bu şekilde kısımlara ayrılır; maksada uygun olmaz, kemâle uygun olmaz, mizaca uygun olmaz, ki gayr-i mülayim denilen mutsuzluk budur, şeriata uygun olmaz. Bunların hepsi ya hissedilir veya aklen bilinir. Hissedilenler, mutsuzluk yurdu ile ilgili dünya ve ahiretteki elemler ve mutluluk yurdu ile ilgili dünya ve ahiretteki lezzetlerdir. Bunların da saf olanı vardır, karışık olanı vardır. Saf olanı ahiretle, karışık olanı dünya ile ilgilidir. Mutlu mutsuz şeklinde, mutsuz da mutlu şeklinde görünür, sonra ahirette hangisinin mutlu hangisinin mutsuz olduğu ortaya çıkar. Bazan dünyada bedbaht ve mutsuz kişi mutsuzluğu ile ortaya çıkar ve ahirete de mutsuzlukla gider. Mutlu da öyle. Fakat bunlar bizce mechuldür, bilinmezler. Ahirette kimin ne olduğu belli olur. Nitekim yüce Allah, "Ey günahkârlar! Bugün müminlerden ayrılın"(Yasin, 36/59) buyurmuştur. İşte o vakit mertebeler sahiplerini öyle bulur ki, artık ne kesinti olur, ne de değişim. Bu açıklamalardan sonra Arş dediğimiz mülkün tamamı demek olan sekizin anlamı anlaşılmış olur. Bu sekiz, yüce Allah'ın nitelendiği sekiz ölçü ile ilgilidir ki bunlar hayat, ilim, kudret, irade, kelam, semi, basar ve tekvin sıfatlarıdır. Mülk de bu sekiz ölçü ile sınırlanmıştır. Bunlardan dünyada görünenler dörttür: Suret, gıda hissi, mutluluk hissi mertebesi, mutsuzluk hissi mertebesi, şakavet hissi mertebesi kıyamet günü ise sekiz tamamıyla ortaya çıkar âyetinin mânâsı budur. Hz. Peygamber (s.a.v) de: "Onlar bugün dörttür.. " demiştir. Bunlar, Arş kelimesinin "mülk" ile tefsir edilişine göredir. Taht mânâsında olan Arş'a gelince: Yüce Allah'ın birtakım melekleri vardır ki onu sırtlarında taşırlar. Onlar da bugün dörttür, yarın mahşer yerine götürmek için sekiz olacaklardır. Bu dört taşıyıcının şekil ve simaları hakkında da İbnü Meysere'nin görüşüne yakın haber dahi gelmiştir. Söz konusu haberde şöyle denilmektedir: "Birincisi insan şeklinde, ikincisi arslan şeklinde, üçüncüsü kartal şeklinde, dördüncüsü öküz şeklindedir." Bu, işte Sâmiri'nin görüp de Musa'nın ilâhı diye hayal ettirdiğidir ki, o kavmine bir buzağı heykeli yapmış ve "bu, işte sizin ilâhınız ve Musa'nın ilâhı" demişti. Kıssayı biliyorsunuz. "Allah hakkı söyler ve doğru yola o ulaştırır."
Yine Şeyh şöyle der: "Arş'ın bir ayağı haber, bir ayağı hükümdür." O bu sözüyle Ayete'l-Kürsi'de geçtiği üzere Hasen'den rivayet olunan, "Kürsî, iki ayağın konulduğu yerdir." sözünün bir yorumuna işaret eylemiştir. Mertebeleri açıklaması, sekiz taşıyıcının yüce Allah'ın sekiz zatî sıfatı nisbetiyle ilgisine dair olan ifadesi dikkat çekici olmakla beraber, sûrenin başında hatırlatıldığı gibi akılla bilinemeyecek olan bu konuda en doğrusu yine kendisinin dediği gibi "Allah bilir." deyip haber sınırını aşmamaktır. Mirac hadislerinde makamı birinci gökte gösterilen Âdem'i Arş'ı taşıyanların arasında sayması garib görünür. İbnü Ebi Hatim'in İbnü Zeyd kanalıyla Hz. Peygamber (s.a.v) 'den rivayet ettiği hadiste Arş'ı taşıyanlar arasında İsrafil (a.s)'den başkasının ismi söylenmemiş, ayrıca Mikail'in Arş'ı taşıyanlardan olmadığı nakledilmiştir. Dolayısıyle İsrafil ile birlikte Mikail, Cebrail ve Azrail'in Arş'ı taşıyan meleklerden olduklarını zan ve iddia edenlerin güvenilebilir bir haberle bunu kanıtlamaları gerekir. "Bu konuda rivayet edilen haberlerin çoğu güvenilebilir nitelikte de değildir." denildiğine göre, isimleri sayma yönüne gitmeyip onları Allah bilir diyerek Allah'a havale etmek elbette sağlam olur. Onun için bizim bu âyetlerden anlayabileceğimiz en açık mânâ şudur: Bu âyet, o gün yüce Allah'ın ululuk sıfatıyle tecelli edeceğini açıklamaktadır. Nitekim sûrenin sonu da azim yani ulu ismiyle son bulacaktır.
18. O gün arzolunursunuz. Tekrar dirilme ve ayağa kalkış olmuştur. Mahşerde Allah'ın yüce huzurunda hesaba çekilirsiniz. Burada "arz olunursunuz" sözü "hesaba çekilirsiniz" sözünden mecaz olup durumlarını görmesi için bir hükümdara askerlerinin arz olunmasına benzetilerek ifade edilmiştir. Bununla beraber dünyadaki arz ve sunmalar gibi dış görünüşe bakılan bir geçitten ibaret olmadığı anlatılmak üzere şöyle buyruluyor: Öyle arzolunursunuz ki gizli bir durumunuz kalmaz. "Ve herşeye hâkim olan bir Allah'ın huzuruna çıkacaklar." (İbrahim, 14/48) sırrı tam anlamıyla ortaya çıkar. İmam Ahmed, Abd b. Humeyd, Tirmizî, İbnü Mâce, İbnü Hâtim ve İbnü Merduye'nin Ebu Musa el-Eş'ari (r.a)'den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur
"Üye/Üyeler suç teşkil edecek, yasal açıdan takip gerektirecek, yasaların ya da uluslararası anlaşmaların ihlali sonucunu doğuran ya da böyle durumları teşvik eden, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik ya da ahlaka aykırı, toplumca genel kabul görmüş kurallara aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde hiçbir İçeriği bu web sitesinin hiçbir sayfasında ya da subdomain olarak oluşturulan diğer sayfalarında paylaşamaz. Bu tür içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk münhasıran, içeriği gönderen Üye/Üyeler'e aittir. MİLAT GAZETESİ, Üye/Üyeler tarafından paylaşılan içerikler arasından uygun görmediklerini herhangi bir gerekçe belirtmeksizin kendi web sayfalarında yayınlamama veya yayından kaldırma hakkına sahiptir. Milat Gazetesi, başta yukarıda sayılan hususlar olmak üzere emredici kanun hükümlerine aykırılık gerekçesi ile her türlü adli makam tarafından başlatılan soruşturma kapsamında kendisinden Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 332.maddesi doğrultusunda istenilen Üye/Üyeler'e ait kişisel bilgileri paylaşabileceğini beyan eder. "
Yorum yazma kurallarını okudum ve kabul ediyorum.