Dolar (USD)
34.64
Euro (EUR)
36.62
Gram Altın
2936.78
BIST 100
9639.77
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Gazali - İhyau Ulumiddin''den irşad ve itikad (3)

Hüccetü’l-İslâm Ebû Hâmid Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Ahmed el-Gazali et-Tûsî''nin  İhyâu Ulûmi''d-Dîn eserinin İrşadın Kademeli Olarak Yapılması ve îtikâd Derecelerinin Tertibi (3) bölümünü buradan okuyabilirsiniz. 
Gazali - İhyau Ulumiddin''den irşad ve itikad (3)
04 Şubat 2019 15:08:00
Hüccetü’l-İslâm Ebû Hâmid Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Ahmed el-Gazali et-Tûsî''nin  İhyâu Ulûmi''d-Dîn eserinin İrşadın Kademeli Olarak Yapılması ve îtikâd Derecelerinin Tertibi (3) bölümünü buradan okuyabilirsiniz. 

İrşadın Kademeli Olarak Yapılması ve îtikâd Derecelerinin Tertibi (3)

Mukarrebler de onları, ehli olmayanlara ifşa etmekten men'edilmişlerdir beş kısma ayrılır: Bir Şey'in, haddi zâtında ince bir mevzu olup idrâkından birçok anlayışların âciz kalmasıdır. İşte böyle bir 'şey'in idrâk edilmesi ancak havassın özelliğidir ve onlara düşen vazife de bu inceliği ehli olmayan kimselere ifşa etmemektir. Aksi takdirde onu idrâk etmekten âciz oldukları için fitneye sürüklenirler.

Ruhun sırrını gizlemek ve Hz. Peygamber'in (s.a) ruhun hakikatini beyandan çekinmesi bu kısma dâhildir. Çünkü ruhun hakîkati, idrâkin ötesindedir. Ehl-i idrâk'ın anlayışları hâriç, hiçbir idrâk onun hakikatini tasavvur edemez...

'Sakın ruhun sırrı Hz. Peygambere mâlûm olmamıştır' zanna kapılma. Çünkü ruhu bilmeyen nefsini bilmez. Nefsini bilmeyen de rabbini nasıl bilebilir? Ruhun sırrının bir kısım velî ve âlimlere de mâlûm olması keyfiyeti uzak bir ihtimal değildir.

Bu velî ve âlimler, her ne kadar peygamber değilseler de, şeriat nerede sükût etmiş ve neyi beyan etmemişse onu aynen takip ederler.

Allah'ın sıfatlarında o kadar gizli hikmetler vardır ki, cumhûr-u nâs'ın insanların çoğunun, zihinleri onları idrâktan âcizdir. Hz. Peygamber bu hikmetlerin ancak halk tabakasının zihnine yerleşebilecek zâhir kısımlarını zikretmiştir: İlim, kudret ve benzerleri gibi...

Bunlar da halkın ilim ve kudretiyle bir nevi münasebetleri ve aşinalıkları olduğu için zikredilmiştir. Çünkü halkın, ilim ve kudret denilen birtakım sıfatları vardır. İşte bu ilâhî sıfatları, hiç olmazsa bir nev'i mukayese ile vehmederler.

Eğer Allah Teâlâ, halkta bulunmayan ve onların sıfatlarıyla herhangi bir münasebeti olmayan vasıfları zikretmiş olsaydı şüphesiz ki halk, bunları idrâktan tamamen aciz ve uzak kalacaktı. Çünkü cima'ı bilmeyen bir çocuk veya cima'dan âciz olan (anin) kişi, bu lezzetten bahsedildiği zaman, ancak diğer met'urnatm (yiyecekler) lezzetine nisbet ederek birşeyler anlayabilir. Böyle bir anlayış elbette ki tahkikî ve kâfi bir anlayış değildir.

Allah'ın ilim ve kudretiyle mahlûkâtın ilim ve kudreti arasındaki mesafe ve fark, cima lezzetiyle yemek lezzeti arasındaki farktan çok fazladır.

Kısacası insan, ancak nefsini ve hâl-i hazırda nefsinde bulunan sıfatlarını idrâk edebilir veya daha evvelce nefsinde peyda olmuş sıfatları bilebilir. Sonra bunlara kıyas ederek başkasına ait bulunan bu tip sıfatları da anlar. Bilâhare bu sıfatlar arasında, şeref ve kemal yönünden ayrılık ve farklılık olduğunu da tasdik eder.

Bu bakımdan, beşer için Allah'a, ancak kendi nefsinde sabit olan fiil, ilim, kudret ve benzeri sıfatları isbat etmek imkânı vardır. Bunları isbat etmekle beraber, Allah'ın bu tip sıfatlarının daha kâmil ve daha şerefli olduğunu da tesbit eder. O vakit daha ziyade, Allah Teâlâya mahsus olan celâl sıfatlarına değil, nefsinde nüvesi sabit olan sıfatlara yönelir.

Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Ey Allahım! Sana, senin kendi zât-ı ulûhiyyetine yapmış olduğun gibi senâ edemem.24

Bunun mânâsı; 'Ben idrâk ettiğimi izahtan âcizim' demek değildir. Aksine zât-ı ulûhiyyetin hakikatini idrâktan gelen aczi itiraf etmektir. Bu sırra binâen bazı âlimler 'Allah'tan başkası, O'nun hakikatini bilemez, (veya Allah'ı hakkıyla kendisinden başkası bilemez) demişlerdir.

Hz, Ebubekir es-Sıddîk şöyle buyurmuştur: 'Hamd o Allah'a mahsustur ki, marifetinden âciz olunduğu gibi, halk için marifetine götürücü bir yolda açmamıştır'. Biz, şimdilik bu tarz konuşmaları bir tarafa bırakarak hedefimiz olan o beş kısmın birincisine dönelim ve zihinlerin idrâkından âciz kaldığı şeyden bahsedelim. Birinci kısma ruhla birlikte Allah'ın birtakım sıfatları da dâhildir.

Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyurmuştur: Allah Teâlâ'nın nur'dan yetmiş perdesi vardır. Eğer onları aralasa O'nun yüzünün (cemâlinin) parıltıları, ulaştığı herşeyi yakacaktır.25

İki Peygamberlerin ve sıddîkların ifşa etmekten menolundukları hususlar arasında bilinip anlatılması zor olmayan bir sır vardır. Fakat onun izah edilmesi peygamberlerin ve sıddîkların dışnda dinleyenlerin birçoğuna zarar verir. Ehl-i İlmin ifşa etmekten men'olundukları kaza ve kader sırrı da bu kısma dâhildir.

Bir kısım hakikatlerin zikredilmesinin bir kısım insanlara zarar verdiği inkâr edilemez bir gerçektir. Güneş ışığının yarasaların gözlerine, gül kokusunun da pislikleri seven böceklere zarar verdiği gibi... Böyle bir ihtimal nasıl uzak görülebilir? Şöyle ki, bizim 'Küfür, zina, günah ve kötülüklerin tamamı Allah'ın kaza, irade ve meşiyetiyledir' sözümüz haddi zâtında hak bir sözdür. Fakat bunu söylemek bir kavme zarar vermektedir. Çünkü bu sözü dinleyen o kavim 'Sefahata götüren, hikmetin zıddını yaptırtan, zulüm ve kabîha rıza gösteren Allah'tır' kanaatına varıyor. İbn Râvendî26 ve Allah'ın rahmetinden mahrum olan bir taife bu sözden ötürü ilhada sapmışlardır.

İşte kaza ve kader sırrı da eğer ifşa edilirse birçok kimsede birtakım vehimlerin doğmasına yol açacaktır. Çünkü halkın zihinleri, kader sırrının ifşasından doğan vehimleri silıîıeye derman olacak ilaçları idrâka müsait değildir.

Şu söz doğru ise zikrettiğimiz ikinci kısma misâl olabilir: Kıyametin zamanı zikredilse, yani kıyâmet bin sene veya daha fazla veya daha az bir zaman sonra vâki olacaktır denilse anlaşılacaktır. Fakat kıyametin vakti, kulların maslahatı sebebiyle ve onları zarardan korumak dolayısıyla zikredilmemiştir.

Bu bakımdan kıyametin vakti tâyin edilseydi, o müddetin uzak olduğunu ümit ederek günaha sapma ihtimali olabilirdi. Çünkü nefisler ceza zamanını uzak görürlerse günah işlemekten çekinmezler. Allah'ın ilminde yakın olması muhtemel olan kıyametin yakınlığı zikredildiği zaman da korku büyür; halkın 'Nasılsa yakında kıyâmet kopacaktır' deyip çalışmaktan vazgeçmesine ve dünyanın harap olmasına vesile olur.

Üç şey, eğer sarih bir şekilde zikredilirse hem anlaşılır, hem de hiçbir zarara vesile olamaz. Fakat buna rağmen dinleyicinin kalbinde daha iyi yerleşsin çiiye istiare, mecaz ve işaret yolu ile zikredilir. Çünkü dinleyicinin kalbinde yerleşince daha faydalı olur. Meselâ biri Talanı gördüm. İncileri domuzların boynuna takardı' dese, bu sözüyle de ilmi ve hikmeti, ehli olmayan kimselere ifşa etmeyi kasdetse, dinleyenin zihnine, herşeyden evvel, ibarenin zahiri mânâsı yerleşir. Müdekkik insan düşünür ve o insanda inci olmadığını ve bulunduğu yerde de domuz bulunmadığını öğrenince sırrın ve bâtının hakikatini derhal idrâk ederek meseleye vâkıf olur. İnsanlar, bu mevzuda birçok gruba ayrılmaktadır. Kimisi seri' intikallidir, kimisinin ise idrâki kıttır.

İşte bu kısmı terennüm için şair şöyle demiştir: İki kişi vardır: Birisi terzi, diğeri dokumacı... A'zul adlı yıldızda yüzyüzedirler; (veya birinci semada karşı karşıyadırlar).

Birisi daimi şekilde gidenin elbisesini dokuyor; Öbürü ise gelenin elbisesini dikiyor. Şair, gelme ve gitmeye tesir eden semavî sebebi, terzilik ve dokumacılık sanatıyla meşgul olan iki kişi olarak tâbir etmiştir. Bu çeşit konuşma, mânâyı madde ile tâbir etmek kabilindendir. Hem de aynı mânâyı veya benzerini tazammun eden madde ile tâbir edilmektedir.

Hz. Peygamberin şu sözü de bu kabildendir; zira içine atılan balgam ile mescidin buruşmayacağı açık birşeydir: Mescid, içine atılan balgamdan ötürü ateş üzerinde buruşan deri gibi buruşup dürülür.27

Yani mescidin rûhen ve mânen büyüklüğü, tazime lâyıktır. Balgam, mescidi tahkir olduğu için onun mescidlik mânâsına zıt düşer. Tıpkı ateşin, derinin cüzlerinin birleşmesine zıt düştüğü gibi...

Hz. Peygamberin şu hadîsi de bu kabildendir: Başını imamdan evvel (rükû ve secdeden) kaldıran bir kişi, başının Allah tarafından merkep başına dönüştürülmesinden korkmaz mı?28

Bu keyfiyet, suret bakımından hiçbir zaman tahakkuk etmemiştir ve etmeyecektirde. Fakat mânâ bakımından daima vardır. Çünkü namazda imama tâbi olmayı gözetmeyenin kafası, hakikati, oluşu ve şekli bakımından merkep kafası olamaz. Merkebin özelliği hamâkat (ahmaklık) ve belâhettir. Bu bakımdan imamdan evvel başını kaldıran bir kimsenin kafası, ahmaklık mânâsında, merkebin başına benzetilmiştir. Hz. Peygamberin gayesi de budur. Yoksa burada, mânânın kalıbı olan uzuv kastedilmemiştir. Hem imama uymak, hem de ondan evvel davranmak iki zıt hareket olduğu için ahmaklığın en üst perdesidir.

Bu gibi sözlerin zahir manalarında olmadıkları ya akli,veya şer'i delillerle bilinir.

Aklî delil, mânânın zahire hamledilmesinin mümkün olmadığıdır. Tıpkı Hz. Peygamberin şu mübârek sözünde olduğu gibi: Mü'minin kalbi, Rahman olan Allah'ın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadır.29

Müslümanların kalbini açıp baktığımızda orada herhangi bir parmağa rastlamayız. Öyleyse parmağın zikri, burada sır ve gizli ruhu bulunan kudret-i ilâhiyye'den kinayedir. Kudret yerine parmak tâbirinin kullanılması, Allah Teâlâ'nın kudretinin tam olarak anlaşılması hususunda dinleyenin kalbinde daha fazla bir iz bırakır.

Şu ayet-i celîle kudret yerine, parmağın kullanılması kabilindendir: Biz birşeyin olmasını dilediğimiz zaman, ona sözümüz sadece 'Ol!' dememizdir; o da hemen oluverir. (Nahl/40)

Bu ayetin zahiri mânâsı gayr-ı mümkündür. Çünkü 'ol!' kelimesi eğer var olmayan birşeye hitap ise muhaldir, Zira mevcut olmayan birşeye nasıl hitap edilebilir? Olmayan birşey yok olduğu için ne hitabı anlar ve ne de emri yerine getirebilir.

Eğer o şeyin var olmasından sonraysa, o zaman da var olan birşeye 'Var ol!' denilmesi lüzumsuz olur. Fakat kudretinin sonsuzluğunu anlatmak cihetinde nefislerde daha fazla tesir yaptığı için Allah Teâlâ açık tâbiri bırakıp bu kinaye tâbiri kullanmıştır.

Şeriatla bilinen delile gelince, o delil de şudur: Söylenilen hükmün zahire ircâ ve hamledilmesi mümkündür. Fakat rivayet edildiğine göre Allah Teâlâ burada zahirin hilafını irade buyurmuştur. Nitekim şu ayetin tefsirinde de bu hüküm varit olmuştur:

Allah gökten bir yağmur indirdi ve vadiler kendi miktarınca sel olup aktı. Sel de üzerine çıkan bir köpüğü yüklenip götürdü. Süs eşyası veya âlet yapmak için ateşte erittikleri madenlerde de bunun gibi bir köpük (posa) vardır. İşte Allah hak ile bâtılı böyle misâllendirir. Köpüğe gelince, o atılır gider. İnsanlara faydası olan ise yerde kalır. (Hak buna benzer). Allah işte böyle misaller verir. (Ra'd/17)

Âyet-i celîledeki 'su' mânâsına gelen ma tâbiri Kur'an'dan kinayedir. Vadilerden maksat da kalplerdir. Kalplerin bir kısmı çok, bir kısmı ise az şey yüklenmiştir. Bir kısmı da hiçbir şey yüklenmemiştir. Köpük ise küfür ve nifak misalidir. Zira köpük her ne kadar su yüzünde görünürse de, hakikatte bir balondan başka birşey olmadığı için sönüp gider. İnsanlara yararlı olan hidayete gelince, o istikrar bulur ve yerleşir. Bir cemaat bu kısımda, oldukça derine dalmış; âhirette varit mizan, sırat ve benzerlerini te'vil etmişlerdir. Bu te'vil bid'attır. Çünkü böyle bir tevil rivayet yoluyla nakledilmiş değildir. Kaldı ki bu ayet-i celîleyi zahirî mânâya hamletmekte hiçbir mahzur yoktur. Bu bakımdan zahirinde bırakılması ve te'vil edilmemesi vacibdir.

Dört İnsanoğlu önce mücmel (kısa ve öz bir şekilde) idrâk eder, daha sonra tedkik ve zevkiyle tafsile girişir. Böylece o şey, insanın ayrılmaz parçası haline gelir. İnsanoğlunun bu iki ilim ve anlayışı farklıdır. Birincisi kabuk ve posa gibi, ikincisi ise öz gibidir. Birincisi zâhir, ikincisi bâtın gibidir. Bunu bir misalle açıklayalım: Karanlıkta veya uzakta insanın gözüne bir karartı ilişir ve az bir malumat sahibi olur. Fakat o şahsı yakından veya karanlığın kalkmasından sonra gördüğü zaman iki görüşün arasındaki farkı idrâk eder. İkinci görüşü, birinci görüşüne zıt değil, aksine onun kemâle ermiş şeklidir. İlim, iman ve tasdik de böyledir. İnsanoğlu, karşılaşmadan da ölüm, hastalık ve aşkın varlığını tasdik eder. Fakat bu hakikatlere, karşılaştığı zaman, karşılaşmadan önceki inancından daha kâmil bir inançla inanır. İnsanoğlunun, şehvet, aşk ve diğer haller hususunda üç ayrı durum ve görüşü vardır. 1- Olmadan önce varlığına inanmak 2- Olduğu anda varlığına inanmak 3- Olup geçtikten sonra varlığına inanmak Geçmişte karşılaştığın açlık hakkındaki bilgin, açlık çekmezden önceki bilgine muhaliftir.

İşte bunun gibi, din ilimlerinde de insanoğluna zevk veren bir kısım vardır. Bu kısım gittikçe tekâmül eder. Daha evvelki halinde, tahkiksiz elde edilen bâtın gibi olur. O halde hastanın sıhhat anlayışıyla sağlamın sıhhat anlayışı arasında fark vardır. Bu dört kısımda da, halkın anlayışı farklılık arzeder. Halbuki bütün bu kısımlarla, zahire zıt düşecek bir bâtın da mevcut değildir. Bilakis bu kısımlardaki bâtın, zahiri tamamlar ve onu özün kabuğu tamamlaması gibi kemâle erdirir. Hepsi bu kadar vesselâm...

Beş Kal diliyle hâl dilini belirtmektir. Anlayışı kıt olan bir kişi, zahirde kalır ve zahiri, hakikî bir konuşma olarak kabul eder. Hakîkatleri basiretle çözen kişi ise, zahirdeki sırra vâkıf olur ve onu çözer. Bu tıpkı "Duvarın kendisine çakılan kazığa 'Neden bana güçlük verip beni yaralıyorsun?" diye sorması; kazığın da 'Bunu bana değil beni dövüp rahat bırakmayana ve arkamdaki taşa sor' demesi" gibidir... Kişi burada hâl dili yerine kal dili kullanmaktadır. Kur'a'nı Kerîm'in şu ayeti de bu kabildendir: Sonra (Allah) buhar hâlinde olan göğü yaratmaya yöneldi de ona ve arza İkiniz de isteyerek veya istemeyerek gelin!' dedi. Onlar da 'Biz isteyerek geldik' dediler, (Fussilet/11)

Anlayışı kıt olan bir kimseye bu ayeti anlatabilmek için yer ile göğe hayat ve akıl takdir etmek; bunların Allah'ın hitabını anladıklarını ve o hitabın gök ile yerin duyabileceği ses ve harflerden mürekkep olduğunu ve onların da harfle, sesle cevap verdiklerini ve 'Biz isteyerek geldik' dediklerini söylemek gerekir. Basîret sahibi ise bilir ki, burada dil ile konuşmak irade edilmemiştir. Bu haber, göklerin ve yerlerin ister istemez Allah'ın emrine musahhar olduklarını ilân eder.

Nitekim 'Hiçbir şey yoktur ki Allah'ın hamdiyle O'nu tesbih etmesin. Fakat siz insan olarak onların teşbihini anlayamazsınız' (İsrâ/14) ayeti de bu kabildendir. Basiretsiz kimse, cansızlar için de hayat, akıl, sesli ve harfli konuşmayı tak-dir eder ki tesbih ettiklerinin tahakkuku için 'sübhanallah' diye-bilsinler. Basîret sahibi ise, bilir ki buradaki tesbihle, dille yapılan tesbih değil, aksine O'nun varlığını halk diliyle ilân etmeleri, zâtının kudsiyyetini mânen haykırmaları ve varlıklarıyla O'nun birliğine şehâdet etmeleri kasdolunmuştur.

Nitekim 'Herşeyde O'nun varlığına ve birliğine delâlet eden bir alâmet vardır' denilmiştir. Yine 'Bu muhkem sanat, ustasının güzel tedbirine ve kâmil ilmine şehâdet eder' denilmiştir. Bu ayet-i celîlenin mânâsı; gökler ve yer diliyle 'Biz şehâdet ederiz ki, sen varsın' demek değildir. Fakat bu varlıklar zat ve halleriyle mûcidlerinin varlığına şehâdet ederler, işte böylece, hiçbir şey yoktur ki, kendisini yoktan var eden, devam ettiren, sıfatlarında ve durumlarında evirip çeviren bir var ediciye muhtaç olmasın. Böylece var olan herşey, bir var ediciye muhtaç olmak hasebiyle, o kendisini var edenin kudsiyyetine şehâdet eder. Onun şehâdetini de, sadece eşyanın zahirine bakarak yapışıp kalanlar değil, ancak basîret sahipleri idrâk ederler. Bu sır ve hikmete binâen Allah Teâlâ Takat siz onların teşbihlerini idrâk edemezsiniz' (İsra/44) buyurmuştur. Kasır ve âcizlere gelince, onlar hiçbir zaman eşyanın, var edicisi hakkındaki tesbih ve takdisini anlayamazlar. Mukarreb ve ilimde râsih olan (derinleşen) âlimlere gelince; Allah Teâlâ'nın künhünü ve mutlak kemâlini idrâktan onlar da âcizdirler. Zira herşeyde, Allah'ın takdis ve teşbihine delâlet eden çeşitli şahitlikler vardır ve her insan, bu şahitliklere ancak akıl ve basireti nisbetinde vâkıf olabilir. Bu şahitlikleri, teker teker saymak muamele ilmine uygun düşmez. Çünkü böyle bir inceleme ancak mükâşefe ilmine dâhildir. Mükâşefe ilmi gibi, muamele ilminde de zahirîlerle basîret sahiplerinin dereceleri ayrı ayrıdır. Bu beşinci kısımla, zâhir ile bâtının ayırımı yapılır.

Bu makamda, derece sahiplerinden bazıları haddi tecavüz ederek ifrata varmıştır, bazıları da mutedil hareket etmiştir. Zahiri kaldırmak hususunda bazıları o derece ifrata kaçmıştır ki, bütün zahirleri ve delilleri veya çoğunu bozup şu ayetlerde olduğu gibî te'vile girişmişlerdir. Bugün onların ağızlarını mühürleriz de elleri ne yapıyor idiyseler bize söyler ve ayaklarıda şahitlik eder. (Yâsin/65)

O kâfirler, derilerine 'Niçin aleyhimizde şahitlik ettiniz?' derler. Onlar da 'Bizi, herşeyi söyleten Allah söyletti. Sizi ilk defa o yarattı. (Öldükten sonra da) yine O'na götürülürsünüz' (karşılığını verirler). (Fussilet/21).

Bu ayetleri, Nekir ve Münker'den varit olan konuşmaları, mizanı, sıratı, hesabı, cennet ve cehennem ehlinin münazaralarını tamamen te'vil etmişlerdir. Bazıları da te'vil kapısını tamamen kapatmak suretiyle ifrata kaçmışlardır. Ahmed b. Hanbel (r.a) bunlardandır. Hatta İmam Ahmed "Allah Teâlâ birşeyin olmasını dilediği zaman, ona sadece "Ol" iler, o da oluverir" (Yâsin/82) ayetinin son cümlesi olan 'Kün feyekûn' ibaresinin te'vilini bile menetmiş ve şöyle demiştir: 'Bu lafız Allah'ın harf ve ses ile olan hitâb-ı ilâhîsidir. Bu hitap Allah Teâlâ dan her lahzada olanların adedince sudûr eder'. Hatta İmam Ahmed'in bazı arkadaşlarından dinledim, şöyle diyorlardı: Te'vil kapısı, şu üç hadîsin lafızlarını te'vil etmek hariç kapanmıştır:

Hacer-ül-Esved (siyah taş), Allah'ın yeryüzünde sağ elidir.30

Mü'minin kalbi Rahman olan Allah'ın parmaklarından ikisinin arasındadır.31

Ben Rahman'ın nefesini Yemen tarafından hissediyorum.32

Zahirîler de, te'vil kapısının kapanmasına taraftardır. İmam Ahmed'in yüce makamı ve yüksek ilminin bize telkin ettiği hüsn-ü zan, onun hakkında şunu bilmektir: Kendileri ayet-i celîledeki istivâ'nın kürsü üzerinde oturup istikrar etmek gibi olmadığını, Allah'ın gecenin sonunda, birinci semaya inişinin, bayağı bir insanın bir yerden başka bir yere intikal etmesi gibi olmadığını elbette biliyordu. Fakat te'vil kapısını kötülüklerin yüzüne kapatmak için, te'vili men'etmiştir ve bu men'edişinde müslüman halkın salâhını gözetmiştir. Çünkü te'vil kapısı açıldı mı, yırtık büyür ve kapatma imkânı kalmaz. İşler kontroldan çıkar ve normal hududu tecavüz eder. Hududu tecavüz eden birşeyin zapt u rapt altına alınması ise imkânsızdır. Bu bakımdan, te'vil kapısını böyle iyi bir niyetle kapatmakta herhangi bir beis yoktur. İmam Ahmed hazretlerini, selef-i sâlihînin gidişatı da destekler.

Zira selef aynen şöyle söylü-yordu: 'Allah'ın Kitabı'nda ve Hz. Peygamberin sünnet-i seniyyesinde geçen lâfızları olduğu gibi geçiştirin'.

İmam Mâlik'e istivâ'nın mânâsı sorulduğu zaman şöyle buyurdular: İstivâ malûmdur; keyfiyeti ise meçhuldür. İstivâ'ya inanmak vacip, keyfiyetini sormaksa bid'attır'. Bâzı âlimler de, mûtedil hareket etmeye taraftar olmuşlardır.

Allah'ın sıfatlarıyla ilgili ve te'vile muhtaç ayet ve hadîsleri zahirî mânâsı üzerine olduğu gibi terkedip te'vilini men'etmişlerdi. Bunlar Eş'arî mektebine mensup âlimlerdir. "Mutezile, te'vil bakımından, Eş'arîlerden daha ileri giderek Allah'ın sıfatlarından olan Basîr kelimesini te'vil etmişlerdir. Allah'ın Semî ve Basîr olmasını te'vil ettikleri gibi, mi'racı da te'vil ederek bedenen olmadığını iddia etmişlerdir. Kabir azabını, mizan, sırat ve âhiret ahkâmının bir kısmını da te'vil etmişlerdir. Bununla birlikte Mutezile insanların cesetleriyle haşrolunacaklarını; cenneti ve buradaki yiyecek, güzel koku, evlilik gibi nimetleri; ateşi ve onun derileri yakıp yağları eriteceğini te'vil etmeksizin olduğu gibi kabul etmişlerdir.

Felsefeciler, Mu'tezile'nin bu derece ve hududunu da geçerek, âhiret hakkında vârid olan herşeyi te'vil ve âhiretteki azap ve elemlerin tamamının aklî ve ruhî olduğunu iddia etmişlerdir. Orada lezzetin de aklî olduğunu ileri sürmüşlerdir. Cesetlerin haşrini inkâr, nefislerin hâdis değil, bâkî olduğunu iddia etmişlerdir. Görülecek cennet nimetlerinin ya da cehennem azaplarının görülür tarafı bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. İşte bunlar, te'vil hususunda aşırı gidenlerin tâ kendileridir...

Bu başıboşluk ile Hanbelîlerin katılığı arasındaki ifrat ve tefrite kaçmayan normal hareket gayet ince ve derindir. Buna, dinleyenler değil, ancak emirleri Allah'ın nuruyla idrâk edip onlara Allah tarafından muvaffak olanlar erişebilirler.

Allah'ın tevfîkine mazhar olan bu grup, söylenen sözlere ve vârid olan kelimelere emirlerin sır ve incelikleri kendilerine olduğu gibi keşfolunduğu zaman bakarlar. Bu söz ve kelimelerden, yakîn nuruyla buldukları hakikate mutabık olanları olduğu gibi kabul, muhalif düşenleri ise te'vil ederler. Bu emirleri sadece kulaktan dolma anlamaya çalışanlara gelince, onların istikrarlı bir adımları olmadığı gibi bu emirlere karşı muayyen bir yerleri ve mertebeleri de yoktur. Sadece dinlemekle iktifa eden bir kimseye İmam Ahmed b. Hanbel'in makamı en güzel ve uygun bir makamdır.

Şu halde normal hududunun üzerindeki perdeleri kaldırmak, Mükâşefe ilmine dâhildir. Bu konuda söz uzadığı için, biz burada o ilme dalamayacağız. Çünkü bizim gayemiz bâtının zahire mutabık ve muvafık olduğunu ve aralarında herhangi bir muhalefetin bulunmadığını beyan etmektir.

Bu bakımdan şu zikrettiğimiz beş kısımda birçok şeylerin hakikati keşfolundu. Halk tabakasını, daha önce yazdığımız inancın izahında bırakmak istediğimiz, onların birinci derecede inançlarla mükellef olup, başka herhangi birşeyle mükellef olmadıklarını, ancak şayi olan bid'atların teşvişlerinden korkulursa ikinci dereceye terakki edebileceklerini ve orada derinliğe dalmadan, kısaca, pırıl pırıl parlayan delillerle takviye edilmiş bir inanca yükselmelerini kabul ettiğimiz zaman, bu kitapta o delilleri zikredelim; misafir olarak Kudüs şehrinde bu-lunduğumuz bir dönemde, oradaki ahaliye yazıp da er-Risalet'ül-Kudsiyye f1 Kav âid'il-Akaid adlı eserimizde vârid olan miktar ile iktifa edelim. Bu eser, gelecek bölümde dercedilmiş bulunmaktadır.

13) Künyerci Yakub b. İbrahim'dir. İmam-i A'zam'in ileri gelen talebelerindendir 14) Müslim, (İbn Müsud) 15) Müslim (Selmân-ı Fârisî'den) 16) Bkz. İlim bölümü; İbn Mâce, (Ebû Hüreyre'den); Tirmizî, (Enes'ten) 17) îtimâd şu demektir: Ağır bir cismin yere.düşüşü, hareketten değil, dengeyi kaybetmesi sebebiyledir. Bir cevherin daha üstün bir cevhere dönüşmesine kevn (oluş), daha âdi bir cevhere dönüşmesine de fesâd (bozulma) denir, Ehl-i Sünnet' göre insanoğlunun bütün idrâki Allah'ın fiilidir. İnsanın bir dahli yoktur. İnsanın fiili olmadığı gibi, kesbi de değildir. 18) İbn Hibban, Sahih, (İbn Mes'ud'dan) 19) Bu hadîs daha önce geçmişti. 20) İlim bölümünde geçmişti. 21) İlim bölümünde geçmişti. 22) Buhârî ve Müslim, (Hz. Âişe ve Enes'ten) 23) İlim bölümünde geçmişti. 24) Müslim, (Hz. Aişe'den). Âişevalidemiz Hz. Peygamberin bu hadîsi secde halinde söylediğini belirtmiştir. 25) Bu hadîs, müellif tarafından Mişkât'ül-Envar adlı eserinde de zikre-dilmiştir. 26) Meşhur bir mülhiddir. Mutezile inancı hakkında küfür ve ilhâd dolu bir kitabı vardır. İsfahan'ın Ravâııd köyünde doğmuştur ve aslında Gulât-ı Şia'dandır. (Zebîdî) 27) Irâkî, bu hadîsin merfû hadîsler içinde yeri olmadığını söylemiştir. Krş. İbn Ebi Şeybe, (Ebû Hüreyre'den); Abdürrezzak, (Ebû Hüreyre'den mevkuf olarak) 28) Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce 29) Müslim, (Abdullah.b. Amr'dan) 30) Hâkim, (Abdullah b. Amr'daıı; sahih olduğunu söyleyerek) 31) Müslim, (Abdullah b. Amr'dan) 32) İmam Ahmed, (Ebû Hüreyre'den)

En son gelişmelerden haberdar olmak için whatsapp kanalımızı takip edin