Gazali - İhyau Ulumiddin''den iman ve İslam (2)
İman, İslâm ve Bu İki Terim Arasındaki Birleşme ve Ayrılma, İman ile İlgili Artma ve Eksilme (2)
Azalar ve amelleri ise, mülk ve şuhûd âlemindendir. Bu iki âlem arasındaki ince bağ ve bağlantı, öyle bir hadde varmıştır ki, bazı insanların, iki âlemin birliğine hükmetmesine vesile olmuştur. Diğer bir grup da, şuhûd âleminden başka bir âlemin olmadığına kani olmuşlar ve şu görünen cisimlerin dışında herhangi bir varlığın mevcut olmadığına hükmetmişlerdir. Fakat iki âlemi idrâk ve ayrılıklarını müşâhede eden, aralarında bağlantı olduğuna inanan bir kimse, bu bağlantıyı şöyle tasvir etmiştir:
Hem şarap, hem de kadeh inceldi; Birbirine benzedi de mesele zorlaştı. Sanki bâde var da kadeh yok, Ve sanki kadeh var da bâde yok! Ne ise biz bu incelikleri bırakarak esas maksada dönelim. Çünkü melekût âlemi, muamele ilminin dışında kalan bir âlemdir. Şu kadar ki, iki âlem arasında ittisal ve irtibat mevcuttur, işte bu sebeple, mükâşefe ilminin muamele ilmine tırmandığını her zaman görebilirsin. Bu durum, şiddetli ve ciddî bir çalışma neticesinde vuzuha kavuşuncaya kadar böyle devam eder. İşte imanın taat ile fazlalaşmasının gereği bu mânâya göre bundan ibarettir.
Hz. Ali İman evvelâ beyaz bir nokta olarak görünür. Kul, sâlih amel işlediği zaman, bu nokta gelişir, büyür ve bütün kalbi istilâ eder. Böylece kalp, bembeyaz kesilir. Nifak da, evvelâ siyah bir nokta halinde bulunur. Allah'ın yasakları irtikâp edildikçe bu siyahlık gelişir, büyür ve sonunda bütün kalbi kaplar. Bu şekilde kalp simsiyah kesilir ve üzerine adeta mühür vurulur. İşte mânevî mühürleme budur diyerek şu ayeti okumuştur: Hayır, (zannettikleri gibi değil), doğrusu onların kazandığı günahlar kalplerini kaplamıştır. (Mutaffifîn/14) İman yetmiş küsûr babdır.49
2. İmandan, kalbin tasdiki ile birlikte azaların amelini murâd etmektir.
Nitekim, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Zâni, imanlı olduğu halde zina etmez. Sâlih amel, iman kavramının muhtevâsına dâhil olduğu zaman, artması ve eksilmesi, artık, gizlenemez bir hakîkat olarak görünür. Fakat 'Sâlih amel, mücerred tasdikten ibaret olan imanın artmasına tesir eder mi etmez mi?' meselesi tedkike değer. Biz daha önce 'tesir ettiğine' işaret etmiştik.
3. İman kavramından keşif, delil ve basîret nuruyla müşâhede edilen yakînî tasdik kastolunmaktadır. Bu üç kısmın, ziyadeleşmeyi kabul etmek hususunda imkânsız görüneni işte budur. Fakat ben derim ki: Şüphe götürmeyen yakînî emirde de nefsin İtminânı değişir. Şöyle ki her ikisinde de şek ve şüphe olmamasına rağmen, nefsin, ikinin birden fazla olduğuna dair mutmain olması, âlemin sonradan yaratıldığına dair olan itminanı gibi değildir. Çünkü yakînî meseleler vuzuh derecelerine göre değişmektedir. Nefsin onlara karşı olan İtminânı da bizzarure değişir. Biz bu keyfiyeti Ahiret Âlimlerinin Alâmetleri bölümü ile Kitab 'ul-İlm'in Yakîn bölümünde izah etmiştik. Burada ikinci defa tafsilâta lüzum görmüyoruz.
îman, bu üç mânâdan hangisi için kullanılırsa kullanılsın, âlimlerin İman, ziyade ve noksanlığı kabul eder hükmü haktır. Bu hükmün, hak olması şüphe götürmez; çünkü hadîsi şerifte 'Kalbinde zerre miktarı iman olan kişi ateşten çıkar' beyânı vârid olmuştur. Başka bir hadîste de 'zerretün min îmânin' yerine 'zerretün min dînârin' tâbiri kullanılmıştır. Eğer kalpteki tasdikler arasında fark yoksa, bu miktarların değişmesine ne mânâ vermek lâzımdır?
III. Mesele: Selefin 'Allah dilerse ben mü'minim' sözünün mânâsı nedir? Çünkü istisna şüpheyi; imanda şüphe ise küfrü iktiza eder. Bütün selef âlimleri 'Kesinlikle imanım vardır' şeklindeki cevabı menetmiş ve bu ifadeden sakınmışlardır.
Süfyân-ı Sevri "Ben Allah'ın nezdinde mü'minim diyen, yalancılardan; 'Hakikat nokta-i nazarında ben mü'minim' diyen de bid'atçılardandır" buyurmuştur. Bununla birlikte kişi, nefsinde mü'min olduğunu bildiği halde böyle derse nasıl yalancı olabilir? Çünkü nefsinde mü'min olan bir kimse, Allah nezdinde de mü'mindir. Nasıl ki bir kişi, esasında uzun boylu ve cömert ise ve bunları da biliyorsa, bu keyfiyet Allah nezdinde de aynıdır. Aynı şekilde mesrur veya mahzun, işiten veya gören de böyledir.
Eğer bir insan 'Sen hayat sahibi misin?' sualine 'Eğer Allah dilerse hayat sahibiyim' şeklinde mukabele etse, bu doğru bir cevap olmaz.
Süfyan es-Sevrî, yukarıda geçen hükmü verdiği zaman kendisine 'O halde biz ne demeliyiz?' denildi, O da 'Allah'a iman ettik ve indirdiği hükme inandık deyiniz!5 dedi. Acaba 'Biz Allah'a ve indirdiği hükme iman ettik' ile 'Ben mü'minim' arasında ne fark vardır?
Hasan Basrî'ye 'Sen mü'min misin?' diye sorulur. İnşâallah' der. 'Niçin iman'da istisna yaptın?' diye sorulduğunda da şöyle cevap verir: "Peki ya bunun üzerine Allah bana 'Yalan söyledin ya Hasan!' derse? Bu yüzden de azaba müstahak olmaktan korktuğum için böyle söyledim".
Hasan Basrî bir keresinde de şöyle demiştir: "Allah'ın bende bulunan ve malumatım dâhilinde olmayan birtakım kötülüklere muttali olması ve bundan dolayı bana buğzederek cEy kulum! Git! Senin hiçbir amelini kabul etmedim' demeyeceğinden ve yaptıklarımı boşa çıkarmayacağından emin değilim".
İbrahim b. Edhem de "Sana 'Sen mü'min misin?' denildiği zaman, 'Lâ ilahe illâllah' ile cevap ver" derdi. Bazen de "Ben imanımdan şüphe etmiyorum. Fakat bana 'Sen mü'min misin?' diye sual sorman bid'attır" buyururdu. Küfe fakihi Alkame b. Kays'a 'Sen mü'min misin?' diye sorulduğunda 'Eğer Allah dilerse, öyle ümit ediyorum' cevabını vermiştir.
Süfyan-ı Sevrî şöyle demiştir: 'Bizler Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve rasûllerine iman: eden kimseleriz. Allah nezdinde ne olduğumuzu bilmiyoruz'. Bütün bunlardan sonra, şu zevatın sözlerinde görülen istisnaların mânâsının ne olduğunu soracak olursan, bilmiş ol ki bu kabil istisnâ doğrudur. Bu istisnanın dört mânâsı vardır: Bunlardan ikisi, imanın aslındaki değil, sonu ve kemâli hakkındaki şüphelere istinad eder. Diğer ikisi ise, şüphe ile hiçbir yönde alâkası olmayan mânâlardır.
Şimdi bu dört mânânın tafsilâtına geçelim! Birinci Anlam Nefsi tezkiye etmemek için 'Ben kesinlikle mü'minim' demek-ten kaçınarak 'inşâallah' istisnasını muhakkak kullanmaktır. Nefislerinizi temize çıkarmayın. O, kendisinden korkanın kim olduğunu çok iyi bilendir. (Necm/32)
Şu kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın? (Hayır iş) öyle değildir. Ancak Allah dilediğini temize çıkarır. Onlara kıl kadar zulmedilmez. (Nisâ/49)
Bak, Allah'a karşı nasıl yalan uyduruyorlar. Bu yanlış inançları onlara açık bir günah olarak yeter. (Nisâ/50)
Bir hakîme 'Kötü doğruluk nedir?' diye sorulduğunda, 'Kişinin nefsini övmesidir' diye cevap vermiştir.
İman, övülmenin en üstünüdür. 'Kesinlikle benim imanım vardır' demek mutlak surette nefsi tezkiye etmektir. 'İstisnâ sîgası' (inşâallah) insanı tezkiyeden uzaklaştırır.
Nitekim bir insan, 'Sen doktor musun? Fakih veya müfessir misin?' denildiği zaman; doktorluğundan, fakih veya müfessirliğinden şüphe ettiğinden değil, belki bir çeşit alışkanlıkla 'Evet, Allah dilerse...' der. Bu istisnâ ile kendisini nefsinin tezkiyesi tehlikesinden kurtarır.
Binaenaleyh istisnâ, nefisle ilgili haberleri zayıf düşürme ve tereddüt uyandırma sîgasıdır (nefisle ilgili haberlerin lüzumlu neticelerinden birisi olan nefsin tezkiyesini zayıf düşürmek içindir). İmanın esasında şüphe edildiği zaman bu siga kullanılmaz. Bu te'vile binâen, kötü bir sıfatın mevcut olup olmadığı sorulduğunda istisna etmeksizin cevap vermelidir.
İkinci Anlam Allah'ı, her hâlükârda zikretmeye çalışmak ve her emri Allah'ın dileğine ve meşiyetine havâle etmektir. Allah Teâlâ bu edebi Hz. Peygamberi Söyle öğretmektedir:
Hiçbir şey hakkında 'Bunu yarın yaparım' deme! Ancak 'Allah dilerse (yaparım)' de! Unuttuğun zaman da Allah'ı an ve 'Olur ki rabbim beni, bundan daha yakın bir zamanda dosdoğru bir muvaffakiyete ulaştırır' de! (Kehf:23-24)
Hz. Peygamber, Allah'tan bu edep dersini aldıktan sonra, yapabileceğine şeksiz şüphesiz emin olduğu hususlarda bile bu istisnayı kullanırdı. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Peygamberin diliyle aynen şöyle buyuruyor:
Andolsun ki Allah gerçekten o rüyayı Râsûlü'ne hak olarak doğru gösterdi. (Ey mü'minler)! İnşâallah emniyet içinde bulunan kimseler olarak başlarınızı traş etmiş ve kısaltmış olduğunuz halde, korkmaksızm Mescid-i Harama, girecek-siniz. Fakat Allah, sizin bilmediğiniz şeyleri bildi ve Mekke'nin fethinden Önce yakın bir fetih verdi. (Fetih/27)
Allah Teâlâ, ashabın Mekke'ye gireceğini ve onların şehre girmelerine müsaade edeceğini şeksiz ve şüphesiz biliyordu. Fakat Allah Teâlâ'nın kasd-ı ilâhîsi, peygamberine edebi öğretmekti. Binaenaleyh Hz. Peygamber, ister mâlûm, isterse de şüpheli olsun, Allah'tan naklettiği herşeyde 'inşâallah' demek suretiyle bu edebin en güzel örneğini veriyordu. Hattâ kabristanın yanından geçerken veya oraya girerken şöyle derdi:
Ey mü'minler evi(nin sakinleri)! Selâm size! İnşâallah biz de, sizlere iltihak edeceğiz.50
Ölülere iltihak etmekte şek ve şüphe var mıdır? Böyle olduğu halde, Hz. Peygamber edeb icabı Allah'ı zikretmiş ve herşeyi O'nun meşiyetine bağlamıştır. Bu siga, Allah'ın zikrine o derece delâlet eder ki, kullanılışta, rağbet ve temennî izhârından ibaret olarak kabul edilmiştir. Binaenaleyh sana 'Falan adam yakında ölecektir' denildiği zaman inşâallah diye mukabele ediyorsun. Senin bu sözünden, o kişinin ölümünü şüpheli karşıladığın değil, aksine ölmesini temenni ettiğin anlaşılmaktadır. Yine sana falan adamın hastalığı yakında zâil olacak ve sıhhata kavuşacaktır' denildiğinde, o hastalığın zâil olmasına taraftar olduğunu 'inşâallah' demek suretiyle izhâr etmektesin. Demek ki, İnşâallah' kelimesi teşkik (şüpheye düşürme) mânâsından rağbet ve temenni mânâsına geçmektedir. Böylece Allah'ı zikretmek edebini göstermek için. hüküm ne olursa olsun, bu kelimeyi kullanmaktasın.
Üçüncü Anlam İstisnâ sîgasının dayandığı temel şe^'tir ve anlamı 'Eğer Allah dilerse ben hakîkî mü'minim' demektir. Çünkü Allah Teâlâ mü'minleri, hakîkî ve gayr-i hakîkî şeklinde, iki kısma ayırmış ve muayyen kimseleri kastederek 'İşte bunlar gerçek mü'minlerdir. Onlara rabbleri katında dereceler var, mağfiret ve cennette sayısız, tükenmez nimetler vardır. (Enfal/4) buyurmuştur.
İnşâallah' kelimesiyle ifade edilen şek ve şüphe imanın aslına değil, kemâline râcidir. Haddi zâtında her insan, imanının kemâlinde şüphecidir. Böyle bir şüphe küfür değildir. İman'ın kemâlinden şüphe etmek iki cihetle haktır: a.) Nifak, imanın kemâlini giderir. Halbuki bu, gizli bir haldir ve insan, bu halden, kesinlikle uzak olduğunu bilip kestiremez. b) İman, sâlih amellerle kemâle erer; fakat sâlih amellerin varlığı tam olarak idrâk edilemez. îmanın amellerle kemâle ermesi meselesine gelince, Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Şüphesiz ki mü'minler ancak Allah'a ve Peygamberi'ne iman eden ve sonra da (imanlarında) şüpheye düşmeyen ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanlardır. İşte böyle kimseler imanlarında sâdık olanlardır. (Hucurât/15) Binaenaleyh şüphe, mü'minlerin doğru olup olmamasındadır.
Yüzlerinizi (namazda) doğu ve batı tarafına çevirmeniz hayır ve taat değildir. Hayır ve taat, Allah'a, âhirete, meleklere, O'nun indirdiği kitaplara ve gönderdiği peygamberlere iman edenin; Allah'ın rızası (nı kazanmak) için malı (fakir) akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere (kurtulmaları için) harcayanın; namazı gereği gibi kılan ve zekâtı veren kimsenin; söz verdiklerinde sözlerini yerine getirenlerin, ihtiyaç ve sıkıntı hallerinde, cihad ve savaşlarda sabredenlerin hayır ve tâatıdır. İşte bu vasıfları taşıyanlar hakka uyan sâdıklardır ve yine bunlar takvâ sahipleridir.(Bakara/177)
Allah Teâlâ, bu ayet ile imanın makbul olması için, yirmi sıfatın mevcudiyetini şart koşmuştur. Meselâ, ahde sadâkat göstermek, musibetlere karşı sabırlı olmak gibi... Allah; iman edenlerinizi yükseltsin, Kendilerine ilim verilenleriniz için ise (cennette) dereceler vardır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Mücâdele/11)
Fetihten (Mekke'nin fethinden) evvel Allah yolunda (mal) harcayıp savaşanlarınız, diğerleriyle bir olmaz. Onlar, sonradan harcayıp savaşanlardan, fazilet ve derece yönünden daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine cenneti va'detmiştir. O bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Hadîd/10)
Onlar, Allah katında derece derecedirler. Allah (emin veya hain, bütün insanların) yaptıklarını hakkıyla görmektedir. (Al-i İmran/163) Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
İman çıplaktır; elbisesi ise takvadır. İman yetmiş küsur bab'dır. Bu yetmiş küsûr babın derece bakımından en aşağısı, yoldan süprüntüleri uzaklaştırmaktır. İşte imandaki kemâlin amellere bağlılığını bildiren ayet ve hadîsler bunlardır. İman'ın, nifak ve gizli şirkten berî olmaya bağlı olmasına gelince, bu hakikatı şu hadîsler beyan buyurmaktadır:
Dört haslet vardır ki bunlar kimde bulunursa, o kimse namaz da kılsa, oruç da tutsa, 'Ben mü'minin de dese, yine de katıksız münafıktır.
Bu hasletler şunlardır: a) Konuştuğu zaman yalan söylemek, b) Sözüne muhâlefet edip va'dinden dönmek, c) Emânete hıyânet etmek, d) Herhangi bir kimse ile muhâsame ettiğinde (davalaştığında) yalan deliller uydurmak.51
Bu son şık, bazı rivayetlerde 'Başkasıyla muâhede ettiği halde hileye kaçmak'şeklinde vârid olmuştur.
Kalpler dört çeşittir: a) Her çeşit karanlıktan tecerrüd etmiş olan ve içinde pırıl pırıl parlayan bir lâmba bulunan kalptir. Bu, mü'minin kalbidir, b) Örtülü kalptir. Bu kalpte iman ve nifak birlikte bulunmaktadır. Kalpteki iman baklaya benzer; ona ancak tatlı su yardım eder ve gelişmesini sağlar. Kalpteki nifaksa çıbana benzer. Çıbanın gelişmesi irin ve sarı suyun yardımıyladır. Binaenaleyh kalpte bu iki maddeden (tatlı su ile irinden) hangisi fazlaysa, hüküm, mezkûr maddeler vasıtasıyla gelişen sıfata göredir.52
Aynı hadîsin başka bir rivayetinde 'Bu iki maddeden hangisi galip gelirse kalbi o kaplar ve elde eder' buyurulmuştur.53
Bu ümmetin münafıklarının çoğu Kur'ân okuyucularıdır,54
Ümmetimdeki şirk, karıncanın taşlar üzerinde yürüyüp bıraktığı izden daha gizlidir.55
Huzeyfe b. Yeman (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah zamanında, kişi, bir kelime konuşur ve ölünceye kadar da o kelime yüzünden münafık kalırdı. Fakat ben, bugün herhangi birinizden aynı kelimeyi günde on defa işitiyorum.56
Bir kısım âlimler 'Kendisini nifaktan uzak gören kimse, nifaka herkesten daha yakındır' buyurmuşlardır.
Huzeyfe b. Yeman (r.a) şöyle der: 'Bugün münafıklar, Rasûlullah'ın zamanından daha fazladır. O devirde münafıklar gizlenirdi. Bugünkü münafıklar ise, gizlenmeye ihtiyaç görmemekte ve açıkta kol gezmektedirler'.57
Gizli bir haslet olan nifak, imanın doğruluğuna ve kemâline zıttır. Kimde olduğu bilinmez. Fakat şu kadarı vardır ki, insanların, nifaktan en uzağı ondan en fazla korkanları; ona en yakını ise, nefsini ondan uzak bilenleridir. Hasan Basriye 'Bugün nifakın mevcut olmadığını söylüyorlar. Ne dersiniz?' diye sorulduğunda şöyle demiştir: 'Ey kardeşim! Eğer münafıklar helâk olsaydı, inanın, yollardan nefret ederdiniz'. Hasan Basrî (veya başka bir âlim) 'Eğer münafıkların kuyruğu bitseydi, toprağa ayaklarımızla basmaya muktedir olamazdık' buyurmuştur.
İbn Ömer (r.a), Haccâc-ı Zâlim'in aleyhine atıp tutan bir kimseye rastladığında, 'Eğer Haccâc burada olup da, senin bu konuşmalarını dinleseydi, yine böyle konuşabilir miydin?' diye sordu. Adam 'Hayır, konuşamazdım', deyince de 'İşte biz böyle bir hareketi Rasûlullah'ın devr-i saadetinde nifak sayardık' buyurdu.58
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Allah Teâlâ bu dünyada iki dil kullanan kimseyi, kıyamette iki dilli yapar.59
İnsanların en şerlisi, iki yüzlü olanlarıdır. Bunlar ona başka, buna ise daha başka bir yüzle gelir.60 (Yani münafıklık yapar, söz getirip götürür ve kovuculuk cinayetini irtikâb eder).
Hasan Basrî'ye Talan kimseler nifaktan korkmadıklarını söylüyorlar, ne dersin?' denildiği zaman 'Allah'a yemin ederim ki nifaktan beri olduğumu bilmem, bana dünya dolusu sarı altından daha sevimli gelirdi' demiş ve devamla da 'Dil ile kalbin, gizli ile açığın, giriş ile çıkışın aynı olmaması nifaktandır' buyurmuştur.
Adamın biri, Huzeyfe b. Yeman'a 'Ey Huzeyfe! Ben münafık olmaktan korkuyorum' der. Bunun üzerine Hz. Huzeyfe 'Eğer münafık olsaydın nifaktan korkmazdın; çünkü münafık, nifak hususunda herkesten daha emindir' buyurur. İbn Ebi Müleyke de 'Yüzotuz başka bir rivayette yüzelli sahabîye yetiştim. Hepsi de nifaktan korkuyorlardı' demiştir.
Rasûlullah (s.a) bir grup ashabı ile oturuyordu. Ashâb bir kişiden çokça bahsederek onu övdüler. O esnada bahsini ettikleri kişi nalınları elinde olduğu halde çıkageldi. Yüzünden abdest suyu damlıyordu. Alnında ise çok secde etmekten hâsıl olmuş bir siyahlık bulunuyordu. Ashâb, Hz. Peygambere 'Ey Allah'ın Rasûlü! İşte bahsettiğimiz zat budur' dediler. Rasûlullah da 'Ben onun yüzünde şeytandan gelen siyah bir ben görüyorum' buyurdu. Adam gelip selâm verdi ve ashabın arasına oturdu. Hz. Peygamber ona dönerek "Allah aşkına söyle! Burada oturanları gördüğün zaman, kafandan 'Onların içinde benden daha hayırlısı yoktur' şeklinde bir düşünce geçirdin mi?" dedi. Bunun üzerine adam şöyle cevap verdi: 'Rabbim beni affetsin! Evet geçirdim'.61
Rasûlullah da şöyle dua etti: 'Ey Allahım! Bildiğim ve bilmediğim şeylerden dolayı senden affedilmemi talep ediyorum'. Bunun üzerine sahabîler Hz. Peygambere 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sen de mi korkuyorsun? diye sordular. Rasûlullah da 'Kalpler, Rahman olan Allah'ın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadır. Onu dilediği şekilde evirip çevirir. O halde beni Allah'ın azabından emin kılan ne olabilir?' buyurdu ve devamla şu ayeti okudu: Eğer yeryüzünde bulunanların hepsi bir misli ile beraber o kâfirlerin olsa kıyamet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu mutlaka feda ederlerdi. Çünkü (o gün) Allah tarafından (dünyada) hesaba katmadıkları şey kendilerine görünür. (Zümer/47)
Bu ayetin tefsirinde: 'Onlar dünyada, iyilik zannıyla birtakım çalışmalar yaptılar; fakat bu çalışmaları, Allah'ın huzurunda kötülükler kefesine konuldu' denilmiştir.
Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: "Eğer bir kişi, dünyanın bütün ağaçlarını bir yerde toplasa ve sonra da dallarında dünyanın bütün kuşlarının cıvıldaştığı bu bahçeye girse ve oradaki her mahlûk kendi diliyle o insana 'Ey Allah'ın velisi! Selâm sana!' deseler ve bunun üzerine nefsi velilik hevesine kapılsa, o kişi nefsinin elinde esirdir".
Sözü edilen hadîsler ile selef-i sâlihînden nakledilen rivayetlerin tamamı, sana, durumun ne kadar tehlikeli olduğunu ve bu tehlikenin, nifakın inceliğinden ve şirkin gizliliğinden meydana geldiğini anlatmış bulunuyorlar. Yine sana, hiç kimsenin, hiçbir zaman nefis, nifak ve gizli şirkten emin olamayacağını da bildirmişlerdir. Hattâ ikinci halife Hz. Ömer dahi münafıkların alâmetlerini çok iyi bilen Huzeyfe b. Yeman'a kendi durumunu sorar ve 'Acaba ben de münafıklar arasında mıyım?' diye düşünürdü.
Ebû Süleyman ed-Dârânî 'Bazı yöneticilerden, şeriata uygun olmayan birtakım sözler işittim ve bunları inkâr etmek istedim. Fakat o zâlim yöneticilerin beni öldürtebileceklerinden korkarak bu işten vazgeçtim. Ancak korkum öldürülmekten değil, can çekişirken halk tarafından süslü ve mücâhid görülmemden dolayı gurura kapılmaktandı' buyurmuştur.
Bu tür nifak, imanın hakîkatına, doğruluğuna, kemâl ve sefavetine zıt düşen münafıklıktır. Tma'ın aslına tesir etmez.
Nifak'ın Kısımları Nifak iki kısma ayrılır: 1. İnsanı dinden çıkarır ve küfre sokar. Böylece insan ebediyyen cehennemde kalacak olanların zümresine dâhil olur. 2. Sahibini bir müddet için ateşe götürür veya onun illiyyîn deki derecesini eksiltir ya da onu sıddîklar rütbesinden düşürür. İşte müzminlerde bulunmasında şüphe edilen nifak bu ikinci kısma dâhildir.
Mü'minde böyle bir nifakın bulunması ihtimal dâhilinde olduğu için, imanda istisnâ yapmak, yani 'İnşâallah' demek en uygunudur. Bu ikinci kısım nifakın esası, insan oğlunun gizlisiyle açığı arasındaki ayrılıktır. Allah'ın azabından emin olmak ve nefsinin yaptıklarına güvenmekten ve bunlara benzer birtakım zararlı emirlerden ancak sâdıklar korunabilir.
Dördüncü Anlam İman' da yapılan istisnanın şekke dayandığını söylemiştik. Bu şekildeki bir istisnâ, neticeden korkulmasından neş'et etmektedir. Çünkü mü'min kişi imanının ölüm ânında, yüzdeyüz sağlam kalıp kalmayacağını bilmemektedir. (Allah korusun) eğer sonuç küfür ile neticelenirse daha evvel yapılan bütün ameller yanıp kül olacaktır; çünkü amellerin geçerli olması sonucun selâmetine bağlıdır.
Eğer oruçlu birisine, kuşluk zamanı, orucunun sağlam ve doğru olup olmadığı sorulsa 'Ben kesinlikle oruçluyum' dediği halde, bilâhere gündüzün ortasında orucunu bozarsa yalan söylemiş olur. Çünkü orucun doğru olması, gündüzün sonuna, yani güneşin batışına kadar devam etmesine bağlıdır. Gündüzün, orucun tamam olmasının ve doğruluğunun mîkatı oluşu gibi, insan ömrü de imanın doğruluğunun mîkatıdır. Vakti tamamlanmadan önce imanı sıhhat ve doğrulukla tavsif etmek, ancak başlangıçta bulunmasının sonuca kadar devam etmesine bağlıdır. Böyle bir devam ise şüphelidir. Mü'minlerin çoğunun korkarak ağlaması, işte bu neticenin belli olmamasından ve bunun ezelî bir hükmün ve ezelî bir meşietin semeresi olmasından ileri gelmektedir. Bu ezelî hüküm de ancak başa geldiği zaman bilinebilmektedir. Beşerden hiçbir kimse bu hükme muttali olamamıştır. Binaenaleyh neticenin korkusu, başlangıcın korkusu gibidir.
Çoğu zaman, içinde bulunulan anda, geçmiş kelimenin zıttı belirir. O halde Allah tarafından kendilerine cennet takdir edilen kimselerden olduğunu kim iddia edebilir? Bir de ölüm sarhoşluğu (can çekişme) gerçek olarak (bil hakkı) gelmiştir. 'İşte (ey insanoğlu!) Bu senin kaçıp durduğun şeydir' (denilir).(Kaf/19)
Bi'l-hakkı kelimesi ezelî hüküm, anlamında tefsir edilmiştir; yani 'Ezelî hükümle takdir edilen ölüm sarhoşluğunu açığa vurdum...' demektir.
Seleften bazıları 'Çalışmaların gerçek neticeleri ancak kıyamette belli olur' buyurmuşlardır. Ebû Derda (r.a) İmanının selbolunmayacağından emin olan kişinin imanı mutlaka selb olur' diye yemin ederdi. 'Birtakım günahlar vardır ki, onların cezası kötü netice ve imansızlıktır' denilmiştir ki böyle günahlardan Allah'a sığınırız.
Yine şöyle denilmiştir: 'İmansızlık ve su-i hatimeye vesile olan günahlar, yalan yere keramet ve velilik taslamak iddiasıdır'.
Bazı ârifler şöyle demişlerdir: 'Eğer evimin cümle kapısının yanında bana şehâdet mertebesi ve odanın kapısında da tevhid üzere ölüm arzedilse, tevhid üzere odanın kapısında ölmeyi, cümle kapısına giderek şehid olmaya tercih ederim. Çünkü odanın kapısından cümle kapısına varıncaya kadar kalbimde beni tevhidden ayıracak ne gibi hallerin meydana geleceğini bilmiyorum.
Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: 'Eğer bir kişiyi elli sene muvahhid (Allah'ı birleyici) olarak tanımış olsam; sonra aramıza bir direk girip de o direğin ötesinde vefat etse, onun kesin olarak, tevhid üzere öldüğünü söyleyemem.
Bir hadîsinde de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kim 'Ben mü'minim, deyip (Allah'ın azabından emin olursa) o kâfirdir ve kimde 'Ben âlimim, derse, o da cahildir'.63 Rabbinin emir ve yasakları doğruluk ve adalet yönünden tamamlandı. O'nun kelimelerini değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur. Allah onların dediklerini hakkıyla işitici, gizlediklerini de kemâliyle bilicidir. (En'am/115)
"Bu ayetteki, 'doğruluk' mânâsına gelen 'sıdkan' kelimesi, iman üzere ölenler içindir. Adalet mânâsına gelen' Adlen' kelimesi de şirk üzere ölenler içindir" denilmiştir.. Allah Teâlâ Hac suresinin 41. ayetinin son cümlesinde 'Bütün işlerin sonucu Allah'ındır' buyurmuştur. Binaenaleyh mademki mü'min bir kişi için şek ve şüphe ve sonuçtan emin olmamak bu raddeye kadar yükselmiştir, o halde imanda istisnâ; yani 'inşâallah' demek vâcibdir.
Oruç, insanın mükellef olduğu bir vazifeyi yerine getirmesinden ibaret bulunduğu gibi, iman da, cenneti icab ettiren durumdan ibarettir. Güneş batmadan evvel fesada uğrayan oruç ise, insanın zimmetini oruçsuzluk mesuliyetinden kurtaramaz oruçluktan çıkarak. Binaenaleyh insanın son nefesinden evvel ifsâd olunan iman da bidayette vardı diye insanı kurtaramaz. Hatta tutulmuş ve eda edilmiş bir oruçtan sonra bile 'Dün oruç tuttun mu?' sorusuna ancak 'Evet, eğer Allah dilerse' şeklinde cevap verilmesi gerekir; zira hakikî oruç Allah tarafından kabul edilen oruçtur. Allah tarafından kabul edilen oruç ise, O'ndan başka kimse tarafından bilinmemektedir. İşte neticenin karanlık oluşundan ötürü bütün gerçek amel ve ibadetlerde istisnâ, ancak ibadetlerin kabul olup olmamasının meçhul oluşundan doğar. Zirâ ibadetin sıhhatına, zahiren şart koşulan bütün şartların tahakkuku ile beraber bazen Allah'tan başka hiç kimse tarafından bilinmeyen gizli sebepler mâni olmaktadır. Binaenaleyh edebe uygun düşen, istisnayı getirmek (inşâallah demek) ve her ibadetin makbul olup olmamasına şüpheyle bakmaktır. İşte 'Sen mü'min misin?' sualinin cevabında 'Eğer Allah dilerse ben mü'minim' demeyi güzel kılan mânâlar bunlardan ibarettir. Böylece akaid kaidelerinin bahsini burada kapatıyoruz.
Allah'ın izniyle Kitabu Kavâid'il-Akaid sona erdi. Allah Teâlâ, efendimiz Hz. Muhammed'e ve tüm seçkin kullarına hayırlar ihsan eylesin! Âmin!
40) Bu ayette geçen 'iman ettinizse' mânâsına gelen 'in kuntum âmentüm' ibaresi, 'teslim olmuş müslümanlarsanız' mânâsında olan 'müslimîn' tâbiri ile aynı mânâya gelmektedir. 41) Buhârî ve Müslim, (İbn Ömer'den) 42) Sa'd b. Ebî Vakkas, cennet ile müjdelenen on kişiden biridir ve bunların en son ölenidir. H.. 57 yılında vefat etmiştir. 43) Krş. Buhârî ve Müslim 44) Ahmed b. Hanbel ve Taberâni, (Amr b. Anbese'den sahih bir isnadla) 45) Buhârî ve Müslim, (Ebû Said el-Hudrî'den) 46) Taberânî, Evsat, (Ebû Said'den) 47) Âsilerin azap görmeleri hakkında, İmam Buhârî, Hz. Enes'ten Tapmış oldukları günahlarından ötürü birtakım kimseler cehennemi boylayacak-lardır' hadîsini rivayet etmiştir. 48) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den) 49) Buhârî ve Müslim, (Ebu Hüreyre'den) 50) Müslim, (Ebû Hüreyre'den) 51) Buhârî ve Müslim, (Abdullah b. Amr'dan) 52) İmam Ahmed, (Ebû Said'den) 53) Metinde kalplerin üçüncü ve dördüncü kısımları zikredilmemiştir. Oysa başka bir hadîste şu taksim vardır: a) Kabuklu kalp (kâfirin kalbi), b) örtülü kalp (münafığın kalbi), c) Her kötülükten soyunmuş kalp (mü'minin kalbi), d) içinde hem iman, hem de nifak olan kalp. 54) îmam Ahmed ve Taberânî, (Ukbe b, Âmir'den) 55) Ebû Yala, İbn Adiy ve ibn Hibban (Ebubekirden); İmam Ahmed ve Taberânî, (Ebû Musa'dan) 56) İmam Ahmed, (Hâvisi meçhul bir senedle) 57) İmam Buhârî, bu hadîsi 'ok&@r' kelimesi yerine 'şer' kelimesiyle nâkletmiştir. 58) imam Ahmed ve Taberânî, (İbn Ömer'den) 59) Bu hadîs, Râsulüllah'ın müstakil bir hadîsi olmayıp, İbn Ömer'in bundan önce geçen konuşmasının devamıdır. Ancak dalgınlık sonucu müellif tarafından yanlışlıkla hadîs olarak gösterilmiştir. (Zebîdî, îthaf-us-Saade, 11/271) 60) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den) 61) İmam Ahmed , Bezzar ve Dârekutni, (Enes'ten) 62) Müslim, (Hz. Âişe'den) 63) Taberânî, Evsat, (İbn Ömer'den); Taberânî, Asgar; senedinde zaaf vardır.
"Üye/Üyeler suç teşkil edecek, yasal açıdan takip gerektirecek, yasaların ya da uluslararası anlaşmaların ihlali sonucunu doğuran ya da böyle durumları teşvik eden, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik ya da ahlaka aykırı, toplumca genel kabul görmüş kurallara aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde hiçbir İçeriği bu web sitesinin hiçbir sayfasında ya da subdomain olarak oluşturulan diğer sayfalarında paylaşamaz. Bu tür içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk münhasıran, içeriği gönderen Üye/Üyeler'e aittir. MİLAT GAZETESİ, Üye/Üyeler tarafından paylaşılan içerikler arasından uygun görmediklerini herhangi bir gerekçe belirtmeksizin kendi web sayfalarında yayınlamama veya yayından kaldırma hakkına sahiptir. Milat Gazetesi, başta yukarıda sayılan hususlar olmak üzere emredici kanun hükümlerine aykırılık gerekçesi ile her türlü adli makam tarafından başlatılan soruşturma kapsamında kendisinden Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 332.maddesi doğrultusunda istenilen Üye/Üyeler'e ait kişisel bilgileri paylaşabileceğini beyan eder. "
Yorum yazma kurallarını okudum ve kabul ediyorum.