Dolar (USD)
34.63
Euro (EUR)
36.58
Gram Altın
2937.75
BIST 100
9639.77
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Gazali - İhyau Ulumiddin''den ilmin afetleri ve alimler (2)

Büyük İslam Alimi Ebu Hamid Muhammed Gazali''nin İhyâu Ulûmi''d-Dîn eserinin İlmin Âfetleri, İyi ve Kötü Âlimlerin Alâmetleri (2) bölümünü sizlerle paylaşıyoruz.
Gazali - İhyau Ulumiddin''den ilmin afetleri ve alimler (2)
31 Ocak 2019 15:24:00
Büyük İslam Alimi Ebu Hamid Muhammed Gazali''nin İhyâu Ulûmi''d-Dîn eserinin İlmin Âfetleri, İyi ve Kötü Âlimlerin Alâmetleri (2) bölümünü sizlerle paylaşıyoruz.

İlmin Âfetleri, İyi ve Kötü Âlimlerin Alâmetleri (2)

Eskiler şöyle söyler: 'Ahmed b. Hanbel'in durdumu Dicle neh rine benzer. Şöyle ki: Herkes ondan, avucunu doldurarak kana kana içer. Bişr b. Hars'ın durumu ise, kapalı ve tatlı suyu olan bir kuyu gibidir. İnsanlar ancak nöbetle ve birbirinin ardı sıra kuyu nun başına gelebilirler'.

Salih seleflerimiz şöyle söylerlerdi:'Falan adam gerçekten bir âlim, filân ise, yalnız, konuşan bir adamdır. Falan insan da Allah'a çokça ibadet eden kişidir'.

Ebu Süleyman b. Atiyye ed-Daranı 'Mârifet, konuşmaktan daha fazla sükûta yakındır' buyurmuştur. 'İlmin çoğalması konuşmayı azaltır. Konuşmanın çoğalması ise ilmi azaltır' denilmiştir.

Selman-ı Farisî, Hz. Peygamberin kendisine kardeş yaptığı Ebu Derda hazretlerine şöyle bir mektup yazmıştır: 'Kardeşim, kulağıma gelen haberlere göre, sana gelen hastaları bir doktor ola rak tedavi ediyormuşsun. Bu hususta dikkatini çekerim. Şayet dok tor isen konuş! Ancak bu takdirde konuşmanda fayda vardır. Eğer kendini doktor zannediyorsan, o zaman böyle bir işi yapmaya kalkma! Zira sana gelen müslümanlar senin elinle ölmüş olurlar'. Selman'ın bu mektubunu alan Ebu Derda, yaşadığı müddetçe kendisine getirilen meseleleri çok düşünür ve öyle cevaplandırırdı.

Sahabe-i Kiram'dan Enes b. Mâlik'e bir mesele sorulduğu za man, 'Efendimiz Hasan Basrî'den sorunuz' diyerek sual sahibini Hasan'a gönderdi. Sonra şöyle dedi: 'Çünkü o hıfzetmiş, biz ise unutmuşuz'.

İbn Abbas'a bir mesele sorulduğu zaman şöyle derdi: 'Bu suali Hâris'e veya Câbir b. Zeyd'e sorunuz'.240

İbn Ömer'den bir mesele sorulduğunda Said b. Müseyyeb'e ha vale ederdi.

Hikâye edildiğine göre; sahabe-i kirâmdan birisi, Hasan Basrî'nin huzurunda yirmi adet hadîs rivayet etmişti. Cemaat arasında bulunan bir zat, bu hadîslerin mânâsını râvi'den sorduğu zaman (hadîsleri, rivayet eden zâtın tefsir etmesini is tediğinde) sahabî şöyle cevap verdi: 'Ben ancak râviyim, tefsirini bilmem, hepsi o kadar..' Bu söz üzerine Hasan Basrî, rivayet edilen hadîsleri teker teker tefsir etti. Orada bulunan cemaat, hazretin hıfzına ve tefsir kaabi liyetine hayran oldu ve'Doğrusu çok güzeldi' dediler. Bu sözü duyan hadîs râvisi sahâbî, yerden bir avuç kum alarak hazır bulu nanların yüzüne serpti ve'Bunun gibi bir büyük âlimin yanında iken nasıl oluyor da bana sual soruyorsunuz?' demek suretiyle onları azarladı.

Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de, âhiret yolunu bil meyi, kalbini murakabe altında tutmayı, bâtın ilimleriyle meşgul olmayı birinci plânda tutmak ve bu güzellikleri mücâhede ve mu rakabe ile elde etmeye ihtimam göstermektir.

Zira mücâhede, in sana müşahede kaabiliyeti verir. Kalp ilimlerinin inceliklerini bilmek de kalpteki hikmet pınarlarının gürül gürül akmasına ve sile olur. Kitaplar ve öğrenilenler bunları elde etmek için yeterli değildir. Sayılmayacak kadar çok ve hiçbir inhisar kabul etmeyen hikmet, ancak, mücâhede, murakabe, zâhir ve bâtın amellerini edâ etmek, kalp huzuru ve saf bir fikirle tenha bir yerde Allah Teâlâ ile mânen beraber olmak suretiyle elde edilir. Her şeyden tamamen alâkasını kesip sadece Allah'a yönelmek, ilâhî keşfin anahtarıdır. Nice öğrenciler vardır ki, öğrenmek için uzun zamanlarını sar-fetmelerine rağmen dinledikleriyle bir derece bile ileri gide memişlerdir. Nice kimseler de sadece öğrenilmesi mühim olan meseleleri öğrenir, kalan zamanlarını amel ve murakabeye has reder, Allah Teâlâ da ona insan aklını durduracak hikmet ve ince liklerin kapılarını açar.

Hz. Peygamber (s.a), bu hikmeti anlatmak için şöyle demiştir: Bildiği ile amel eden bir kimseye, Allah Teâlâ bilmedikleri nin ilmini de bildirir.

Evvelki kitaplarda şöyle yazılıdır: 'Ey İsrailoğulları! İlim gök tedir, onu yere indiren kim? İlim yerlerin derinliklerindedir, onu yeryüzüne çıkaran kim? İlim denizlerin ötesindedir, denizleri aşıp o ilimleri getiren kim? demeyiniz. Çünkü ilim bizzat kalbinizdedir. Benim huzurumda ruhânilerin edebiyle edebleniniz, sıddîkların ahlâklarıyla ahlâklanınız ki, ben de size, sizi soracak ve sizi ilim sahibi yapacak derecede ilim vereyim, kalbinize ilham edeyim'.

Sehl b. Abdullah et-Tüsterî:'Zâhidler, âbidler ve âlimler, kalp leri kilitli olduğu halde, dünyadan göçüp giderler. Ancak sıddîk ve şehidlerin kalpleri açılmıştır' dedikten sonra şu ayeti okudu: Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Onları ancak Allah bilir. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O'nun bil gisi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek tane, yaş ve kuru herşey Allah'ın ilmindedir. (Levh-i Mahfuz'dadır).(En'am/59)

Eğer kalbi bâtın nuru ile nurlanmış kalplerin, zahirî ilimlere hâkim olması mümkün olmasaydı Hz. Peygamber şu sözü söyle mezdi.

Sana fetva verseler de, sana fetva verseler de, sana fetva ver seler de sen yine kalbine danış! Hz. Peygamber, Allah Teâlâ'dan ilham yoluyla almış olduğu bir hadîsi kudsî'de şöyle der: Kulum nafile ibadetlerle durmadan bana yaklaşa yaklaşa, nihayet öyle bir an gelir ki, onu sevmeye başlarım. Onu sevdiğim zaman, onun duymasına vasıta olan kulağı ve görmesine âlet olan gözü olurum. Çalışan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden istediği zaman mutlaka veririm. Bana sığındığı zaman onu mutlaka korurum. Ölümden korktuğu için ölümü istemeyen mü'min kulumun nefsi günaha gir mesin diye ruhunu alırken, tereddüt ettiğim kadar hiçbir işte tereddüt etmem.241 Halbuki o, nefsin ölmesi mutlaka lâzımdır.242

Kur'an'da nice esrar vardır ki kendilerini zikre ve fikre adamış kimselerin kalplerine doğar. Tefsir kitaplarında o sırlar bulunmaz. Müfessirlerin en büyükleri bile bu sırlara vâkıf olamaz.

Kalbini murakebe eden müride bu mânâlar görünüp müfessir lere arzedildiği zaman, anlayışla karşılanır ve iltifat görür. Çünkü olanlar bilirler ki bu esrar, Allah'a yönelmiş yüce himmetlilerin ve ilâhî lûtuf ve temiz kalplerin işaretidir. Mükâşefe ve muamele ilimlerinin sırları da aynen böyledir. Çünkü her ilim, bütünüyle ihâta edilemeyen engin bir denizdir. Herkes kaabiliyeti ve nasibi kadar bu denize dalabilir. Bu denize dalmanın en büyük vasıtası salih amel ve güzel işlerdir. Âhiret âlimlerinin vasfını Hz. Ali (r.a), uzun bir hadîste şöyle izah eder:

Kalpler, tıpkı kaplara benzer. Onların en hayırlısı iyiliğe kap olanıdır. İnsanlar üç sınıfa ayrılırlar: 1) Rabbanî âlimler, 2) Kurtuluş yolundaki öğrenciler, 3) Her konuşana tâbi olan, her rüzgara gönül veren, ilim nuruyla nurlanmayan, ilmin herhangi bir temeline sırtını dayamayan, kıymetsiz halk ta bakası. İlim, maldan çok çok hayırlıdır. Çünkü ilim seni, sen de malını korursun. İlim öyle bir şeydir ki, verdikçe çoğalır; mal ise vermekle azalır. İlim dindir, çünkü kişi, di nini ilim vasıtasıyla bilir, ibadetleri ve yapacağı bütün işleri onun sayesinde öğrenir. Öldükten sonra, kişi, ilmiyle iyi bir şekilde yâd edilir. İlim hâkimdir, mal ise mahkûm. Malın kaybolmasıyla verdiği menfaat de kaybolur. Mal toplama gayretine düşenler diri oldukları halde birer ölü sayılır. Alimler ise, kıyamete kadar bâki kalırlar; onlar ölmezler'.

Bu sözleri söyleyen Hz. Ali (r.a), derin derin nefes alarak konuşmasına şöyle devam etti: (Göğsünü göstererek) İşte burada büyük bir ilim vardır. Keşke o ilmi omuzlarına alabilecek birisine rastlasaydım. mânâyı başka bir kelimeyle ifade etmek imkânından mahrum olduğumuz için kelimeyi olduğu gibi çevirmek mecburiyetinde kaldık. Okuyuculardan bu ibareyi Allah'ın ulûhiyetine yakışır bir şekilde yorumlamalarını istir ham ederiz. Allah cümlemize doğruyu buldursun!

Emin olmadığım talihler buluyorum hep; ki onlar ilmi, dün yevî arzularına vesile ittihaz ediyor ve alet yapıyorlar. Allah'ın velilerine, Allah'ın verdiği nimetle dil uzatıyor; Allah'a delâlet eden ilmi, halkın aleyhinde kullanıyorlar. Veya ehl-i hakka itâat eden birini görüyorum; onların da ba sireti olmadığı için şüpheli bir şeyle karşılaştığı zaman der hal şüpheye düşüyor. Demek ki göğsümde bulunan ilmi ne buna ve ne de öbürüne vermek imkânı yoktur. Bazen de bu ilme dünya lezzetlerine dalmış, şehvetlerinin arkasında gi den bir kimse talip çıkıyor veya mal toplamaya dalan ve nefsî hevasının peşinde koşan talip oluyor. Bunlara en çok benzeyenler, çayırda otlayan hayvanlardır. Sözlerine şöylece devam etti: İşte, ilmin hakikî talipleri öldüğü zaman ilim de böylece ölüyor. Fakat Allah'ın izn-i keremi ile yeryüzü, Allah'ın di nini savunan insanlardan hiçbir zaman mahrum kalmaz.

Böyleleri, ya herkes tarafından bilinir veya Allah'ın delilleri ve beyyineleri, tamamen kaybolmasın, iptal edilerek ortadan kaldırılmasın diye gizli kalmayı tercih ederler. Fakat sayıları ne kadardır ve nerededirler? Bunlar sayıca çok az, kıymetçe büyüktürler. Şahısları gizli, fakat hatıraları kalp lerde saklıdır. Allah Teâlâ onlarla delil ve hüccetlerini mu hafaza eder. Tâ ki sonraki nesillere, bu hüccetleri teslim et sinler ve kendilerine benzeyenlerin kalplerine de o fikirleri eksinler. İlim, bunları, işin hakikatine vakıf kılmış, gene bunlar yakînin ruhunu bilfiil elde etmiştir. Onun için, dünya ehline çok zor gelen meseleler bunlar için gayet ko laydır. Gafillere yabancı gelen konular bunlara çok yatkın görünür. Bu kişiler, bedenleriyle dünyada görünseler de ruhlarıyla en yüce makama bağlıdırlar. Onlar bütün mahl ûkat içinde Allah'ın veli kullarıdır. Yeryüzünde Allah'ın, Allah için çalışan kulları, halkı hakka davet eden dellâllardır'.

Hz. Ali daha sonra ağlayarak sözlerine şunları ilâve etti: Ey bunları görmek isteyen gönlüm! Neredesin? İstersen gel, sen de hazırlan! İşte Hz. Ali'nin son olarak zikrettiği, âhiret âlimlerinin vasıfları bunlardır. O vasıflar sadece mücâhede ve amelle elde edilir.

Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden biri de, yakinin takviyesine son derece ihtimam göstermekti. Çünkü din servetinin bütün sermayesi yakîn'dir.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyuruyor: Yakîn, imanın tamamıdır.243 O halde, yakîn ilminin öğrenilmesi mutlaka gereklidir. Yakîn ilminden gayem, bu ilmin başlangıcıdır. Çünkü bir ilmin başlangıcı elde edildiği zaman kalp için hepsini kavramanın yolu açılır.

Bu hikmete binaen Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Yakîn'i öğrenin!244

Hadisi şerifin mânâsı şudur: Yakîn mertebesine erenlerle bir arada oturunuz. Onlardan yakîn ilmini dinleyiniz. Nasıl onların yakînleri kuvvetlenmişse sizin de yakîniniz kuvvetlensin diye on lara daima uymaya çalışınız. Yakîn1 in azı, amelin çoğundan daha hayırlıdır.

Hz. Peygambere 'Bir kişi vardır, yakîni güzel, fakat günahı çoktur. Başka birinin de ibadeti çok, yakîni azdır. Bu iki insandan hangisi daha hayırlıdır?' diye sorulduğunda,

Hz. Peygamber (s.a) şöyle cevap vermiştir: Hiçbir Ademoğlu yoktur ki, günah sahibi olmasın. (Fakat tabiatı akıl, huyu yakîn olan bir kişiye günah dokunmaz. Çünkü böyle bir kişi günah işlediği zaman, hemen tevbe eder. Pişman olarak şiddetli bir şekilde af diler. Tevbesi yüzü suyu hürmetine de bağışlanır. Bununla birlikte cennete girmesine vesile olacak olan bir fazilet de elinde kalmış olur)245

Hz. Peygamber yakînin önemini başka bir hadîste de şöyle açıklar: Siz insanlara en az verilen şey, yakîn ve sabır azimetidir. Bu iki sıfattan kime bir nasib verilmişse o kişinin elinden gecenin ibadeti ve gündüzün (nafile) orucu çıkmış olsa da, onun ne pervası vardır?246

Lokman Hekim'in oğluna verdiği nasihat arasında şu cümle lere rastlanmaktadır: 'Oğlum! Amel, ancak yakîn ile elde edilir. Kişi, ancak yakîni nisbetinde amel eder. Amel edenin yakîni azal madıkça amelinde kusur yapmış sayılmaz'.

Yahya b. Muaz şöyle buyuruyor: 'Hiç kuşkusuz tevhidin nûru vardır şirkin de ateşi... Tevhidin nûru, muhakkak ki, muvahhidle rin günahını yakmak bakımından müşriklerin sevaplarını yakan şirk ateşinden daha şiddetlidir'. Hz. Yahya 'Tevhid nûru' derken yakîni kasdetmektedir. Allah Teâlâ, ehl-i yakîn1 den sık sık bahsetmektedir. O'nun böyle sık sık yalan ehlinden bahsetmesi, yakînin her çeşit saadet ve iyiliklerin kaynağı olduğuna işaret etmektedir. Eğer Yakîn mertebesini ve bu mertebenin zayıf ve kuvvetli ta raflarının ne olduğunu bilmek için önce yakînin mahiyetini anla mak lâzımdır. Zira mahiyeti anlaşılmayan bir şeyi talep etmek mümkün değildir' diyecek olursan şöyle cevap veririz: 'Bilmiş ol ki yakîn, birçok mânâda kullanılan bir kelimedir. İki fırka var ki, onu, iki değişik mânâda kullanmaktadır. Kelâmcılar, bu tâbiri, ek ve şüphe olmayan ilimde kullanmaktadır. Çünkü bir şeyi tasdik etmeye meyyal nefsin dört makamı vardır: 1. Doğrulaması ve yalanlaması eşit olmak... Böyle bir durum şek ile ifade edilir. Meselâ belli bir şahıs hakkında 'Allah onu ceza landıracak mı yoksa cezalandırmayacak mı?' diye sorulduğu za man bu zâtın hâli menfî bir hüküm vermeye yanaşmaktadır. Belki senin indinde bu iki şık da mümkün görünmektedir. İşte bu du ruma şek adı verilir. 2. Zıddının mümkün olduğunu idrâk etmekle beraber, nefsin iki şıktan birine meyleder. Fakat birinin zıddınm bilinmesi öbür tarafı tercihe mâni olmaz. Meselâ, sâlih bir müttaki olarak bilinen bir şahıs hakkında sana sual sorulmaktadır. Bu zat takvâ üzere ölmüştür. 'Acaba bu kul Allah'ın azabına düçâr olur mu?' diye düşünmektesin. Nefsin, ceza görmemesinin daha kuvvetli olmasına meylediyor. Çünkü o kimsede salih ameller görmüşsün daima. Fakat, herşeye rağmen, cezayı icabettirecek bir gizli günahı bulunması da mümkündür sence... Ceza görmesi veya görmemesi ihtimali her ne kadar eşit ise de, ceza görmeyeceği fikrini benimsemekte bir beis yoktur. İşte bu duruma zan denilir. 3. Doğrudan doğruya, bir şeyi doğrulamaya olan meyil. Bu doğrulamada kalbe en küçük bir şüphe düşmez. Faraza düşse de nefis onu kabul etmez. Fakat bu kesin karar belirli bir bilgiye dayanmamaktadır. Bu makama erişen bir kimse, derin derin düşünerek, kalbinden gelen seslere ve fısıltılara kulak verirse şüpheye düşmesi daima ihtimal dahilindedir. İşte bu hâle yakîne yakın bir inanma' denilir. Bu, bütün şerî meselelerde, halk tabakasının inancıdır. Çünkü sadece duymuş olmaları, bu inancı halkın kalbine yerleştirmiştir Hatta halk tabakasının her grubu mensup oldukları mezhebin veya herhangi bir ekolün doğru olduğuna o kadar inanmışlar, kendi imamlarının isabet ettiğine o derece bağlanmışlardır ki, herhangi birisine imamının yanılabileceği söylendiği zaman, bu sözü, korkunç bir tepkiyle reddeder ve size amansız düşman kesilir. 4. Şekki ve şüphesi olmayan, gerçekliği su götürmeyen ve içinde şüphe bulunması muhal olan, delil yoluyla elde edilmiş hakiki mârifettir. İşte böyle bir inanca yakın ismi verilir. Buna misâl olarak şunu verebiliriz: Akıllı bir kimseye 'Bu kâinatta kadîm bir varlığın bulunması mümkün müdür?' denildiği zaman düşünmeden hemen tasdik edemez. Çünkü ay ve güneş gibi hiss ile bilinen birşey değildir. İki sayısı Bir sayısından daha fazladır veya 'Hâdisin (sonradan olan şeylerin) sebepsiz varolması muhal dir' gibi, bilinmesi zarurî değildir. Bu nedenle akıl fıtratının vazi fesi, düşünmeden irtical yoluyla kadîmin varlığını tasdik etmek değildir. Bu hüküm böyle bilindikten sonra malûm ola ki bir kısım in san, Kadîm 'in varlığını işitir ve şeksiz bir şekilde inanır. Bu inancında da ölünceye kadar devam eder. İşte inanç ve itikad bu dur. Bu hâl, bütün avam müslümanların hâlidir...

Bir kısım da Kadîm'in varlığını bürhan ve delil ile tasdik eder. Şöyle ki: Eğer varlıkta kadîm yoksa, o zaman bütün varlıklar hâdis ve sonradan meydana gelmiş olurlar! Eğer hepsi sonradan mey dana gelmiş kabul edilirse, hepsinin veya bir kısmının failsiz vü cuda geldiğini kabullenmek zorunda kalınır. Böyle bir şey muhal olduğu için kabullenmesi de muhaldir.

Bu bakımdan, kadîm bir varlığın kabul ve tasdiki akıl için zarurî ve mecburi olur. Çünkü mevcutlar hakkındaki aklî taksim üçtür: 1. Bütün mevcutların kadîm olması 2. Bütün mevcutların hâdis olması 3. Bir kısmının kadîm ve bir kısmının hâdis olması Eğer hepsini kadîm sayarlarsa, matlub ve maksad hâsıl olmuştur. Çünkü zımnen kadîm sâbit olmuş olur. Eğer hepsi hâ dis kabul edilirse, failsiz meydana gelmiş olacağı için, böyle bir tel âkki muhaldir. O halde ya üçüncü veya birinci kısım sâbit olur.

Bu tarzda meydana gelen her ilme kelâmcılar nezdinde yakîn ismi verilir. İster bu ilim, daha evvelce zikrettiğimiz gibi kaziyeler kurmak suretiyle elde edilsin, ister failsiz meydana gelmenin mu hal olduğunu bildiren ilim gibi akıl yoluyla veya hiss ile elde edil sin, ister tevatürle Mekke-i Mükerreme'nin varlığım bildiren ilim gibi, ister tecrübe ile kaynatılan sakmoniya ilacının ishal ettirici olduğunu bildiren ilim gibi veya daha önce zikrettiğimiz gibi de lille elde edilsin... Şek ve şüphe olmamak şartıyla kelâmcılar tarafından bu ilme yakîn adı verilir. Kelâmcılara göre şüphe götürmeyen her ilme yakın adı verilir. Kelâmcılarm tarifine göre yakın, zayıflıkla tavsif edilemez. Çünkü şüphe ile zayıflığın bir farkı yoktur.

İkinci ıstılah, fakihler, sûfîler ve âlimlerin de çoğunun ıstılahıdır. Bu ıstılahda cevaz ve şüpheye iltifat edilemez. Belki il min aklı istilâ edip galip gelmesine bakılır. Hattâ ölümde şek ol madığı halde 'Filan adamın ölüm hakkında yakîni zayıftır' denir. Ve yine 'Filân adam, rızkın kendisine verilmesinde çok kuvvetli yakîne sahiptir' denir. Halbuki aynı adam rızkın kendisine veril meyeceği ihtimaline de imkân verir. Bu bakımdan ne zaman ki ne fis bir şeyi tasdik etmeye taraftar olup, o şey de nefse galip gelip is tediği şekilde nefiste tasarruf ederse, ona yakîn adı verilir.

Bütün insanlar kesinlikle ölüme inanmak ve ölümde şüphe etmemek hususunda müşterektirler. Fakat ölüme iltifat etmeyen, sanki ölüme inanmaz gibi onun için hazırlık yapmayanlar vardır. Bir kısmının kalplerini de tamamen ölüm düşüncesi kaplamış ve bütün himmetlerim ölüme hazırlık yapmaya sarfetmektedirler. Kalplerinde ölüm düşüncesi başka bir şeye yer bırakmamıştır. İşte bu hal yakının kuvvetiyle tâbir olunur. Bu mânâyı kastederek bazı âlimler İçinde zerre kadar şüphe bulunmayan ölüm yakîninden, içinde zerre kadar yakîn bulunmayan şüpheye daha fazla benze yeni görmedim' buyurmuştur. Bu ıstılâha göre yakîn, zayıflık ve kuvvetliliği kabul eder. 'Ahiret âlimlerinin şanına yakışan en uygun hareket himmet ve inayetlerini yakînin takviyesine sarfetmektir sözümüzden yak înin iki mânasını kastediyoruz, yani şek ve şüpheyi giderdikten sonra, nefsine hakim ve tasarruf edecek bir derecede yakîn sahibi olmayı kastediyoruz.

Bu hakikatleri bildikten sonra malûmun oldu ki 'Yakîn üç kısma ayrılır' hükmümüzden gayemiz: Yâkîn, kuvvetlilik, zayıflık, çokluk, azlık, gizlilik ve açıklık itibariyle üçe ayrılır. Şöyle ki: İkinci ıstılâha binaen yakîn, kuvvetlilik ve zayıflık diye iki kısma ayrılır. Bu. taksim, yakînin kalbe galip gelip kalbi istilâ et mesine göredir. Yakîn mânâlarının kuvvet ve zayıflık bakımından dereceleri nihayetsizdir. Halkın ölüme hazırlıktaki farklılıkları ancak yalarım bu mânâlarmdakı farklılıklarına bağlıdır.

Birinci ıstılâhta yakînin, kapalı ve açık diye ikiye taksim edil mesi de inkâr götürmez bir hakikattir. İkinci ıstılahta zıddın oluşuna imkân olan yakîndeki farklılık, inkâr edilmez bir gerçektir.

Bazen içinde şek ve şüphe bulunmayan ve inkârına imkân ol mayan yakînde de farklılık olur. Meselâ Mekke-i Mükerrenin varlığı hakkındaki tasdikinin, Fedek hakkındaki tasdikden farklı olduğunu sen de idrâk edersin. Aynı zamanda Hz. Musa (a.s) ile Hz. Yuşâ'nın varlığı hakkındaki tasdikindeki farklılığı da idrâk etmektesin, Halbuki Mekke'nin oluşu gibi Fedek'in oluşu da, Musa'nın (a.s oluşu gibi Yuşâ (a.s) ın oluşu da sence kesinlikle sabit olmuş bi hakikattir ve ikisinin de oluşu şayet görmemiş isen tevatür yolu ile sana gelmiştir. Fakat buna rağmen birinin (Mekke ve Musa'nın), senin kalbinde öbüründen (Fedek ve Yuşa'dan) daha açık olduğunu sezersin. Çünkü birisi hakkındaki tevatür, öbürü hakkındaki tevatürden daha fazladır. işte bu farkı, belirli meseleler hakkında düşündüğün zaman da görürsün.

Meselâ, bir delil ile sabit olanın açıklığı, birçok delille sabit olanın açıklığı gibi olamaz. Halbuki şüphe edilmemesi bakımından ikisi de eşittir. Bu gerçeği, ilmini kitaplardan ve ku laktan dolma malûmatla kazanan kelâmcı inkâr eder, durumun farklılığını nefsinde muhasebe yaparak görmeye çalışmaz. Yakînin, azlık ve çokluk meselesine gelince, bu mesele yakîn ile alâkalı teferruattan sayılır. Meselâ, falan adamın ilmi filân adamınkinden daha fazladır denilir. Halbuki ilim, ilimdir ve hiç değişmez. Bu sözle malûmatın çokluğu kastedilmektedir. Bu hik mete binaen, bazen, şeriatın getirdiği bütün prensipler hakkında âlimin yakîni kuvvetli olur. Bazen de, ancak bir kısmı hakkında kuvvetlidir. Eğer "Yakînin; kuvvetin, zayıflığın, azlığın veya çokluğun, kalbi istilâ etmesi mânâsına geldiğini ifade ettin. O halde yakîn ile ilgili teferruatın mânâsının nerelerde icra edildiklerini ve yakînin hangi hallerde istendiğini de söyle ki, bilelim. Çünkü yakînin ne rede arandığını bilmediğim takdirde, yakîni takip etmek im kânından mahrum olurum' dersen, bilmiş ol ki peygamberlerin Allah'tan getirdikleri, başından sonuna kadar, yakînin olması ge reken yerdir. Zira yakîn, hususî bir marifetten ibarettir. O mârifet şeriatta varid olan malûmatlarla sıkı sıkıya alâkalıdır. Ben bu ma lûmatları burada teker teker sayacak değilim. Fakat ana kaide sayılan bir kısmına işaret etmeye çalışacağım.

Bunlardan biri Tevhid'dir. Tevhid, kainatta cereyan etmekte olan her hâdiseyi, sebepleri yaratan bir kudretten bilmek demektir. Vâsıtalara iltifat etmemek, belki vasıtaları müsahhar ve hüküm süz bilmektir. Böyle inanan bir kişi yakîn sahibi olur.

İmanla birlikte kişinin kalbinde şek ve şüpheye yer kalmadı mı, bu kişi iki mânâdan birine göre ancak yakîn sahibi sayılmaktadır. İmanla birlikte, muvahhidin kalbini istilâ eden, vasıtaların tesirsizliğini; o vasıtaların sadece imzasıyla başkasını nimetlere garkedenin elindeki kalem ile parmakları gibi olduğunu ve bunları da tesir edici değil, ancak birer musahhar âlet olmaktan öteye gitmediğini bildiren bir mânâ ortada varsa, o zaman ikinci ıstılaha göre yakîn sahibi olup en şerefli mertebeyi elde eder.

Bu durum birinci yakînin neticesi, semeresi, ruhu ve fay dasıdır. Ne zaman ki, güneş, ay, yıldız, cemadât, bitki, hayvan ve her mahlûkun zâhirî sebebleri yaratan elinde birer vasıta olup, kâ tibin elindeki kalemden bir farkları olmadığına inanırsan ve yine herşeyin sebebinin kudret-i ezelî olduğuna kanaat getirirsen, o zaman kalbine tevekkül, rıza ve teslimiyet gibi yüce sıfatlar hâkim olur. Kötü ahlâk, hased, kin ve gayzdan uzak bir ehl-i yakîn olur sun. İşte yakîn kapılarının birisi budur...

Allah Teâlâ'nın rızka kefil olduğuna inanmak da bu kaideler den biridir. Nitekim Allah Teâlâ, bizi bu itimada şu ayetle davet buyuruyor: Yeryüzünde ne kadar canlı varsa, hepsinin rızkı Allah'a aittir. Onların dünyadaki meskenlerini de bilir, yumur talıklardaki yerlerini de.. Bunların hepsi Levh-i Mahfuz'da yazılıdır.(Hûd/6)

Bir insan nerede olursa olsun kesinlikle bilmelidir ki, rızık kendisine gelecektir. Kendisi için takdir edilmiş olan rızık mutlaka gelip onu bulacaktır. Buna tamamıyle inanan bir kişi, rızkını meşrû faaliyetler içinde aramaya gayret sarfeder. Harislik, doy mazlık ve geçmişin üzüntüsü kendisinden uzaklaşır. Bu güzel ahlâk, yakînin teşekkül ettirdiği bir hâldir. Bu hâl ile, tâat ve güzel ameller sahibi olunur. Ana kaidelerden biri de 'Zerre kadar hayır veya zerre kadar şer işleyen, onun karşılığını mutlaka görecek' inancının kalbe yerleşmesidir. Hayırların karşılığı mükâfat, şerlerin karşılığı ceza olarak mutlaka önüne çıkacaktır. Yani sevap ve günaha katiyetle inanmak kaidesidir. Ancak böyle inanan bir insan, tâatların se vaplara nisbetinin, ekmeğin doymaya nisbeti gibi olduğunu kavrar. Günahların cezaya nisbeti ise, zehirlerin ve yılanların canlıları helâk etmeye olan nisbeti gibidir. Bir insan, doymak için nasıl ek mek arar, az veya çok elde ederse, öylece miktarına bakmadan iba detleri aramalıdır.

Çünkü ona büyük bir değer verecektir, İnsan, zehirin azından ve çoğundan nasıl kaçınırsa, günahın azından ve çoğundan da sakınmalıdır. Birinci mânâda yâkin, bütün müslü manlarda mevcuttur. Fakat yakînin ikinci mânâsı ancak mukar riblere ait bir vasıftır. Bu yakînin neticesi; bütün günahlardan sakınmak için takvâda ileri gitmek ve her şeyde doğru bir değerlendirme kaabiliyetine sahip olmaktır. Yakîn, ne nisbette yüksekse, takva da o nisbette yüksektir; ibadetlere yapışmak da, de receye nisbetle, kuvvetlenir.

Allah Teâlâ'nın her halûkârda senin bütün yaptıklarına mut tali olduğuna; kalbindeki kuruntuları, gönlünden geçirdiğin mahrem duyguları ve her türlü fikrini müşahede ettiğine kesinlikle inanmak ana kaidelerden biridir.

Bu mânâ, yakînin birinci mânâsı ile birlikte her mü'min kulda vardır ve kalpdeki şüphenin kalkması demektir. Bu kitapta anlatmak istediğimiz yakînin ikinci mânâsına gelince, bu mânâ her keste bulunmaz. Ancak sıddîklara mahsus bir hâldir. Bu hâlin meyvesi; insanın tek başına bulunduğu zamanda ve her halük ârda, büyük bir padişahın huzurundaymış gibi, edebli, boynu bü kük, padişahın murakabesi altında olduğunu bilerek oturması, edeb dışı bütün hareketlerden şiddetle kaçınmasıdır. Dışta gözü ken amellerde nasıl davranıyorsa, içindeki duyguların da aynı pa ralelde olmasıdır. Çünkü zâhirî amellere insanların muttalî ol ması gibi, insanın iç âlemini, Allah Teâlâ daha açık ve seçik bir şekilde müşahede etmektedir. Bu şekilde, yakîn derecesine varmış bir kimse, hummalı bir çalışmayla bâtınını temizler, tâmir ve tez yin eder. Böylece, temizlenmiş olduğu bâtını. halkın dış görünüşe bakan gözleriyle kıyas kabul etmeyecek derecede hassas olan Allah'ın müşahedesine takdim ve onun kudret gözüne arzeder.

Yakînin bu derecesi, insanoğluna, hayâ, korku, inkisar, zillet, meskenet, hudû ve daha nice üstün ahlâk kazandırır. Allah'a karşı yapılması güzel olan bu hareketler, insanoğluna değeri çok yüksek ibadetler kazandırır. Yakîn, bütün bu mertebelerde bir ağaca, kalpten neşet eden ahlâklar da ağacın dallarına, o ahlâktan çıkan tâatlar ve ameller de meyvelere ve çiçeklere benzer. Bu bakımdan yakîn, kök ve esasdır. Onun kapıları, saydıklarımızdan çok daha fazladır. Biz şimdilik, yakîn, lafzının manasını bu kadar açıklamayı yeterli buluyoruz. Şayet Allah dilerse kitabımızın Münciyat bölümünde yakînin tafsilâtı verilecektir.

Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de; konuşmasında, sükûtunda, giyiminde ve her durumunda korkunun görülmesidir. İçi, Allah'a tam kulluk yapmadığı için mahzun, başı öne eğik, da ima düşünceli bir hâl, ifrat veya tefritten dolayı üzgün bir sima... Bu kişi öyle bir hâle gelmiştir ki, kendisine bakan herkes hemen Allah'ı hatırlayıverir. Onun sûreti, mutlaka güzel olan sûretine delâlet eder. Zira bir darb-ı meselde: 'Cömert ve kahraman kişinin şahsiyyeti, aynasıdır' denilmektedir.

Âhiret âlimleri, tevazularıyla, Allah'ın önünde duyulan zillet ve sükûnetlerinde görünen çehre ile bilinmektedir. 'Sükûnet içerisindeki huşû'dan daha güzel bir elbiseyi Allah Teâlâ hiçbir kuluna giydirmemiştir. Bu elbise, peygamberlerin el bisesi, salihlerin, sıddîklarm ve âlimlerin de alâmetidir' de nilmiştir.

Kelâm'a dalmak, fesahat ve belâgat konusunda ileri olduğunu ifade etmek, kahkaha ile gülmek, hareket ve konuşmada acelecilik; işte bütün bunlar, nimeti kötü bir sahada ve kötü bir işte kullan maya, azaptan emin olmaya, Allah'ın büyük cezasından ve şiddetli öfkesinden gafil olmaya delâlet eder. Allah'tan gafil bulunan dün yaseverlerin âdetidir bütün bunlar... Allah'ı bilen âlimler ise, bü tün bu kötü adetlerden uzaktırlar. Sehl et-Tüsteri'nin dediği gibi, âlimler üç kısma ayrılır: 1. Allah'ın gizli emirlerine değil, sadece zâhirî emirlerine mut talî olanlar, bu âlimler sadece helâl ve haram hakkında fetva vere bilir. Böyle bir ilim insana korku duygusu bağışlamaz. 2. Allah'ın emrini ve gizli nimetlerini bilmeyen, sadece zâtını bilen âlimler. Bunlar halk tabakasıdır. 3. Allah'ın emirlerini bilen, gizli nimetlerini, azap ve ikabını takdir eden âlimler. Bunlar sıddîklardır. Haşyet ve huşû sadecebunların kalplerini istilâ etmiştir.

Sehl et-Tüsterî Eyyâmullah tâbirinden; Allah'ın çeşitli azab larını, geçmiş ve gelecek sâlih kullarına ihsan buyurduğu gizli nimetlerini kastediyor. Çünkü Allah'ın çeşitli azaplarını ve gizli nimetlerini bilen bir kişinin korkusu artar ve içindeki huşû görü nür bir şekil alır.

Hz. Ömer (r.a): İlmi öğreniniz. Fakat ilim için de sükûnet, ve kar ve hâlimliği de öğrenininiz. İlmi kimden öğreniyorsanız ona hürmet gösterin. Âlimlerin zâlimlerinden olmayınız ki, ilminiz cehaletinizi yenmiş olsun' buyurmuştur. 'Allah, bir kuluna ilim ihsan ettiği zaman, onunla birlikte hilm, tevazu, güzel ahlâk ve şefkat de verir. İşte bu sıfatlarla do natılan ilim, ilimdir' denilmiştir. Bir rivayette şöyle denir: 'Allah kime ilim, zühd, tevazu ve iyi ahlâk verirse o muttakîlerin imamıdır'.

Ümmetimin hayırlı kişilerinden bir grup var. Allah'ın geniş rahmetinden dolayı zâhiren güler, fakat şiddetli azabının korkusundan da gizlice ağlarlar. Onların bedenleri yerde, fakat kalpleri göktedir. Ruhları dünyada, akılları ise âhirettedir. Yürüdükleri zaman, sükûnetle yürürler, Allah Teâlâ'ya ibadetle yaklaşırlar.247

Hasan Basrî 'Hilim, ilmin veziri; şefkat, babası; tevazu ise iç çamaşırıdır' buyurmuştur.

Bişr el-Hâfi de: İlmi vasıtasıyla dünya riyasetini arayan bir kimse, Allah'a, buğz ettiği bir şeyle yaklaşmak isteyendir. Böyleleri hem gökte, hem yerde buğz edilen kimselerdir' buyurmuştur.

İsrailiyat'ta rivayet edilir ki, 'Bir hekîm, hikmet konusunda 360 kitap yazmış ve böylece haklı olarak hekîm vasfını almıştır. Fakat Allah Teâlâ o devrin peygamberine o adama 'Sen yeryüzünü heze yanla doldurdun. Onları benim rızam için yazmadığından bir arpa boyu mertebeye bile sahip olmadın. Ben azîmüşşAn, senin ni fakından bir tek cümleyi dahi kabul etmedim' demesini söylemiş. Bu haberi alan hekîm, hareketinden pişman olarak, yazarlık mesleğini bırakıp halka karışmış. Halkın içinde çarşılarda geze rek, alışveriş yaparak tevazu zırhına bürünmüş. Bunun üzerine de Allah Teâlâ o devrin peygamberine şöyle vahyetmiş: 'Ona, şimdi benim rızamı kazandığını bildir'.

Abdurrahman b. Amr el-Evzâî, Bilâl b. Sa'd el-Eş'arî'den şöyle hikâye eder 'Zâlim zabtiyelerle karşılaştığınız zaman şerlerinden Allah'a sığmıyorsunuz, fakat, riyakârlık yapan ve riyaset için can atan dünya âlimlerine rastladığınızda onların şerrinden Allah'a sığınmıyorsunuz. Halbuki onlar zâlim memurlardan daha tehli kelidir. Onların şerrinden Allah'a sığınmak daha evlâdır'.

Rivayet edildiğine göre Hz. Peygambere (s.a) şöyle sorulur: - Amellerin hangisinde daha çok fazilet vardır? - Ağzın, Allah'ın zikriyle dolu olduğu halde haramlardan sakınmasın da... - Arkadaşın hangisi daha hayırlıdır? - Allah'ı andığın zaman sana yardım eden, unuttuğun za man hatırlatan arkadaş. - Arkadaşın hangisi daha kötüdür? - Unuttuğun zaman sana Allah'ı hatırlatmayan, andığın zaman da sana yardımcı olmayan arkadaş. - İnsanların en âlimi kimdir? - Allah'tan en fazla korkan kimse. - İnsanların en kötüsü kimdir? - Yâ rabbi! Beni affeyle! Bu sualin cevabını veremem. - Ey Allah'ın Rasûlü! Ne olur bize onu da haber ver! - Fesada yönelen âlimler!248

Kıyâmet gününde en fazla emniyette olan kimseler, hayatta dünyanın kötülüğünü en fazla düşünen, âhirette en fazla gülen, dünyada en fazla ağlayan, âhirette en fazla sevinen, dünyada en çok üzülen kimselerdir249

Hz. Ali (r.a) bir hutbesinde şöyle der: Manevî mesûliyetim, söylediklerimin karşılığıdır. Ben an cak söylediklerimden mesûlüm. Muhakkak ki, takvâ tar lasını eken bir kavmin ekini zarar görmez. Hidayet çime nine dikilen bir kök asla susuz kalmaz. İnsanların en cahili, derecesini ve kendi durumunu bilmeyendir. Allah nezdinde buğza en müstahak olan, ilmi, şuradan buradan derleyen ve bu ilimle fitnenin karanlığına sapan kimsedir. Bu kişiye, in sanların rezilleri ve kıymetsizleri âlim demişlerdir.

Halbuki bu adam tek gününü bile doğru dürüst ilme sar fetmiş değildir. Gerçi ilim tahsiline dalmış ve onu çokça elde etmiştir. Halbuki ilmin en azı ve kifayet edici miktarı; çok olup azdırıcı olandan daha efdaldir. Bu kişi, kokmuş sudan kana kana içerek dağarcığını bu suyla doldurmuştur. Ne faydasız bir çalışma... Sonra başkalarının şüphelerini izale etmek için öğretmenlik kürsüsüne çıkmış ve halka yol göstermeye kalkışmıştır. Şayet bu kişinin karşısına önemli ve çözülmesi müşkil bir mesele çıkarsa, faydasız fikirleriyle o meselenin halline tevessül eder. Böyleleri şüpheleri bertaraf etmekte tıpkı örümcek ağına benzer. Yanıldığını veya isabet ettiğini bir türlü anlayamaz. Çünkü bu durumu idrâk et mekten bile yoksundur. Cehalette binici, körlükte yürüyücü dür.

Bilmediği için özür dilemez ki selâmete erebilsin. Azı dişleriyle ilme yapışmaz ki ganimeti elde etsin. Elinden kan akmakta, hükmüyle, haram olan birleşmeler helâl olmak tadır. Yemin ederim; bulunduğu makamın ve kendisine ha vale edilen meselenin ehli de değildir. İşte dünya hayatında kendilerine felâket yağan ve kendi kendilerinin yasını tuta rak ağlaşmaya müstahak olanlar bunlardır'.

Hz. Ali yine şöyle buyurur: İlmi işittiğiniz zaman, yutarcasma dinleyiniz. Sakın ilmi ciddî olmayan şeylerle karıştırmayınız. Çünkü ciddî olan ilim, ciddî olmayan şeylerle karıştırıldığı zaman saf kalpler ondan nefret edecektir'.

Selef âlimlerinden bazıları şöyle demişlerdir: 'Âlim, bir kere kahkaha ile güldüğü takdirde, ilmin bir kısmını havaya liflemiş olur. Öğretmende üç sıfat toplandığı takdirde bu sıfatlar sayesinde öğrencisine vereceği ilimleri.]}, nimeti tamam olur. O sıfatlar şunlardır: Sabır, tevazu ve güzel ahlâk. Bir öğrenci, aşağıdaki üç sıfata sahip olduğu zaman, kendisine ilim vermek hoca için kolaylaşır ve öğretmek nimeti tamamlanmış olur. O sıfatlar: Akıl. hedef ve güzelce dersini dinleyip anlamaktadır.

Kısaca Kur'ân'da vârid olan ahlâklardan, âhiret âlimleri, katiyyen ayrılmazlar. Çünkü onlar, Kur'ân! riyaset için değil, onunla amel etmek için öğrenirler.

İbn Ömer (r.a) şöyle anlatır: 'Biz, her birimizin Kur'ân1 dan evvel imanı elde etmeye çalıştığımız bir zamanı yaşadık. Kur'ân, sure sürfe nazil oluyordu. Bu surelerin helâl ve haramını, emir ve yasaklarını öğrenirdik ve yine, o surelerden nerede durmak uygunsa onu öğrendik. Şimdi ise, imandan evvel Kur'ân'a yapışan, Fâtiha suresinden başlayarak sonuna kadar okuyan, fakat Kur'an'm emri nedir, yasağı nedir ve nerede bulunmak gerekir katiyyen bilmeyen, okuduğu Kur'ân emirlerini, çürük hurmalar gibi sağa sola serpen, yani kıymet vermeyen nice kişiler görüyorum". Başka bir haberde aynı mânâya gelen şu ifadeleri buluruz: Biz, Rasûl'ün sahabîleri, Kur'an'dan evvel imana sahip olurduk. Fakat ey beni dinleyenler! Bizden sonra bir kavim gelecektir. Onlar imandan evvel Kur'an'a sarılacaklardır. Kur'an harflerini güzelce okuyacaklar, fakat Kur'an'ın ya saklarını ve hududlarını zayi edeceklerdir. 'Biz okuduk, biz den daha iyi okuyan var mı? Öğrendik, bizden daha iyi öğrenen var mı?' diyeceklerdir. İşte onların yaptığı sadece Kur'an'ı güzel okumaktır. Hepsi o kadar.250

Başka bir rivayet: 'Onlar (yani Kur'an harflerinin güzel okunuşuna ihtimam gösteren ve ahkâmını nazarı itibara alma yanlar) bu ümmetin en şerlileridir'.

Ahiret âlimlerinin alâmetlerinden olup beş ayetten alman şu beş ahlâkı bazı âlimler şöyle sıralamışlardır: 1) Haşyet, 2) Huşû, 3) Tevazu, 4) Güzel ahlâk, 5) Zühd Haşyet Kulları içinde ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar. (Fâtır/28) Huşû Kitap ehlinden öyleleri var ki, Allah'a inanırlar, size indiri lene ve kendilerine indirilene inanırlar; Allah'a karşı saygılıdırlar; Allah'ın ayetlerini birkaç paraya satmazlar. Onların mükâfatı da rableri katındadır. Şüphesiz Allah, he sabı çabuk görendir.(Âlû-İmrân/199)

Tevazu Tevazu kanadını mü'minler için indir. (Hicr-88)

Güzel Ahlak Allah'tan gelen bir merhamet sayesindedir ki, onlara (ashaba) yumuşak davrandın.(Âlu-İmrân/159)

Zühd Kendilerine ilim verilenler şöyle dedi: Ey Kârun gibi dünyayı isteyenler! Yazıklar olsun size! İman edip sâlih amel işleyen için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. O sevaba ancak ibadet edenlerle sabredenler kavuşur.(Kasas/80)

Hz, Peygamber (s.a) 'Allah kime hidayet etmeyi dilerse İslâm'a onun göğsünü açar, gönlüne genişlik verir' (En'am/125) ayetini okuduğu zaman kendisine, 'Bu genişlikten gaye nedir?' diye so ruldu ve şu cevabı verdi: 'Nur, bir kalbe akıtıldığı zaman o göğüs genişler'. 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bunun böyle olduğunun alâmeti var mıdır?' diye sorulduğunda da, Hz. Peygamber 'Evet bunun al âmeti vardır. Aldanma evinden (dünyadan) uzaklaşmak, ebediyet evine dönmek ve ölüm gelip çatmadan evvel, ölüme hazırlık yap maktır' cevabını verdi.251

Ahiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de amelleri bildiren, nelerle ifsad olunduklarını beyan eden, kalpleri karıştıran, vesve seye ve şerre kapı açan ilimden çokça bahsetmektir. Zira dinin te meli insanları şerden korumaktır. Bu hikmete binaen şair 'Şerri şer için değil, ondan korunmak için öğrendim. Çünkü şerri bilme yen ona düşebilir' demiştir.

Bir de insana daha kolay gelen fiilî amellerdir. Fiilî amellerin en güzeli, kalp ve dille Allah'ın zikrine devam etmektir. Bu amel lerin sağlam kalması için kendilerini ifsad ve kalbi karıştıran şeyleri iyi bilmek gerekir. Bu ifsad eden şeyler birçok şubelere ayrılır ve teferruatı çok uzun sürer. Bütün bunları bilmek lâzımdır. Zira âhiret yolculuğunda herkesin müptelâ olduğu felâ ketlerdir bunlar... Bu bakımdan âhiret âlimleri bunları bilmekle, Allah'ın rahmetine yaklaştıran faydalı ilmi elde etmişlerdir.

En son gelişmelerden haberdar olmak için whatsapp kanalımızı takip edin