Dolar (USD)
34.57
Euro (EUR)
36.00
Gram Altın
3017.21
BIST 100
9549.89
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Fecr suresi tefsiri

Fecr suresi ne anlatıyor? Fecr suresi Mekke'de nazil olmuştur. 30 ayeti kerime olan Fecr suresi adını ilk ayetine geçen Fecr kelimesinden alır. Fecr tan yeri ağarması, sabah aydınlığı anlamına geliyor. İşte Fecr suresinin tefsiri...
Fecr suresi tefsiri
20 Ocak 2021 16:59:37
Fecr suresi ne anlatıyor? Fecr suresi Mekke'de nazil olmuştur. 30 ayeti kerime olan Fecr suresi adını ilk ayetine geçen Fecr kelimesinden alır. Fecr tan yeri ağarması, sabah aydınlığı anlamına geliyor. İşte Fecr suresinin tefsiri...

Fecr suresi ne anlatıyor? Fecr suresi Mekke'de nazil olmuştur. 30 ayeti kerime olan Fecr suresi adını ilk ayetine geçen Fecr kelimesinden alır. Fecr tan yeri ağarması, sabah aydınlığı anlamına geliyor. İşte Fecr suresinin tefsiri...

Fecr Sûresi Tefsiri

1. Yemin olsun fecre,

2. On geceye,

3. Çifte ve teke,

4. Geçip gitmekte olan geceye!

5. Akıl sahibi olanlar için, bunlarda gerçeği kanıtlayan bir yemin değeri var, değil mi?

Cenâb-ı Hakk’ın yüce kudretini gösteren ve böyle sonsuz bir kudret sahibi olan Zât’ın ölüleri yeniden diriltip âhiret hayatını var etmeye, orada kâfirleri cezalandırmaya kâdir olduğunu bildiren varlıklar üzerine yemin edilerek söze başlanır:

Yemin edilen birinci husus, اَلْفَجْرُ (fecir)dir. Fecr, tan yerinin ağarmaya başlama ve sabah aydınlığının ortaya çıkıp ufuktan dünyaya doğru yayılma vaktidir. Fecirle birlikte gece karanlığı sona erer ve gündüz başlar. Her insanın hayat defterinde yeni bir sayfa açılır. Bu vakit zihnin en sâkin, gönlün en huzurlu, ortalığın en durgun olduğu bir zamandır. O vakit ibâdet ve ilimle meşgul olmak çok feyizli ve bereketlidir. Bu sebeple günlük hayat içinde o vaktin ehemmiyetine dikkat çekilir. Ayrıca fecir vakti, ortalığın yavaş yavaş ağarmaya başlamasıyla birlikte, uykuya dalmış canlıların uyanmaya başladığı zamandır. Bu uyanış, hem İslâm’la birlikte ruhların uyanışına hem de âhiretteki yeniden dirilişe işaret eder.

Yemin edilen ikinci husus, “on gece”dir. Bundan maksat ayın otuz gecesinin her on gecesidir. Yâni ayın ince bir tırnak şeklinde olduğu ve her gece büyüyerek aydınlığa ulaştığı ilk on gece; ayın büyük bir kısmının aydınlık olduğu ikinci on gece; nihâyet ayın yavaş yavaş küçülerek gecenin karanlık kısmının arttığı ve sonunda tamamen karanlık olduğu son on gecedir. Her ay aksamadan devam eden bu nizam, ne müthiş bir kudret akışı ve azamet tecellisidir. Ayın bu hareketlerinin, peyderpey büyütülüp küçültülmesinin, hem zamanın tespiti hem de insan hayatının devamı bakımından çok büyük ehemmiyete sahip olduğu bilinmektedir.

Yemin edilen üçüncü ve dördüncü husus, “çift olan” ve “tek olan”dır. Tek olan, sadece ve sadece Allah Teâlâ’dır. Çift olan ise O’nun yarattığı bütün mahlukattır. Zira Cenâb-ı Hak kendisinin tek olduğunu (bk. İhlas 112/1), varlıkları ise çift yarattığını haber verir. (bk. Yâsîn 36/36; Zâriyât 51/49)

Yemin edilen beşinci husus ise “geçip gitmekte olan gece”dir. Bu yemin de gündüz aydınlığının yaklaştığını haber verir. Dolayısıyla hem fecre, hem de geçip gitmekte olan geceye yemin edilmesi, dünyayı bastırmış olan şirk, küfür ve isyan karanlıklarının Resûlullah (s.a.s.)’e inmekte olan vahiy nuruyla aydınlanmaya başladığına işaret eder. Mü’minleri kuşatan çile, işkence, her türlü zorluk ve meşakkat karanlıklarının dağılmaya yüz tuttuğunu ve bunların yerini kurtuluş ve başarının aydınlığına bırakacağını müjdeler. Ayrıca karanlık gecelere benzeyen dünya hayatının, mahşerin aydınlığına doğru yol almakta olduğuna ışık tutar.

Üzerine yemin edilen bu varlıklar, kâinatta büyük ve eşsiz bir nizamın ve bunu tanzim eden nihâyetsiz bir kudretin var olduğunu gösterir. Bu sebeple yemin edilmeye değer varlıklardır. Bunu yapan kudret elbette istediği her şeyi yapmaya, ölüleri de diriltmeye kadirdir. Nitekim, âhirete inanmayıp peygamberlerine karşı gelen, bu sebeple yeryüzünde azgınlık ve bozgunculuk eden önceki kavimlerin başlarına gelenler, ilâhî kudretin bir başka tezâhürü, onun gözler önünde cereyan eden canlı şâhitleridir. Şöyle ki:

6. Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine?

7. Yüksek binalarla dolu İrem’e?

8. Ki, beldeler arasında onun eşi benzeri yaratılmamıştı.

9. Vâdilerde kayaları oyup yontarak sağlam evler yapan Semûd kavmine?

10. Büyük saltanat ve çok sağlam kaleler sahibi Firavun’a?

11. Bunların hepsi, yaşadıkları ülkelerde azdıkça azdılar.

12. Taşkınlıklarıyla oralarda çokça bozgunculuk yaptılar.

13. Bu yüzden Rabbin onlar üzerine azap kamçıları yağdırdı.

14. Çünkü Rabbin, kullarını devamlı sûrette gözetlemektedir.

Azgınlıkları sebebiyle helak edilen üç kavme yer verilir. Bunlar Âd ve Semûd kavimleri ile Firavun’dur. Kur’ân-ı Kerîm bunların ibret verici kıssalarını tekrar tekrar anlatır. Ancak burada o kavimlerin dünya hayatındaki zenginlik, saltanat ve şa’şaalarına dikkat çekilir:

Âd kavmi, Hûd (a.s.)’ın peygamber olarak gönderildiği kavimdir. Uzun boylu, iri cüsseli, güçlü kuvvetli kimseler idiler. Şan, şöhret ve kuvvet itibariyle onlardan daha üstün kimse yoktu. Güçlerine güvenir, bununla iftihar ederlerdi. Nitekim onlar hakkında şöyle buyrulur:

“Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: «Bizden daha güçlü kim varmış?» dediler. Kendilerini yaratan Allah’ın, onlardan daha güçlü olduğunu görmüyorlar mıydı? Doğrusu onlar, bizim âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı.” (Fussilet 41/15)

Bunlar bir şehir yapmışlardı. İsmi “İrem”di. Bu şehir ذَات الْعِمَادِ (zâtü’l-imâd), yâni “sütunlar, direkler sahibi” olarak vasfedilir. Bu vasıf, bu şehirde evlerin direkler üzerine kurulduğunu anlatır. Bu şehir evleri, bağları, bahçeleri, sularıyla güzellik numunesi olarak dillere destan olmuştur. “İrem bağları” diye edebiyata girmiştir. Âyet-i kerîme, bu şehrin dünyada benzeri görülmemiş bir güzellik ve ihtişama sahip olduğunu haber vermektedir.

Semûd, Sâlih (a.s.)’ın peygamber olarak gönderildiği kavimdir. Onlar da güçlü, varlıklı, nimetler içine gark olmuş bir toplumdu. Burada dikkat çekilen, yaptıkları evlerdir. Onlar vâdi kenarındaki dağları, kayaları yontarak evler yaparlardı. Nitekim bunlar hakkında: “Şımarık kimseler olarak dağlardan büyük bir ustalıkla görkemli evler yontuyorsunuz” (Şuarâ 26/149) buyrulur.

Firavun ise ذُو الْاَوْتَادِ (zü’l-evtâd) yani “direkler sahibi” olarak vasfedilir. Bu ifade onun askerlerinin ve bu askerlerin çadırlarının çokluğunu gösterir. Ayrıca bununla Firavun’un yaptırmış olduğu saraylara, derin temeller üzerine oturtulmuş sağlam binalara ve meşhur piramitlere işaret edilir. (bk. Sād 38/12) Buna göre Firavun, askerî gücüyle, bina ve saraylarıyla büyük bir saltanat sahibiydi. Zaten kendisi de: “Ey kavmim! Mısır’ın mülkü ve hâkimiyeti, sonra ayaklarımın altından akan şu ırmaklar bana ait değil mi?” der, özellikle Hz. Mûsâ ve İsrâiloğullarına karşı böbürlenirdi. (bk. Zuhruf 43/51)

Bunlar, kendilerine verilen nimetlerle şımardılar. Gururlanıp kibirlendiler. Azgınlaşıp taşkınlık yaptılar. Bulundukları ülkeleri fesada boğup oradaki düzeni alt üst ettiler. Zulüm ve haksızlık yaptılar. Bu yüzden ilâhî cezaya çarptırılıp azap kamçılarıyla helak edildiler:

“Biz bu topluluk ve kişilerden her birini günahları yüzünden kıskıvrak yakalayıverdik: Kiminin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimini o korkunç çığlık yakaladı. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de suda boğduk. Allah, böyle yapmakla kesinlikle onlara zulmetmedi; lâkin onlar kendi kendilerine zulmettiler.” (Ankebût 29/40)

Çünkü Allah, bir gözetleme yerinden pür dikkat gözetleme yapan bir gözetleyici gibi, her an ve her durumda onların yaptıklarını gözetlemektedir. Olan biteni görmekte ve şâhit olmaktadır. O hiçbir şeyi kaçırmamaktadır. Her birine bakmaktadır. Ameline göre de hem dünya hem âhirette uygun bir karşılık verecektir.

O halde bir toplumda idareciler ve mesuliyet sahibi kimseler, her türlü inanç, amel, davranış ve uygulamalarında Allah’ın hükümlerini, O’nun peygamberinin ve kitabının davetini hiçe sayar, yalanlar, hak ve adâlet ölçülerinden sapar ve neticede ülkeyi fitne ve fesat ortamı hâline getirirlerse, kaçınılmaz bir şekilde helaki hak etmiş olurlar. Bu tehdit, ilk olarak zenginlikleriyle şımarıp Peygamberimiz (s.a.s.)’in davetini reddeden, onun beraberindeki fakir müslümanları küçümseyen müşrik liderlere olsa da, kıyamete kadar durumu bu şekilde olan herkes için geçerlidir. Çünkü zaman geçse de insan gerçeği, insan psikolojisi, onun nefsine ve ruhuna terettüp eden hadiseler değişmemekte, her devirde müspet ya da menfi ayniyle tekerrür etmektedir:

15. Ama insan, Rabbi onu varlıkla sınayıp da kendisine ikramda bulunduğu ve bol bol nimetler verdiği zaman: “Rabbim beni şerefli kıldı” der.

16. Buna karşılık onu darlıkla sınayıp da rızkını kısıverince: “Rab­bim beni rezil, perişan etti” der.

Genel olarak insanın, özel olarak da inanmayan insanın zayıf karakteri anlatılır: Dünya imtihan yeridir. Burada insana sunulan her nimet, her imkân aslında birer imtihan sorusudur. Nimetlerin bolluğu veya azlığı da sadece imtihanla alakalı bir durumdur. Nitekim Cenâb-ı Hak: “…Biz sizi, gerçek değerinizi ortaya çıkarmak için şerle de hayırla da imtihan ediyoruz” (Enbiyâ 21/35) buyurmaktadır. Yoksa bunlar, kesinlikle kişinin Allah katındaki derecesini gösteren bir şey değildir. Fakat Allah’a ve âhirete imanı tam olmayan insan, bu dünyada mal, varlık ve iktidar elde etmeyi her şeyin ölçüsü kabul eder. Kendisine bunlar verildiğinde “Allah bana değer verdi, beni şerefli kıldı” der. Allah katında değerli bir kişi olduğu için kendisine bu malın mülkün verildiğini sanır. Bu sebeple övünür, gururlanır ve başkalarına üstünlük taslar. Tam aksine imkânları daraltılırsa, mâlî bakımdan biraz zor durumda kalsa bu kez “Allah bana değer vermedi, beni zelil ve perişan etti” der. Çünkü ona göre şeref ya da zilletin ölçüsü, dünyada mal ve iktidar sahibi olmaktır. Bu kesinlikle yanlış bir düşüncedir. Kur’an’a göre, izzet ve zilletin ölçüsü madde değil mânadır. Mal, mülk ve iktidar değil, takvâdır. Yani kişinin kulluk keyfiyeti ve ahlâkî kemâlidir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Allah katında en şerefliniz, Allah’a karşı saygısı, korkusu ve O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek olanınızdır.” (Hucurât 49/13)

“Mal ve oğullar dünya hayatının zînetidir. Asıl kalıcı olan sâlih ameller ise Rabbinin katında hem mükâfat bakımından daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha layıktır.” (Kehf 18/46)

Bu sebeple devam eden âyetlerde değer ölçüsü olarak takvâyı, iman ve sâlih amelleri değil de dünya malını tanıyan insanda baş gösteren nefsânî hastalıklara dikkat çekilir:

17. Hayır! Doğrusu siz, Allah’tan ikram bekliyorsunuz ama kendiniz yetîme değer vermiyor, ona ikram etmiyorsunuz.

18. Muhtaçları doyurmaya birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.

19. Mirastan ne gelse, helâl-haram demeden alabildiğine yiyorsunuz.

20. Malı mülkü de sınırsız bir sevgiyle seviyorsunuz.

Âyetlerin meâlinden de anlaşılacağı üzere bu tip insanlar:

Birincisi; kendileri Allah’tan ikram beklerken, en çok ikrama muhtaç olan yetimleri görmezden gelir, onlara ikram etmezler. Onlara değer verip, ellerinden tutarak hallerini düzeltmeye çalışmazlar. Halbuki yetimlere alaka gösterip onları koruyup kollamak, Allah katında çok makbul bir ameldir.

İkincisi; fakiri, yoksulu, yâni muhtaçları yedirip doyurmaya, ihtiyaçlarını karşılamaya teşvik etmezler. Kendileri bu işi yapmadıkları gibi, başkalarını da yönlendirmezler. Aksine ondan kaçınır, birbirlerini bunu yapmaktan nefret ettirirler. Hatta o fakirler üzerinden geçinmek isteyip taşkınlık ederler. Çünkü onların böyle bir dertleri yoktur. Bütün dert ve kaygıları kendi menfaatlerinin peşinden koşmak, midelerini tıka basa doldurmak, her türlü nefsânî hazlarını tatmin yollarını aramaktır. Zira bu tipler, nefsin derin çukurları içinde boğulup kalmış zavallılardır.

Üçüncüsü; yine aynı dünya perestliğin ve madde tutkusunun sevkiyle mirası yerler. Onun helâl mi haram mı olduğuna bakmadan üzerine konar, oburca yerler. اللم (lemm), iyisine kötüsüne bakmayıp toplamak, derleyip biriktirmek, bir de bir yere inip konmak mânalarına gelir. Burada “yeme”nin sıfatı olması bakımından, “haramına helâlına bakmayıp yiyişte toplamak, toptan yemek, yahut hazıra konarak nereden geldiğini düşünmeksizin acımadan yemek” mânalarını ifade eder. Bu, hak ve hukuku gözetmeyerek şiddetli hırs ve iştah ile oburcasına yemek, demektirr.

Dördüncüsü; malı çok severler. Bütün hırslarıyla, arzu ve tutkularıyla malı severler. Helâl, haram demeden, bulup alıp biriktirmek isterler. Kapıp göğüslerine basarlar. Halbuki sahibinin elinde hayır için sarf edilmeyip yığılan mal, mirasyedilerin ellerinde eğlence yollarında yenilip yok olup gitmektedir. Kazanıp yığana günah ve vebalinden başka bir şey kalmamaktadır. Şâirin ifadesiyle:

“Cem‘-i mal eylediğin râhat içündür ammâ

Renci artar ağır oldukça yükü hammâlın.” (Sâmî, Arpaemînizâde)

“Gerçi sen biraz rahat yaşamak için para ve mal sahibi olmaya bakıyor ve eline geçenleri de biriktiriyorsun. Ama düşün ki, hammalın sırtındaki yük çoğaldıkça veya ağırlaştıkça, zavallının da sıkıntısı, ağrı ve sızısı o nispette fazlalaşır.”

Gerçek şu ki, bütün bunlar âhireti düşünmemek, Yüce Allah’ın her an “gözetleme yerinde”n, bir avcı dikkatiyle kullarını gözetlediğini hesaba katmamaktan kaynaklanmaktadır. Halbuki hesaba katmadıkları o kıyamet mutlaka kopacaktır:

21. Hayır! Böyle yapmayın! Yeryüzü birbiri ardınca şiddetle sarsılıp toz-toprak, dümdüz olduğu,

22. Rabbinin emri gelip melekler sıra sıra dizildiği zaman!

23. O gün cehennem de bütün dehşetiyle getirilir. İnsan o gün, tüm yaptıklarını birer birer hatırlar; ama bu hatırlamanın ona ne faydası olur ki?

24. Ölümcül bir pişmanlık içinde: “Keşke sağlığımda şu ebedî hayatım için bir hazırlık yapmış olsaydım” der.

25. O gün Allah’ın vereceği azabı hiç kimse veremez.

26. O’nun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz.

Kıyâmetten korkunç bir manzara sunulur: الدك (dekk), duvar ve dağ gibi yüksek olan şeyleri çarpıp darmadağın etmek, parçalayıp toz toprak haline getirmek veya yükseği dümdüz etmek anlamlarına gelir. Bu, birbiri ardınca gelen iki şiddetli sarsıntı ile dağların yerle bir edilip, yüksekliklerin ve alçaklıkların düzleneceğine işaret eder. Mevzu ile alakalı âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“O gün bir sarsıntı dünyayı şiddetle sarsar her şeyi yıkar. Onu arkadan gelip insanları kabirlerinden kaldıran ikinci sarsıntı izler.” (Nâziât 79/6-7)

“Artık sûra şiddetli bir üfleyişle üflendiğinde, yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp, birbirine tek çarpışla çarpılıp paramparça edildiğinde, işte o gün olacak olur; kaçınılması ve engellenmesi mümkün olmayan kıyâmet kopar.” (Hâkka 69/13-15)

“Rasûlüm! Sana kıyâmet gününde dağların ne halde olacağını soruyorlar. De ki: «Rabbim onları ufalayıp savuracak. Böylece yerlerini dümdüz, bomboş bir halde bırakacak. Öyle ki, orada ne bir çukur göreceksin, ne de bir tümsek!»” (Tâhâ 20/105-107)

O gün Rabbimiz gelecek, melekler de saf saf dizilecektir. Görüldüğü üzere, “Rabbin gelmesi” müteşâbih bir ifadedir. Bu, “Allah’ın bir yerden bir başka yere gelmesi” şeklinde anlaşılmaz. Dolayısıyla burada temsilî bir anlatım vardır. O gün Allah Teâlâ’nın hâkimiyet, iktidar, saltanat ve kahhâriyet alametleri tüm netliği ile ortaya çıkacaktır. Nitekim dünyada bir padişahın askerleri ve yüksek memurları bir yere geldiklerinde, padişahın kendi gelişindeki psikolojik havayı oluşturamazlar. İşte âyette “Rabbin gelmesi” tabiri bunun için kullanılmıştır.

İşte böyle dehşetli bir günde imansız veya suçlu insan, dünyada ne yaptığını hatırlayacak ve bu yüzden çok üzülecek, pişman olacak, utanacaktır. Fakat o gün üzülmenin ve utanmanın hiç faydası olmayacaktır. İkinci olarak, o gün insanın aklı başına gelecek ve peygamberlerin dediğinin doğru olduğunu anlayacaktır. Ayrıca peygamberlerin tebliğini kabul etmemekle ne büyük aptallık ettiğini görecektir. Ancak bu, ona hiçbir yarar sağlamayacaktır.

Fakat iman, sâlih ameller ve güzel ahlâk ile itiminâna ermiş insanın durumu farklıdır. Yüce Allah ona şöyle hitap edecek:

27. Ey kâmil bir iman ve sâlih amellerle huzûra ermiş nefis!

28. Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön!

29. Dürüst ve samimi kullarımın arasına katıl!

30. Cennetime gir!

Bu hitap, kâmil bir iman ve sâlih amellerle huzur ve itminâna erişmiş, gönül huzurunu elde etmiş mü’mine ölüm anında veya mahşer yerinde yapılır. Gaybın kapılarının açıldığı, ilâhî sır perdelerinin aralandığı o kritik anda mü’min, kendine verilen ebebî cennet müjdesi ile sevinir. Korkuları zâil olur, içi huzurla dolar. Çok güzel bir yolculuğa çıkmanın, cennet ve cemâlullaha doğru yol almanın son derece tatlı heyecanını duymaya başlar. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“«Rabbimiz Allah’tır!» diye ikrarda bulunup, sonra da özde ve sözde dosdoğru olarak inanç, amel ve ahlâkta sapmadan doğru yolu takip edenlerin üzerine melekler iner ve şöyle derler: «Korkmayın ve üzülmeyin! Size va‘dolunan cennetle sevinin! Biz dünya hayatında da, âhirette de size dostuz. Cennette canınızın çektiği her şey vardır; orada istediğiniz her şey sizindir. Çok bağışlayıcı, sonsuz merhamet sahibi Allah’tan bir ikram olarak!»” (Fussılet 41/30-32)

Bu âyetlerde “mutmainne, râziye ve merziye” olmak üzere nefsin üç mertebesine işaret edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de başka âyet-i kerîmelerde de yine nefsin “emmâre, levvâme ve mülhime” mertebelerine işaret edildiği görülür. Dolayısıyla bunlar, emmâre derekesindeki ham bir nefisten tezkiye edile edile merziye ve kâmile seviyesine erişmiş ve cennete girmeyi hak etmiş kâmil bir nefse ulaşmanın kademelerini gösterir. Âlimlerimiz ve mutasavvıflarımız bunlar üzerinde derinlemesine tetkikler yaparak İslâm ahlâk ve tasavvufunun temel esaslarını tespit etmişlerdir. Kur’an ve sünnet çerçevesinde nefsin terbiyesi, tezkiyesi ve kalbin tasfiyesiyle alakalı son derece makul ve uygulanabilir usuller ortaya koymuşlardır. Bu vesileyle kısaca nefsin mertebelerini izah etmek faydalı olacaktır.

Mâ­ne­vî ter­bi­ye ve te­kâ­mül es­nâ­sın­da mü­şâ­he­de edi­len nef­sin hâl ve mer­te­be­le­ri ye­di kı­sım­da mü­tâ­laa olu­nur:

Birincisi; اَلنَّفْسُ الأمَّارَةُ (nefs-i em­mâ­re): Ku­lu Rab­bin­den uzak­laş­tı­ra­rak kö­tü­lük­le­ri iş­le­me­ye sevk eden en ağağı du­rum­da­ki is­yan­kâr nefis­tir. “Em­mâ­re” çok em­re­di­ci de­mek­tir. Bu sı­fa­ta sahip olan nef­sin tek gayesi, olur olmaz arzularını öl­çü­süz­ce tat­min­den ibâ­ret­tir. Şeh­ve­tin esî­ri, şey­ta­nın yardımcısı ol­muş; key­fi­ne, zev­ki­ne ve günaha düş­kün olan nefis­tir. Nef­sin düş­kün­lük­le­ri ve aşı­rı is­tek­le­ri de­mek olan şeh­vet­le­re kar­şı her han­gi bir mü­câ­de­le gös­ter­me­mek, onun ar­zu­la­rı­na tâ­bî ola­rak şey­ta­nın yo­lu­na uyup git­mek de, nefs-i em­mâ­re se­vi­ye­sin­de bu­lu­nan kim­se­le­rin ah­vâ­li cüm­le­sin­den­dir. As­lın­da nefs-i em­mâ­re, sahi­bi­ne kar­şı şey­tan­dan bi­le teh­li­ke­li ola­bil­mek­te­dir. “Rabbimin merhamet edip koruduğu kimseler dışında, nefis insana sürekli kötülüğü emreder” (Yû­suf 12/53) âyet-i ke­rî­me­si, bu mer­te­be­de­ki nef­si anlatır.

İkincisi; اَلنَّفْسُ اللَّوَامَةُ (nefs-i lev­vâ­me): Nefs-i em­mâ­re­si­ni piş­man­lık­la he­sâ­ba çe­kip, onun çir­kin hâl ve ha­re­ket­le­rin­den kur­tul­mak için gay­ret gös­te­ren­ler, nefs-i lev­vâ­me­ye doğ­ru me­sâ­fe alır­lar. “Levm et­mek”; kı­na­mak ve ayıp­la­mak de­mek­tir. Nefs-i lev­vâ­me; yap­tı­ğı kö­tü­lük­ler­den, Al­lah’ın emir ve ya­sak­la­rı­na kar­şı gös­ter­di­ği ih­mâl ve ku­sur­lar­dan piş­man­lık du­ya­rak vic­dâ­nı sızlayan, bu yüzden de ken­di­si­ni şid­det­le kı­na­yan nefis­tir. Bu mer­te­be­de olan ki­şi, nefs-i em­mâ­re­de­ki fi­il­le­rin bâ­zı­la­rın­dan tev­be edip kur­tul­muş­tur. Yâ­ni gaf­let­ten bir neb­ze sıy­rıl­mış ve gü­nah ar­zu­su azal­mış­tır. An­cak bu his­ler ye­te­rin­ce ol­gun­laş­ma­dı­ğı için da­ya­na­ma­yıp tek­rar gü­nah­la­ra düş­mek­ten de ken­di­ni kur­ta­ra­maz. Bu kim­se­le­rin, Al­lah Te­âlâ’nın emir­le­ri­ne bağ­lı­lık­ta ve sâ­lih amel­le­rin­de ço­ğal­ma gö­rü­lür. Amel­le­ri çoğunlukla Al­lah için­dir. An­cak ilâ­hî il­hâm­la­rın bah­şet­ti­ği hu­zûr ve sü­kû­na tam mâna­sıy­la ka­vu­şa­ma­dık­la­rın­dan, Al­lah için yap­tık­la­rı sâ­lih amel­le­ri­nin halk ta­ra­fın­dan bi­lin­me­si­ni de iç­ten içe is­ter­ler. Yâ­ni nefs-i em­mâ­re­nin bazı kö­tü huy­la­rı devam et­mek­te, an­cak kul bu hâ­lin­den do­la­yı ken­di­ni kı­na­mak­ta­dır. Nef­sin ulaştığı bu mer­ha­le­nin is­mi, Kur’ân-ı Ke­rîm’de­ki, “Yemin ederim pişmanlık duyup dâima kendini kınayan nefse…” (Kı­yâ­met 75/2) âye­tin­den gel­mek­te­dir.

Üçüncüsü; اَلنَّفْسُ الْمُلْهِمَةُ (nefs-i mül­he­me): Nefs-i em­mâ­re­den piş­man­lık du­ya­rak lev­vâ­me­ye doğru yük­se­len mü­min, bu mer­ha­le­de de tev­be ve is­tiğ­fara devam eder, gü­nah­lar­dan sa­kın­ır, mâ­ne­vî ir­şâ­da gö­nül ver­ir ve nefisle mü­câ­he­deye devam ederse yavaş yavaş “mül­he­me” mer­te­be­si­ne ulaşır. Bu mer­te­be­de kul, Al­lah’ın lut­fuy­la iyi ile kötüyü net bir şekilde ayırt ede­bil­me ve şe­he­vî duy­gu­la­rı­nın aşı­rı­lık­la­rı­na di­re­ne­bil­me gücüne ka­vu­şur. Kal­bi Al­lah’tan gâ­fil kı­lan her şey­den uzak­la­şır. Ar­tık halk na­za­rın­da­kin­den çok, Hak ka­tın­da­ki mev­ki­inin en­dî­şe­siy­le do­lar. İmanî gerçekler kalpte günden güne açılmaya başlar. Lâ­kin bu il­hâm esin­ti­le­ri­nin Rah­mâ­nî olup ol­ma­dı­ğı­nı an­la­ya­bil­mek için, bir mâ­ne­vî reh­be­rin kont­ro­lü­ne mut­lak sû­ret­te ih­ti­yaç var­dır. Nef­sin bu mer­te­be­si­nin “mül­he­me” tâ­bi­riy­le ifade olun­ma­sı da Kur’ân-ı Ke­rîm’­de­ki:

“Yemin ederim nefse ve onu düzgün bir biçimde yaratıp düzenleyene. Ona kötü ve iyi olma kâbiliyetini ilham edene” (Şems 91/7-8) âyet­le­rin­den gel­mek­te­dir.

Dördüncüsü; اَلنَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ (nefs-i mut­ma­in­ne): Ce­nâb-ı Hakk’ın emir­le­ri­ne lâ­yı­kıy­la uyup, yasaklarından ti­tiz­lik­le sa­kın­mak sû­re­tiy­le mâ­ne­vî has­ta­lık­lar­dan kur­tul­muş, hakiki ve kuv­vet­li bir iman ile de hu­zûr, sü­kûn ve it­mi’nâ­na ka­vuş­muş nefis­tir. Kalb, zik­rul­lâh be­re­ke­tiy­le şüp­he ve te­red­düd­ler­den arın­mış, her an şü­kür ve se­nâ hâ­lin­de­dir. Bu mer­te­be­de kö­tü ve çir­kin va­sıf­lar, ye­ri­ni gü­zel ah­lâ­ka terk et­miş­tir. Dav­ra­nış ol­gun­lu­ğun­da zir­ve­yi teş­kîl eden ve bü­tün insanlığa örnek şahsiyet olan Resûlullah (s.a.s.)’in yük­sek ah­lâ­kı, tarif­siz bir zevk ile gü­zel­ce ya­şan­mak­ta­dır. Ku­lun kal­bi, sa­bır, te­vek­kül, tes­lî­mi­yet ve rı­zâ ile taç­lan­mış­tır. Mut­ma­in­ne, Allah Teâlâ’yı tanıyan, tak­vâ ve ya­kîn eh­li­nin nef­si­dir. Böy­le kim­se­le­rin gö­nül­le­ri dâ­imâ Hakk’ın zik­riy­le meş­gûl­dür. Şer’î hükümlerin zahiriyle beraber bâ­tı­nı­na da vâ­kıf ol­muş­lar­dır. İşte “Ey kâmil bir iman ve sâlih amellerle huzûra ermiş nefis!” (Fecr 89/27) âyeti nefsin bu mertebesine işaret eder.

Nefs-i mut­ma­in­ne, Ce­nâb-ı Hakk’ın yardım ve desteğiyle ha­kî­kat, se­kî­net ve ya­kî­ne ka­vu­şa­rak, ke­der ve en­dî­şe­ler­den kur­tul­muş, ba­zı keşf ve il­hâm­la­ra da nâ­il ol­muş­tur. Bu mer­te­be­de kal­bin üze­rin­de­ki gaf­let per­de­le­ri kalk­mış­tır. Gö­nül­ler, öte­le­ri ve ha­kî­kat­le­ri ay­ne’l-ya­kîn mer­te­be­sin­de mü­şâ­he­de hâ­lin­de­dir. Yâ­ni kalb, te­red­düd ve şüp­he­ler­den arın­mış, ger­çek bir tes­lî­mi­yet­le tam bir it­mi’nân ve hu­zû­ra er­miş­tir. Bu hâ­le eri­şen bir kul, dî­nî mü­kel­le­fi­yet­le­ri hem zâ­hi­ren ve hem de bâ­tı­nen te­red­düd­süz ola­rak kabul edip gü­zel bir şe­kil­de îfâ eder. Üs­te­lik bu kabul ve ina­nış öy­le­si­ne sağ­lam­dır ki, cüm­le âlem bir olup inan­dı­ğı­nın zıd­dı­nı id­dia et­se­ler, on­da en ufak bir te­red­düd hâ­sıl ede­mez­ler. Çün­kü o, mad­dî ve mâ­ne­vî âle­mi ar­tık ha­kî­kat pen­ce­re­sin­den sey­ret­mek­te­dir.

Mut­ma­in­ne­ye nâ­il olan bah­ti­yar kul­lar, sı­ra­sıy­la “râ­dı­ye”, “mer­dıy­ye” ve “kâ­mi­le” de­ni­len üç yü­ce mer­te­be­ye da­ha yö­nel­miş olur­lar ki, başarıları nis­pe­tin­de bun­lar­la Hakk’a ya­kın­lık ve vus­la­tın zir­ve­si­ne erer­ler.

Beşincisi; اَلنَّفْسُ الرَّاضِيَةُ (nefs-i rā­dı­ye): Dâ­imâ Hakk’a yö­nel­mek sû­re­tiy­le Al­lah ile be­ra­ber ol­ma şu­uru­na eriş­miş, hik­me­ti­ne ve hük­mü­ne râm ola­rak Rab­bin­den râ­zı ve hoş­nud hâ­le gel­miş olan nefis­tir. Bu mer­te­be­ye yük­se­len kul, ken­di irade­sin­den vaz­ge­çip Hakk’ın irade­sin­de fâ­nî ol­muş­tur. “Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön!” (Fecr 89/28) âye­tin­de­ki “Sen O’ndan râ­zı ola­rak” hük­mü­ bu ma­kâ­ma işaret eder. Bu rı­zâ hâ­li, Hak’tan ge­len bü­tün çi­le­li im­ti­han­la­ra kar­şı sa­bır gös­ter­mek ve bu hu­sus­ta O’nun irade­si­ni cân u gö­nül­den ka­bul­len­mek­tir. Âyet-i ke­rî­me­de bu­yu­ru­lur:

“Sizi mutlaka biraz korku ve açlık ile; biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden noksanlaştırmak suretiyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!” (Ba­ka­ra 2/155)

Bu âyet-i ke­rî­me­de ifade bu­yu­ru­lan “sab­re­den­ler” züm­re­sin­den ola­bil­mek, an­cak Ce­nâb-ı Hakk’ın takdiri­ne -ve­lev ki o takdir umul­du­ğu ve bek­len­di­ği gi­bi te­cel­lî et­me­se bi­le- râ­zı ol­mak ve as­lâ is­yâ­na düş­me­mek­le müm­kün­dür. İş­te nefs-i râ­dı­ye de, ilâ­hî irade­nin ha­yır ve­ya şer ola­rak te­cel­lî eden bü­tün ka­zâ hü­küm­le­ri­ne te­red­düt­süz tes­lîm olup rı­zâ gös­te­ren­le­rin, as­lâ şi­kâ­yet et­me­yen­le­rin ma­kâ­mı­dır.

Bu ma­kâ­mın im­ti­han­la­rı ön­ce­ki­le­re nis­bet­le da­ha ağır­dır. Zira in­san mâ­nen yük­sel­dik­çe ip­ti­lâ­lar ar­tar. Ni­te­kim Allah Resûlü (s.a.s.) şöy­le bu­yur­ur:

“İn­san­lar için­de en şid­det­li ip­ti­lâ­la­ra uğ­ra­yan­lar pey­gam­ber­ler­dir. Son­ra da on­la­ra ya­kın­lık de­re­ce­si­ne gö­re di­ğer kim­se­ler­dir. İn­san din­dar­lı­ğı öl­çü­sün­de iptilâ­la­ra mâ­rûz ka­lır.” (Tir­mi­zî, Zühd 57)

Bu sebeple şâir Fuzûlî şöyle der:

“Sîne-i çâkimden eksik etme tîr-i gamzeyi,

Ey gönül rânâ bilirsin kim gül olmaz dikensiz.”

“Aşkınla paramparça olmuş sîmenden gamze okunu eksik etme. Ey gönlümün güzeli, sen gülün dikensiz olmadığını bilirsin.”

Muhibbî mahlasıyla şiir yazan Kânûnî Sultan Süleyman da, Allah Teâlâ’ya yakın bir kul olmanın yolunu gösterircesine der ki:

“İhtiyâr-ı fakr eden dergâh ü eyvan istemez,

Zâd-ı gamdan özge hergiz kendiye nân istemez.”

“Cenâb-ı Hakk’a yakın bir kul olma niyetiyle gönlen dünyaya yüz çevirip fakr u zarûreti tercih eden kimse ne dergah ister, ne saray ne de köşk. O, gam ve keder azığından başka kendisi için bir ekmek, bir yiyecek de istemez.”

Çünkü bu mer­te­be­de­ki mü­min­le­rin na­za­rın­da, ha­ya­tın gam ve sü­rû­ru bir­dir. Zira dünya­ya kal­ben bağ­lan­ma­dık­la­rı için, ha­yâ­tın se­vinç ve ke­der­le­ri on­lar için mü­sâ­vî hâ­le gel­miş­tir. Ha­yır ve­ya şer, her ne takdir olun­muş­sa hep­si­ni Ce­nâb-ı Hak’tan bi­lip râ­zı olur­lar.

Altıncısı; اَلنَّفْسُ الْمَرْضِيَّةُ (nefs-i mer­dıy­ye): Râ­dı­ye mer­te­be­sin­de bu­lu­nan­la­rın, bu mer­te­be­nin bü­tün feyiz ve bereketinden istifade ede­bil­me­le­ri için, Ce­nâb-ı Hakk’ın da on­lar­dan râ­zı ol­ma­sı gerekir. Yâ­ni ku­lun Al­lah’tan râ­zı ol­ma­sı yet­me­yip, kâ­mil bir te­rak­kî için Al­lah’ın da ku­lun­dan râ­zı ol­ma­sı lazımdır. Di­ğer bir ifadey­le Hak’tan rı­zâ­mız, O’nun yü­ce rı­zâ­sı­na ma­zhar ola­bi­le­cek bir kı­vam ve gü­zel­lik­te ol­ma­lı­dır. Bu ger­çek­leş­ti­ği takdir­de “mer­dıy­ye” sı­fa­tı Al­lah’a râ­cî ol­ma­sı­na rağ­men, ku­lun bu­nu te­mî­ne me­dâr olan amel­le­ri be­re­ke­tiy­le bu ma­kâm ku­la da izâ­fe edil­miş­tir. Bu­na gö­re râ­dı­ye, Al­lah’tan râ­zı olan­la­rın; mer­dıy­ye ise Al­lah’ın da ken­di­sin­den râ­zı ol­du­ğu kim­se­le­rin ma­ka­mı­dır. Ce­nâb-ı Hakk’ın biz­zat râ­zı ve hoş­nûd ol­du­ğu bir nefs olan mer­dıy­ye­de kö­tü huy­lar yok ol­muş, gü­zel huy­lar ve ah­lâ­kî me­zi­yet­ler in­ki­şâf et­miş­tir. Öy­le ki; Ya­ra­tan’dan ötü­rü ya­ra­tı­lan­la­ra şef­kat, mer­ha­met, sev­gi, cö­mert­lik, af­fe­di­ci­lik ve has­sâ­si­yet on­da bir lez­zet hâ­lin­de­dir. Bu mer­te­be­de­ki bir mü­min, nef­si­ni en gü­zel bir şe­kil­de mu­hâ­se­be ve mu­râ­ka­be eder. Her ne­fes­te var­lık ve benlik key­fi­ye­tleri­ni gö­ze­te­rek şey­tâ­nî hî­le­le­re kar­şı boş bu­lun­mak­tan sa­kı­nır. Yi­ne bu mer­te­be­de kul, her hâ­lü­kâr­da ve bü­tün mev­cû­di­ye­tiy­le Hakk’a tes­lîm ol­muş­tur. Al­lah’tan ge­len ka­hır ve­yâ lu­tuf te­cel­lî­le­ri­nin her iki­si­ne de gös­ter­di­ği rı­zâ be­re­ke­tiy­le ebe­diy­yet âle­mi­ne gö­çer­ken, ilâ­hî rı­zâ ile müj­de­le­ne­rek ken­di­si­ne cen­net hil’ati giy­di­ril­miş­tir. İşte “Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön!” (Fecr 89/28) âye­tin­de­ki “Rab­bin de sen­den râ­zı ola­rak” hük­mü, bu hâ­li ifade et­mek­te­dir.

Bu hâl ve ha­kî­kat­le­re nâ­il olan bir kul, ar­tık hâ­di­sâ­tı “hak­ka’l-ya­kîn” mer­te­be­sin­den sey­ret­mek­te­dir. Allah’ın iz­niy­le bâ­zı gay­bî sır­la­ra vâ­kıf ola­bi­lir. Ce­nâb-ı Hak rı­zâ, te­vek­kül ve tes­lî­mi­yet­le­ri se­be­biy­le böy­le kul­la­rı­nın -âde­tâ- gö­ren gö­zü, işi­ten ku­la­ğı, ko­nu­şan di­li, tu­tan eli… olur. (bk. Buhârî, Rikāk 38) On­la­rın hâ­li­ne, kâ­li­ne ve gü­zel ah­lâ­kı­na te­sir kuv­ve­ti ih­sân eder. Yâ­ni nefs-i râ­dı­ye ma­kâ­mın­da mü­şâ­he­de et­ti­ği ke­mâ­lât te­cel­lî­le­ri­ni, şim­di biz­zat nef­sin­de tat­mak­ta ve o hâl­ler­le hâl­len­mek­te­dir. Sa­bır, te­vek­kül, tes­lî­mi­yet ve rı­zâ gi­bi has­let­ler, onun dav­ra­nış­la­rı­nın hâ­kim vas­fı du­ru­mun­da­dır.

Pey­gam­ber­le­rin yü­ce ah­lâ­kın­dan bu gü­zel hâl­le­re dâ­ir birkaç mi­sâl şöy­le­dir:

Hz. Yâ­kûb üs­tüs­te ge­len mu­sî­bet­ler se­be­biy­le hâ­li­ni, “Ba­na dü­şen an­cak sabr-ı ce­mîl­dir” di­ye­rek be­yân eder.

Da­ya­nıl­maz has­ta­lık ve ip­ti­lâ­la­ra mâ­ruz ka­lan Ey­yûb (a.s.), ha­nı­mı­nın: “Rab­bi­ne dua et de bu muz­da­rip hâ­lin son bul­sun” şek­lin­de­ki ta­le­bi­ne:

“– Hak Te­âlâ ba­na sek­sen se­ne sıh­hat­li bir ömür ver­di. He­nüz o ka­dar has­ta­lık çek­me­miş­ken sıh­hat is­te­mek­ten ha­yâ ede­rim” mu­kâ­be­le­sin­de bu­lun­muş­tur.

Hz. İb­râ­him de ate­şe atı­lır­ken yar­dı­ma ge­len me­lek­le­re:

“– Ate­şi yan­dı­ran kim­dir? O be­nim hâ­li­mi bi­li­yor. Siz­den bir ta­le­bim yok!” bu­yur­muş­tur.

As­lın­da nef­sin tez­ki­ye­si yo­lun­da kat edi­len mer­ha­le­ler, bun­lar­dan ibâ­ret ol­mak­la beraber, ke­mâ­lât eh­li­ne tev­dî olu­nan hiz­met­ler îti­bâ­riy­le bir mer­ha­le da­ha var­dır ki, ona da nefs-i kâ­mi­le ve­ya nefs-i sâ­fi­ye de­nir.

Yedincisi; اَلنَّفْسُ الْكَامِلَةُ (nefs-i kâ­mi­le/nefs-i sâ­fi­ye): Nefs-i kâ­mi­le, tez­ki­ye ne­tî­ce­sin­de arın­mış, sâf, ber­rak, ul­vî ve ol­gun nefs­tir. Bü­tün mâ­ri­fet sır­la­rı­nın tah­sîl edil­di­ği ve an­cak Ce­nâb-ı Hak ta­ra­fın­dan veh­bî ola­rak lut­fe­di­len bir ma­kâm­dır. Hak ver­gi­si­dir, sırf ça­lış­mak­la el­de edil­mez. Ka­der sır­rı­na dayalı bir ilâ­hî ih­sân­dır. Nefs-i kâ­mi­le­ye eri­şen­le­re genellikle ir­şad hiz­me­ti emanet edildiğinden bu ma­kâ­ma ay­nı za­man­da “ir­şad ma­kâ­mı” da de­ni­lir. Ce­nâb-ı Hak, bu ma­kâm­da­ki­le­rin hâl ve dav­ra­nış­la­rın­da­ki mü­kem­mel­lik­le, in­san­la­rı gaf­let­ten uyandırıcı bir tesir lütfeder. (bk. Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, İst, 2002, s. 105-147)

Nefsin kötü sıfatlarıyla bunların sebep olduğu feci âkıbeti zikrettikten sonra nefs-i mutmeinnenin büyük bir bayram sevincine vesile olacağını müjdeleyerek sona eren Fecr sûresini, insanın meşakkat içinde yaratıldığına temasla birlikte köleleri hürriyetine kavuşturmak, yoksulları doyurmak, bu konuda sabrı ve merhameti tavsiyeleşmek gibi sarp yokuşu aşıp nefs-i mutmeinneye erişmeyi kolaylaştıracak faziletli davranışları beyân eden Beled sûresi izleyecektir:

En son gelişmelerden haberdar olmak için whatsapp kanalımızı takip edin