Eygi, kısık seslerin gür sesiydi
Vefa; âşığın mâşûkuna, dava adamının davasına bütün
zorluklara rağmen sâdık kalabilmesidir. Vefa; sevgide bıkkınlık göstermemek,
ihtiyaç halinde “Hızır gibi yetişebilmek”tir.
Vefa; dikenlere direnerek, dost ikliminde boy atan gül olmaktır. Vefa; aşktır.
Aşk vefa, vefa ise iman ister.
“Ölülerine kıymet
vermeyenler, dirilerine sahip çıkamazlar” düsturu ile bugün vefatının dördüncü seneidevriyesi olan rahmetli Mehmed Şevket Eygi’yi yâd ederek, bir
vefa örneği göstermek niyetimiz. Niyet hayr, âkıbet hayr.
*
Yıl 1991’di. Millî Gazete’nin Çayhane Sokak, No: 1 Topkapı’daki
adresinde “Asr-ı Saadet” günleri
yaşanıyordu. Yazı İşleri Müdürümüz Ekrem Kızıltaş, “hayırlı uğurlu olsun yeni bir yazarımız oldu” diyerek verdi
müjdeyi. “Hayırdır abi sizi bu kadar
heyecanlandıran yazar kimmiş?..” diye sorduğumda Mehmed Şevket Eygi ismini telaffuz etti.
***
Zamanı
biraz geriye alalım!..
Abdi İpekçi, Mümtaz Soysal, Turgay Şeren ile aynı dönemde
ilk, orta ve lise eğitimini Galatasaray Lisesi’nde gören ve bu isimlerle
arkadaş olan Mehmed Şevket Eygi aslına bakarsanız bir yönüyle “üretim hatası”dır.
Belki de bu özelliğini Osmanlı nazırlarından Raşit Erer,
Aydın mebusu Enver Tekand, şair ve âlim Orhan Şaik Gökyay, edebiyat tarihçisi
Nihad Sami Banarlı ve şair Ahmet Kutsi Tecer gibi isimlerin tedrisâtından
geçmesine borçludur.
Eygi, sık sık “Bana
arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” ifadesini kullanırdı. O
yürüdüğü yolda hep güzel arkadaşlar edindi. Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi’nde okurken Cemal Süreya ve Sezai Karakoç’la, Diyanet İşleri
Başkanlığı’nda çalışırken Ömer Nasuhi Bilmen’le bir arada olmanın feyz ve
bereketini her daim içinde hissetti.
İlk makalesini Eşref
Edip Fergan’ın yayımladığı Sebilürreşad dergisinde yazarak çocukluktan beri
kurduğu hayaline kavuştu. Ardından “Yeni
İstiklâl” gazetesiyle muharrirliğe adım attı. Müslümanların eksik olduğu
yayıncılığa yeni bir soluk getirmek için
Bedir Yayınevi’ni kurdu.
Adnan Menderes’in idam yıldönümünde kaleme aldığı “Zulümlerin en alçakçası kanunların
gölgesinde yapılandır” başlıklı yazı nedeniyle tutuklanarak, hapse mahkûm
edildi. Yarım asrı aşan gazetecilik hayatının önemli bir bölümünü mahkeme
salonu ve cezaevlerinde geçirecek olan Mehmed Şevket Eygi için mücadele daha
yeni başlıyordu.
Yayın yapmanın, statükoya karşı durmanın, totaliter fikir
yapısı içinde yeni bir özgürlük ve özgür bir düşünceyi hayata geçirmenin en zor
olduğu dönemlerde sahibi olduğu Bugün
ve Babıali’de Sabah gazeteleriyle
yeni bir çığır açıyordu.
Camilerde cemaatle sabah namazı kılma geleneğini başlatıyor,
on binlerce Müslümanın Sultanahmet Camii’de dua edip kulluk ve kardeşlik
bilincinin gelişmesine vesile oluyordu. “Kısık
Sesler”in sesini yükseltmesine tahammülü olmayanlar tarafından gazeteleri
süresiz kapatılıyor, o da çareyi yurt dışına çıkmakta buluyordu.
Hac vazifesi yapmak üzere Suudi Arabistan’a gittiğinde,
hakkında başta Amerikan 6. Filosu’nun İstanbul’a demirlemesinin protesto
edildiği ve tarihe “Kanlı Pazar”
olarak geçen olayların kışkırtıcısı olmak üzere, birçok mesnetsiz suçlamadan
dolayı dava açıldı.
Suudi Arabistan, Ürdün, Lübnan ve Almanya’da 6 yıl süren
vatan hasreti, onun içinde onulmaz bir yaraydı ve bu yara hiçbir zaman
iyileşmedi. (Bu yarayı 2009 yılında “Adım
Adım Hac / Tevhid Yurduna Hicret” kitabını kaleme alırken, kendisinden bir
hatırat olarak talep etmiş, istemeye istemeye de olsa beni kırmamak adına o
günlerin acısını tekrar hissederek tarihe not düşmüştü.)
*
Tekrar en
başa dönelim…
Mehmed Şevket Eygi, bizim camianın en önemli fikir, aksiyon,
mütefekkir ve münevverlerinden olmasına rağmen köşesine çekilmiş âdeta münzevi bir
hayatı yaşıyordu. Bu dönemde sahibi olduğu Bedir Yayınevi’ne uğruyor, toplumun
genelinin dikkatini çekmeyen, fakat ilgilisinin merakla beklediği birbirinden
değerli İslâmî eserler yayınlıyordu. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın
Mârifetnâme’sinden tutunda İmamı Şârânî’nin Evliyâlar Ansiklopedisi’ne, İmam
Gazali’nin Kimyâ-i Saâdetin’den tutunda Ebul-Leys-Semerkandi’nin Tenbîhü’l
Gâfilîn ve Bostanü’l Ârifîn kadar bir çok eser.
Eygi’nin 1970’li yıllarda Millî Görüş lideri Prof. Dr.
Necmeddin Erbakan’a çok sert eleştirilerde bulunmasına rağmen, Millî Gazete’de
yazma talebi hoca tarafından memnuniyetle karşılandı.
Ekrem abi Millî Gazete’nin ikinci sayfasında yazmaya
başlayacak olan sermuharrir Eygi’nin titizliğinden bahsedince, “hapı yuttuk” dedim.
Gerçekten de dediği gibi çıktı.
Adam titizlik abidesi!..
Türünün son örneği!..
Yazıları her gün muntazaman bendeniz, tashih servisi ve
Ekrem Kızıltaş olmak üzere en az üç defa okunur öyle baskıya girerdi. Yazının
neşriyle birlikte eğer o gün yazıda tashih varsa benden başlayan serzeniş ve
fırça faslı Ekrem abiye kadar uzanırdı.
Her gün ortalama üç-dört A4 kağıdına Erica marka
daktilosuyla kaleme aldığı yazılarını faksla geçerdi. Yazıları genellikle gece
geçtiği için yoğun faks trafiğinden dolayı rulodaki kağıtların bitmesi
genellikle Eygi’nin yazılarına denk gelirdi.
Haydi sıkıyorsa ara!..
Fakat çare yok aranacak!..
Baktıki her gün aynı hikâye, yavaş yavaş o da alıştı!..
Fakat en sıkıntılı durum elektrik kesintisi ve kendisine
ulaşılamamasıydı. Bu durumlarda ikinci adres olarak Bedir Yayınevi’nden Mürsel
veya Ömer beye ulaşılır, sonra da Orhan Hekim veya Selman Görükoğlu,
Sultanahmet’in yolunu tutardı. Evinin kapısını çalana kendi elleriyle seramik
çaydanlıkta hazırladığı özel çaydan ikram ederdi. Beslediği kediler onun en sâdık dostlarıydı. (Öyle ki, vasiyette
bulunacak kadar.)
Millî Gazete, Milli Görüş camiasının gözü, kulağı, sesi,
dünyaya açılan penceresiydi belki, fakat Eygi’nin yazmaya başlamasıyla birlikte
okur kitlesinde büyük bir açılım yaşanmaya başladı. Medyanın “dördüncü kuvvet” olduğu o dönemde,
kendine has takipçileri oluştu. Yazıları hemen hemen her kesinden insanın
ilgisini çekiyordu; özellikle de dava açmak için fırsat kollayan Devlet
Güvenlik Mahkemeleri’nin.
1990’larda internet dolayısıyla da e-mail ve sosyal medya
olmadığı için iletişim mektup, faks ve telefon kanalıyla sağlanıyordu. Eygi
okurdan en çok mektup alan yazardı. Mektuplar kendisine ulaştırılır, o da değer
bulduğu mektuplara zaman zaman yazılarıyla cevap verirdi. (O dönemde Mehmet Ertuğrul
Düzdağ okuyuculardan mektup gelip gelmediğini sormuş, bende “hocam bizim okurlar sevdiğini belli etmez”
diyerek durumu kurtarmaya çalışsam da yazmayı bırakmasına mâni olamamıştım.)
Teknoloji düşmanı değildi, fakat bilgisayar ve cep
telefonuna pek sıcak bakmazdı. (Ekrem abi, Eygi’yi cep telefonu ve bilgisayara
ancak 2000’li yıllardan sonra ikna edebildi.)
60’lı yılların arabalarına hastaydı!.. Fakat Şile’deki taş
evine giderken öve öve bitiremediği bu arabalar genellikle kendisini yolda bırakırdı.
En büyük zevki sahafları gezip kitap almak, pazara düşen estetik
giysileri bulup şık giyinmekti. Ayrıca Çukurcuma’daki antikacıları gezip hat,
tezhip, ebru sanatlarının nadide eserlerini edinmek onu yitik hazinesini bulmuş
gibi sevindirdi.
Hep yitik hazinelerimizin peşinde koştu; buldu, çıkardı ve
paylaştı.
Müslümanların köylülükten kurtulmasının yegâne çıkış yolunun
tarih, ilim, estetik, kültür ve sanatla hemhal olmalarından geçtiğini ifade
ederdi. İşin ehemmiyetini daha iyi anlatabilmek için “Osmanlıca bilmeyen adam değildir” ifadesini kullanırdı.
Özellikle de âdâb-ı
muâşeret kurallarına çok önem verirdi.
Mesala onu telefonla aradığınızda 3’ten fazla çaldırdıysanız,
bunu görgüsüzlük, saygısızlık addederdi. Ve o telefonu genellikle açmazdı.
*
Eygi, Erbakan hocanın jestine karşılık 28 yıl boyunca yazdığı
yazılardan hiç telif ücreti almayarak “pazara
kadar değil, mezara kadar” Millî Gazete’de yazmaya devam etti.
Türkiye’nin en özgür yazarıydı. “Dönmeler” meselesini gündeme getirip, tartışmaya açan yazılarıyla o
dönemlerde gündemi bayağı meşgul etmiş, insanlar toplumu oluşturan demografik
yapıya dair ince detaylara vâkıf oldu. Benim bulunduğum dönemde hiçbir yazısına,
bir kelimesine dahi müdahale edilmedi. Tâ ki, “Uyarıldım!..” (4 Kasım 2008) yazısını kaleme alana kadar. Eygi’nin,
Fethullah Gülen Cemaati’nin ABD ve siyonistler ile ilişkilerini, “dinlerarası
diyalog” çalışmalarını ise “din dışı”
olduğunu yazması bardağı taşırma noktasına getirdi. Kimsenin haklarında olumsuz
bir cümle yazmaya bile cesaret edemediği dönemde “Fetullah Gülen ve Cemaat” gerçeğini ifşâ eden yazılar kaleme almasından
dolayı 3 veya 4 ay kadar yazılarına ara vermek zorunda kaldı.
“Takvimden Yapraklar”da
haftanın 7 günü hiç yorulmadan, bildiği doğru yoldan şaşmadan Müslümanlara
seslendi. Uyardı, uyardı, uyardı. 12
Temmuz 2019’da son nefesine kadar.
Benim tanıdığım “Son
Osmanlı Beyefendisi”ydi.
Fatih Camii’ndeki cenaze namazını müteakip Diyanet İşleri Başkanı
Ali Erbaş’ın ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğanın yaptığı tezkiye ve binlerce
insanın hüsn-ü şehadeti onun iyi bir Müslüman olduğuna delildi.
Rahmetli yaşıyor olsaydı, sayın cumhurbaşkanının yaptığı
konuşmada dil sürçmesi ile de olsa Mehmed Şevki beyefendi diye hitap etmesine “aman efendim benim ismim Şevki değil,
Şevket” diye müdahale eder, düzenleme gereği duyardı.
Ruhu şâd, mekânı Cennet, makâmı âlî olsun.