Doğduğu yer insanın cennetidir
Ali Kemal Temizer beyefendi, ilim, bilim ve gönül deryasında “mürekkep yalayan” kalem ve kelâm erbâblarının “Beyan”larından oluşan eserleri okurlarla buluşturmaya devam ediyor.
*
Geçtiğimiz günlerde “Yolun Bittiği Yerde” masama bırakılmış görünce, kendimi “hayrola” demekten alamadım. Uzun süredir piyasada gözükmeyen Muhsin Kızılkaya, “Yolun Bittiği Yerde”yle karşımda duruyor.
Eserin sayfalarını çevirdikçe, satırlar arasında gezindikçe, Kürtçe telaffuzlara takıldıkça gönül tellerim titriyor. Bazen insanın lisânı, hâlidir. Hâlden anlayınca bütün sır perdeleri aralanır.
Hani entelektüellerin kullandığı “metafor” kavramı var ya, onun “Anadolu İrfanı”yla yoğrulmuş hikâyesini Muhsin Kızılkaya cümlelere döktükçe, insan “Yolun Bittiği Yer”e değil, tâ en başına gidiyor. Hiç gitmediği, görmediği yerlerde gezinip mâziyle âti arasında medcezirler yaşıyor.
Madem ki “‘Yolun Bittiği Yerde’yiz, ötesine bakmaya gerek yok" deyip kestirip atmayın ha!.. Bu öyle bir hikâye ki kısa yaşayıp uzun ölenlerin, güneş toplamaya giden çocukların hikâyesi...
SÜRGÜNLERİN ÖDÜLE DÖNÜŞTÜĞÜ YER...
Çocukluk bu ya, yaşadığı yeri dünyanın merkezi, hatta Cenneti zannedermiş... Ve bütün yollar yaşadığı güzel yerde bitermiş...
Böyle olunca da evvel zaman içinde Hakkâri’de yaşayan ahali; Zap Vadisi’nin virajlı, dolambaçlı ve de tehlikeli yolları aşıp “ayakkabıların çıkarıldığı eşik”ten (Serê Solan) tozu dumana katarak gelen otobüsten inen “sürgün” memurları hoş etmek için ellerinden geldiğince bütün misafirperverliklerini sergilermiş... Gel zaman, git zaman “devlet baba"nın sürdüğü insanların bînâçarlıkları, gördükleri ilgiyle ödüle dönüşürmüş...
Neden mi?.. Çünkü yolun bittiği bu şehir, memleketin en sakin, en huzurlu, en ucuz, en neşeli yerlerinin başında geliyormuş... Düşünsenize sürgün edildiğiniz küçücük şehirde otobüsten iner inmez, tanımadığınız bir insan sizi evinde misafir ediyor. İstifa dilekçesi cebinizde geldiğiniz, lokantası olmayan, oteli bulunmayan bu şehirde, “insanlık ölmemiş" dedirtenler yaşıyor. Böyle sürgüne can kurban!..
Hem de “dağların şehri” Hakkâri’de öyle mi?.. Öyle ya, Hakkâri’de... Sadece Hakkâri’de mi, Anadolu’nun her yerinde eskiden böyleydi... Böyle olunca; varsın yol burada bitsindi, buradan öteye yol gitmesindi...
Bir zamanlar “sevmekle başlar her şey” diyen Sait Faik’in sözünden bîhaber hâlde burada hayata süren insanların “Cennet”iydi bu şehir...
İşte bu şehre ilk defa “okul okumak” için Çukurca’nın Cevizli köyünden gelen Muhsin, öyle bir betimleme yapıyor ki, insan anlatılanların tanıklığından sıyrılıp tayy-i zaman ve mekânlara avdet ediyor. Her gün biraz daha “beton tarlası”na dönüştürülen, her gün biraz daha demografisi bozulan, kendi insanına yabancılaştırılan Dersaadet'te yaşıyorsa, nasıl etmesin ki...
HAYALİNE DALDIĞI ŞEHİRDE YÜRÜYEN ÇOCUK...
Binaların ağaçlardan alçak olduğu, etrafını dağlardan şehre inen akşam alacasının insanı çepeçevre sardığı, şehrin doğanın içinde kaybolduğu, floresan lambaların her yeri rengârenk ışığa boğduğu, hiçbir misafirin otelde konaklamadığı, herkesin evinin kendisinin olduğu, hiçbir kapının kilitlenmediği ve Muhsin'in ilk kez anasının kucağında, katır sırtında geldiği şehirden bahsediyoruz...
Düşünsenize hayaline daldığınız şehir bütün gerçekliğiyle karşınızda... Önünüzde çarşı, arkanızda şehrin muhafızı Sümbül Dağı... Kesme taşlarla döşeli şehrin tek caddesindeki sağlı sollu binalar ağaç dallarının altında gölgelenirken, sıra sıra dizilen dükkânlarda her şey satılıyor, ama her şey... Kazma sapı mı istersin, dükkânın önüne konmuş kasalarda rengârenk meyve mi, bisküvi mi, lokum mu kendi çapında olabildiğince her şey...
Muhsin adıyla müsemma iyiler iyisi, ağzı süt kokan bir çocuk... Para denilen şeyi nereden bilsin!.. Cadde boyunca tezgâhlarda gördüğü her şeyi kendisinin sanıyor!.. Önünde durduğu ilk tezgâhtan “ekşi elmalar”ı aldığı gibi koynuna boca ediyor... Ve suratına ansızın aşk edilen şamarla “çocukluk cenneti”nden kovuluyor!.. Masumiyet karinesiyle yaşadığı köyünün gurbete dönüştüğü, sevincin yerini hüznün kapladığı, dahası yaptığı şeyin “hırsızlık” olduğunu ilk o gün öğreniyor!..
İşte coşkun coşkun akan ırmağın kenarındaki Cevizli köyündeyken düşünde gördüğü şehir, o gün Muhsin çocuğun kanına girip, kendine meftun eyliyor... Lale Sineması’yla, süt kokan dondurmasıyla, ışıl ışıl vitrinleriyle, çatılı binalarıyla, pastanesiyle, postanesiyle, kapısında sepet sepet meyve bulunan dükkânlarıyla, vitrininde görmediği yemeklerin sergilendiği lokantasıyla, rengârenk florasan lambalarıyla, karpuz sergileriyle aklını alıyor!..
AYNI PINARLARDAN SU İÇENLERİN HİKÂYESİ...
O zaman “dağlar şehri” Hakkâri’nin nüfusu on binin altında... Belediye binası iki katlı şirin bir evden mülhem... Belediye Başkanı ise Yılmaz Erdoğan’ın “Vizontele” ve “Ekşi Elmalar” filmlerine konu ettiği dedesi Adalet Partili Sait Atay (*).
Yılmaz Erdoğan demişken... Nerede, ne zaman, ne yapacağı belli olmayan enteresan bir insandan bahsediyoruz...
Mahallenin bıçkın delikanlısı “Mükremin Çıtır” tiplemesiyle belleklere kazınan da o, Vizontele filminde “Peki Zeki Müren de bizi görecek mi?..” repliğini patlatan da, “Yeni bir sayfada sana bakmak” isimli şiirini yazan da o, yazıp oynadığı “İnci Taneleri” dizisinde araya ahlâka mugayir sahneleri sıkıştırıp reyting sihirbazlığı yapan da...
Dedik ya, Yılmaz Erdoğan(**) enteresan bir insan...
Neyse mevzudan uzaklaşıp, konuyu sabote etmeyelim!..
Bu hikâye aynı pınarlardan su içen insanların hikâyesi... Bir tarafta Kızılkayalar, diğer tarafta Erdoğanlar; mayalarına işleyen toprakların, kana kana içtikleri suların, bol oksijenli havanın ruhlarında oluşturduğu izdüşümleri paylaşmaya devam ediyor...
GÜLEREŞ BABA TÜRBESİ’NDEN DESTUR...
Nerede kalmıştık!?..
Hakkâri’nin en görkemli sarı badanalı hükümet konağında, Meydan Medresesi’nde, destur alınarak şehre girilen Gülereş Baba Türbesi’nde (burada girizgâhı yapılan ve İbn Battûta’nın “Seyahatnâmesi”ne konu olan Edhem’in “helallik hikâyesi” insanın ruhunu sarsıyor), şehri her daim gözetleyen kartal yuvasını andıran Çölemerik Kalesi’nde, dibine Kur’an düşse okunan berrak sularda, zamanın behrinde İstanbul’da milyar harcanarak Boğaz Köprüsü yapılırken insanların Zap Suyu’ndan telle geçtiği yerde, “Öksüz” filminin çekildiği doğal platoda, karı eksik olmayan saklı cennet Cilo Dağları’nda, güneş toplamaya giden çocukların yurdunda, yayık yayan kadınların türküler söylediği yaylalarda, halayların sağa değil de sola doğru çekildiği düğünlerde, velhâsıl kelâm herkesin kavga, kin ve nefretten beri mutluca yaşadığı şehirde...
“O kadar da değil...” demekte haklısınız, zira “sağcılık-solculuk” ilk defa Hakkâri’de ortaya çıkmış fi tarihinde ve öyle yayılmış dünyaya. “Ama Fransız Devrimi” falan demeye kalkmayın Muhsin bu konuda çok ciddi, latîfesine bile tahammülü yok!.. Delili de Hakkâri Miri Zeynel Bey’in eşi Bosnalı Hanım.
HUZURUN ŞEHRİ KAN REVAN İÇİNDE...
İşte hastanesi, futbol sahası, kültür merkezi olmayan bu şehre devlet 70'lerde “yatırım” kararı alır. Şehrin tam ortasına uzun, upuzun bir hapishane yapar. Kimsenin kimseyle kavga etmediği, birbirini katletmediği Türkiye’nin en huzurlu şehrine yapılan bu hapishaneyle güzel günler sırra kadem basar. Eline silah alanlar, günahsız şehrin kalbine sıktıkları kurşunlarla her yeri kan revân içinde bırakır. Tertemiz şehir kanla kirlenir. Çocukluklar orada, o kirin, o pasın, o kanın içinde kalır...
90’lı yılların ortasında bölgeyi kuşatan terör belası yüzünden devlet köyleri birer birer boşaltır. Anılarını, ölülerini köyünde bırakanlar, şehre göçer. Gittikleri yere travmalarını, sıkıntılarını, dertlerini, çaresizliklerini, yoksulluklarını, paramparça olmuş ve fesada uğramış ruhlarıyla birlikte nefes alıp verme telaşında olan canlarını götürür. Çocuklar nefretin sevgiyi boğduğu netameli bir ortamda hayata adım atar. Çocukluklarını yaşamaya fırsat vermeyen silahların gölgesinde, sevgisiz, renksiz bir dünyada gözyaşlarını içine akıtarak büyür...
Kimileri uğradığı haksızlıklara rağmen “Hasbunallahu ve ni’mel vekîl ni’mel Mevlâ ve ni’me’n nasîr” teslimiyetiyle Muhsin olur... Kimileri “dağların çocukları" tuzağına çekilerek kardeş kanı döker...
ÖYLE BİR ÖZLEM Kİ TARİFİ MÜMKÜN DEĞİL
On binlik yere, yüz bin insan sığınır... O güzelim şehir göç dalgalarıyla târûmar olur... Bu ağır yükü kaldıramaz, altında kalır, beli bükülür ve acı çeke çeke sekerata düşer...
Çocuklukların yasemin kokan Cennet’i, yavaş yavaş Cehennem’e dönüşür... Dönüşür dönüşmesine amma insanın çocukluğu nerede geçmişse, Cenneti orasıdır... Yaşadığı sürece, nereye giderse gitsin, o Cennet peşini asla bırakmaz, her daim arkasından gelir. Tâ ki aslına rücû edip, toprağa düşene kadar...
Muhsin Kızılkaya, liseden sonra sudan çıkmış balık misâli “lâl” bir hâlde (1987’de İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü okumak için) terk etmek zorunda kaldığı “Yolun Bittiği Yer”i, yani Hakkâri'yi, yani çocukluğunun Cenneti'ni, yani adı gibi iyiliksever olabilmeyi, yani temiz kalabilme erdemini hiç unutamamış... Memleket hasretiyle arkasına her dönüp baktığında hep geldiği o toprakların silüetini görmüş, davetkâr sesini işitmiş... Eline kalemi her alışında; hayatla hesaplaşmayı, ömrünün özünü geçirdiği şehrin kokusunu, rengini, sesini mürekkebinde hissetmiş... Köylerinde doğan her çocuğun isim annesi annesinin anahtarını kuşağında sakladığı sandığının derinliklerinde saklı cennet kokulu anılara değmiş... 102’sinde Rahmet-i Rahmân’a kavuşan Ayşe “Dadê”ye olan hasretini anlatmış... Bir kez daha anlıyoruz ki, çocuk anneden uzaksa içinde bir özlem, anne çocuktan uzaksa içinde bir ceset gezermiş...
Gazeteci, yazar, âkil insan, 25. dönem milletvekili ve dahi iflah olmaz bir çay tiryakisi Muhsin Kızılkaya (1934’te Soyadı Kanunu’nda memur bey babaya senin soy ismin “Soğan” olsun der. Baba araştırıp, soruşturduktan sonra memurun odasını basıp, “Soğan babandır” diye ortalığı birbirine katınca, memur pencereden çâresizce başını uzatıp batmakta olan güneşin kızıl bir renge büründüğü kayaya bakarken aradığı kelimeyi bulur: Kızılkaya. Muhsin, işte bu babanın 80’inde 3 İngiliz kurşununun yarasının kabuk bağlamış 3 iziyle vefat ettiğinde hem yetim hem de öksüz kalır) varoluş hikâyesinin başladığı, çileyle yoğrulmuş gönül heybesinde biriktirdiği hayata dair ne varsa Beyan Yayınları’ndan çıkan “Yolun Bittiği Yerde” paylaşmış...
*
Ve bugün... Fitne hâlâ yarım uykuda; dem bu demdir deyip huzuru tehdit ediyor. Hakkâri kan ve gözyaşı değil; zamanın behrinde olduğu gibi “baharın salavatı” gül, lale, sümbül, yasemin kokan uhulet ve suhuletli günlerini arıyor. Kim bilir, belki o günler filmlerdeki gibi yeniden gelir. Kardeşlik türküleri Sümbül, Mere, Kisara, Suppa Durek, Köşedireği, Beridalo, Yekboy, Samur, Gare, Sat, Gevaroki, Karadağ, Cilo Dağları’ndan; Nordüz, Mirgezer, Mendin, Feraşin Platoları’ndan; Berçalan, Mergan, Bala, Golan, Meydan Belek, Cilo, Sat Yaylaları’ndan; Zap, Nehil, Hacıbey, Şemdinli, Avarobaşin Vadileri’nden; İstiklâl, Sümbül, Gençlik Caddeleri’nden; Yüksekova’dan, Şemdinli’den, Çukurca’dan, Derecik’den dalga dalga her yere yayılır. Zılgıtların yerini çocuklarının gülücükleri alır...
Vesselâm.
**********
(*) Sait Atay; geriye doğru taranan simsiyah saçları, kalın çerçeveli gözlüğü, rengârenk kravatı, markalı takım elbisesi, ince bıyığı ve şıklığıyla girdiği her ortamda dikkat çeken kendine münhasır bir kişilikmiş. Adalet Partisi’nden 1963 ve 1977 yıllarında iki dönem Hakkâri belediye başkanlığı görevinde bulunmuş. Üçüncüsünü denemiş, olamamış. Amma yine de herkes ona “Reis Bey” demeye devam etmiş. Her ne kadar sert mizaçlı bir adam olarak bilinse de ağaçlara olan sevgisi öyle ileri derecedeymiş ki, zaman zaman oturup onlarla dertleşirmiş. Aynı zamanda sadece ekşi elmaları aşılayıp tatlı elmalara dönüştürmekle kalmayıp; diktiği ağaçlarla bataklığı kurutup, şehrin yamaçlarına teleferik yapma hayali kuran ufku geniş biriymiş. 1980 Darbesi’ni izleyen yıllarda PKK terörünün iyice azıp Hakkâri’nin merkezine inmesiyle huzuru kaçan “Reis Bey” Antalya’ya göç etmiş. Gün gelmiş, torunu Yılmaz Erdoğan dedesinin bu renkli kişiliğinden ilham alarak hem “Vizontele”, hem de “Ekşi Elmalar” filmini çekmiş. Hakkâri’nin ve dahi Antalya’nın bu renkli siması tarihler 19 Mayıs 2015’i gösterirken 89 yaşında vefat etmiş. Terk-i diyâr eylediği doğup büyüdüğü topraklara değil, gurbeti olan huzur bulduğu Antalya'ya defnedilmiş. Ruhun şâd olsun “Reis Bey”.
**********
(**)Hatırladığım kadarıyla Yılmaz Erdoğan 2012 yılında bir sinema dergisinin Mayıs sayısında yayımlanan röportajının bir bölümünde, “Türkiye’deki bir sette günde beş kez ezan için durursun, ‘Aziz Allah’ dersin, beklersin, çay içersin ama filmde duyulmaz o ezan…” serzenişiyle gündem olmuştu. Bu serzeniş popüler birinin ağzından dökülünce, “ezanda kulağı, namazda gözü olmayanlar” ahkâm kesmeye başlamıştı. Erdoğan’ı eleştirmek ve desteklemek için onca laf edilmiş, onca yazı serdedilmişti. Birkaçı müstesna, çoğunluğu yazmak için yazılmış, söylenmek için söylenmiş şeylerdi. Oysa Erdoğan’ın “yeni bir sayfada sana bakmak” isimli şiirine bir göz atsalardı, bu serzenişin Erdoğan’ın içinde kopan fırtınaların dışavurumu olduğunu görürlerdi. Dalkavukluk benzetmesi yapanlar yutkunur, belki de utanırdı. Bırakın “filmlerde duyulmayan ezan sesleri”ni, bu ülkede hâlâ okunan ezandan rahatsız olup suç duyurusunda bulunan “Müslüman”lar var.