Cihan Hükümdarını Huzura Kabul Etmeyen Şeyh
Bizim medeniyetimizde mezar taşları sadece kimlik bilgilerinin yer aldığı bir vesika değildir. Sanat eseri özelliği taşıyan üzerlerindeki kabartmalar, motifler, oymalar, kitabeler ve yazılarla tarihe ışık tutan abidevî şaheserlerdir. Bezemeleriyle, şekilleriyle, yazı çeşitleriyle, manzum ve mensur metinleriyle, kadın ve erkeğe dair toplumsal, ekonomik, zihinsel, kültürel, siyasî olgulara dairmim koyulduğu tarihi belgelerdir.
Medeniyetimizin tapu kayıtları olan
mezar taşları, herkesin bir gün fani olacağının simge ve sembolüdür. Açık hava
müzelerini andıran mezar taşları ve mezarlıklarımız, geçmişimizle kurduğumuz
köprünün en önemli ayaklarından biridir. Dahası milletlerin hafızasıdır.
Hafızalarını kaybeden milletler; şahsiyetlerini, geçmişle bağlarını, kısacası
kimliklerini kaybetmeye mahkûmdur. İstanbul’un fethinde sokak muharebeleri
sırasında şehid düşen fetih askerlerinin kabirleri de, İstanbul şehrinin içinde
açan cennet bahçeleri gibi şehrin kalabalığı içinde sokakların, caddelerin,
evlerin arasına serpilmiş gibidir.
Bu şehir-i İstanbul ki gülden mülhem;
en çok da kabirde yatanları. Ne söylesek, ne kadar anlarsak az. Az kalır
anlattıklarımız; cehaletimizi yine onlar örter, eksik kaldığımızda. İmdadımıza
yetişirler kelimeler gönlümüzde sıkışıp, dilimizde düğümlendiğinde.
Mezar taşları geçmişten geleceğe “Hiç şüphesiz her nefis ölümü tadacaktır.
Biz insanları bir imtihan olarak iyilikle de, kötülükle de sınıyoruz. Sonra
bize döndürülecekseniz”i fısıldar sessizce. Makamların, malların önünüze
serilen geçici güzelliklerin eşliğinde. Sevilecek kadar sevmeyi öğütler, gök
kubbenin altında, berzah âleminde iki kapılı handan geçenler.
Yeni bir âlemden ibaret her şey
burada; gözlerin göremediği, herkesin erişemediği bir makam. Hiçbir kulağın
duyamadığı, hiçbir nefsin tadamadığı, sadece amellerin hissettiği meydan.
Malın, mülkün para etmediği, gurbetin sona erdiği mekân. Saatlerin ebediyen durduğu,
küçük hesapların dürülüp, büyük hesabın önümüze serildiği sonsuzluk yurdu. Madem
böyle, neden vefadan âzâd ederiz ruhlarımızı, neden?!..
Vefa; âşığın mâşukuna,
davaadamınındavasınabütünzorluklararağmensâdıkkalabilmesidir.Vefa;
sevgide bıkkınlık göstermemek, ihtiyaç halinde “Hızır gibi yetişebilmek”tir. Vefa;dikenlere direnerek,
dost ikliminde boy atan gül olmaktır. Vefa; aşktır. Aşk vefa, vefa ise iman ister.
***
VEFA, VEFASIZLIK
KURBANI!..
Vefa Caddesi’nde ilerlerken hayıflanıyoruz. Semt,
sanki vefasızlıkların semti olmuş. Tarihimize dair ne varsa sendelemiş, kalkmak
için vefalı birilerini arıyor; Şeyh Ebûl Vefâ gibi birini. Çaresizlik içinde
vefanın merkezine, gönüllerin menziline Şeyh Ebûl Vefâ Hazretlerine yürüyoruz.
Arkada bıraktığımız her adımda, “Ölülerine kıymet vermeyenler,
dirilerine sahip çıkamazlar” düsturu Vefa semtinde ne kadar da az
hissettiriyor kendini.
Bir mekâna, o mekânın içinde yeniden
diriliş gününü bekleyenlerin makamına dalıyoruz. Korkuyor insan, ulu bir makama
avdet etmenin taaccübü içinde. Kolay mı, İstanbul’u fetheden kumandanın destur
alıp giremediği huzura elini kolunu sallayarak girebilmek. Kolay mı, ilim ve
gönül deryası Şeyh Ebûl Vefâ’nın ruhaniyetine kırık dökük cümlelerle dua
edebilmek. Kolay mı, Muslihuddîn Ebûl Vefâ’nın sırlarına vâkıf olabilmek.
Dua âleminde geziniyor, veliler topluluğunu ziyarete
gelenler. Gözler yaşlı, gönüller gâmlı. Havayı bir misk-i amber kaplıyor, öne
düşen başları bir pîr-i fâni okşuyor. Anlat diyor, türbedara; ziyaretimize
gelenlere ikrâm et bize dair bildiklerini.
“Muslihuddîn Ebû lVefâ, mânâ ehlinin,
evliyânın uyduğu kimsedir, / Mezarının toprağı, âşıkların gözlerine
sürmedir”beyitinin yazılı olduğu pencereden sızan
hüzme eşliğinde sararmış sayfalar birer birer açılıyor. Dünya durdukça asla
silinmeyecek cümleler aniden canlanıp “hayat sahnesi”nde perde
diyor.
*
BU ŞEHRİN MÂNEVİ
FETİHLERE DE İHTİYACI VAR
İstanbul önlerinde bir genç hükümdar, “Ya ben İstanbul’u
alırım, ya İstanbul beni” diyor. Diğer ilim ve mâneviyat önderleri
gibi EbûlVefâ da bu genç kumandanın arkasından yürüyor. Fetih
gerçekleşiyor, “İstanbul elbet feth olunacaktır. Onu fetheden komutan
ne güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur” müjdesine nail
olunuyor. EbûlVefâ yol hazırlıklarına başlıyor, fakat eline bir rica mektubu
tutuşturuluyor: “Gitme, kal; bu şehrin mânevi fetihlere de ihtiyacı
var.” Gönüller Sultanı, İstanbul’un Sultanını kıramıyor. Rumların
yoğun olduğu semte dergâhını kuruyor. Her inançtan, her seviyeden insana
kapılarını açıyor, iyilikte ve ikramda asla geri durmuyor. Müslüman-gayrimüslim
ayrımı yapmaksızın herkese tebliğ mükellefiyetini Peygamber üslubuyla yerine
getiriyor. Sâde yaşamı, yardım severliği, hoş sohbeti; gönüllerde taht
kurmasını sağlıyor.
CİHAN SULTANI HUZUR ARIYOR
Bütün bunlar yaşanırken, İstanbul’un fatihi
Sultan Mehmed Han mânâ önderlerinin sohbetlerinde huzur arıyor. Akşemseddin,
Molla Gürani ve Molla Zeyrek’in ilim meclislerinde ruhunu doyurmaya çalışıyor. Bunlar yetmiyor,
gönlüne Şeyh Ebûl Vefâ koru düşüyor. Adına külliye yaptırıyor.
[Bazı kaynaklarda Şeyh Ebûl Vefâ Külliyesi’nin tamamının
Sultân Bâyezîd-i Velî tarafından yaptırıldığı ifade edilse de, Evliyâ Çelebî, Seyahatnâme’sinin
birinci cildinde, “Bu câmi’i-i selâtîniEbu’l-Feth Sultan Muhammed binâ etmişdür.
Bir tabaka minaresi, haremi, medresesi ve imâreti ve hammamı vardır” ifadesi
kullanmıştır. Buradaki hankâh ve medrese, cami, imâret, hamam, çeşme, çilehâne Zeyniyye
tarikatı meşâyihinden Şeyh Vefâ Muslihuddîn Mustafa için yaptırılmıştır. Ayrıca
bu bilgilere Fatih Vakfiyesi’nde de yer verilmiştir. Fakat bir sıra taş üç sıra
tuğla ile inşa edilmiş kirpi saçaklı, ahşap çatılı türbenin Şeyh Ebûl Vefâ vefatının akabinde Sultan Bâyezîd-i
Velî tarafından yaptırıldığı kesindir. Şeyh Vefâhankâh ve medresesinin ise, 2.
Bayezîd devri eseri olduğu bazı kaynakta ifade edilmektedir.]
Fatih Sultan Mehmed, Şems’in Mevlânâ’yı yakması gibi yanıyor. Bu
muhabbetten haberdar olan Şeyh Ebûl Vefâ,
Fatih’e karşı büyük bir sevgi besliyor. Yüzünü bir kere dahi görmemesine rağmen,
ona geceler boyu dualar ediyor. Ortaçağ’ı kapatıp,
Yeniçağ’ı açan genç Sultan’ı güçlü tasarrufu ile kuşatıp, onamanevizırholuyor.CihanSultanıFatihhimmetiniiliklerinekadarhissettiren,
rüyâlarını
süsleyen bu velinin hasretine dayanamayıp ziyarete etmeye karar veriyor.
FATİH, ŞEYH EBÛL VEFÂ’YI AĞLATIYOR
Yanına muhafızları ve lâlası Zağanos Paşa’yı
da alarak Şeyh EbûlVefâ’yı ziyarete gidiyor. Muhafızlar, şeyhin müridlerine
hünkârın dergâhın önünde olduğunu haber veriyor. Şeyh EbûlVefâ Hazretleri,
kapısına kadar gelen hasretlisiyle görüşmeyeceğini bildiriyor.
Müridler şaşkın bir vaziyette huzurdan ayrılıp, dergâhın önünde
beklemekte olan misafirlere ulaşıyor. Karşılarında sanki Cihan Sultanı değil;
şeyhine teslim olmaya gelmiş bir derviş duruyor. Bütün rütbe ve makamlardan
arınmış, el bağlayıp boyun bükmüş içerden gelecek daveti bekliyor. Müridler, bu
tablo karşısında diyeceklerini şaşırıyor. Fakat ârif olan anlıyor ve Zağanos
Paşa’ya dönüyor:“Gördünmü lâla,
kiminin bizim huzuru muzaliyakati yetmezken,
bizim gönül padişahının huzuruna liyakatimiz yetmez.
Lâyık oluncaya kadar beklemekten başka çaremiz yok.”
İstanbul’un aşılamayan surlarını aşan, çağ kapatıp çağ açan
cihan padişahı; gönüller sultanının kapısının önünden azarlanmış bir çocuk gibi
geri dönüyor.
Müridler dayanamayıp, hakikatı öğrenmek
için destur alıp şeyhinin huzuruna varıyor. Başlarını kaldırıp baktıklarında,
şeyhlerinin gözyaşlarının yanaklarından süzüldüğünü görüyor. Müridler yeni bir
şaşkınlık daha yaşıyor; hem padişahı dergâha kabul etmeyip, hem de gözyaşı
akıtmasına anlam veremiyor.
EbûlVefâ Hazretleri müridlerine durumu şöyle açıklıyor:“Mesuliyetten korktum.
Mizacı istikametinde dervişliği meyledip devlet işlerini gözardı eder
endişesine kapıldım. Âleme gönül sultanları kadar, cihan sultanları da
lâzımdır. Bilmezsiniz, benim ona meylim, onun bana ihtiyacı o derece fazladır
ki, bir an birbirimizi görecek olsak; o benden ayrılmak istemeyecek, ben de
ondan. İşte bu yüzden onunla görüşmek istemedim.”
AYRILIK MUSALLA TAŞINDA SON BULUYOR
Bu birbirini sevenlerin ayrılığı 3 Mayıs 1481’e
kadar devam ediyor. Ve birbirini Allah için seven iki dost bir musalla taşının
önünde buluşuyor. Artık onların buluşmalarını engelleyecek bir korku da
bulunmuyor. Cihan Sultanı musalla taşında, Şeyh Muslihiddin Ebûl Vefâ Hazretleri
sevdiğinin başında sonsuzluk âleminde buluşmak üzere helalleşiyor. Dergâhındaki
çile hânesine çekiliyor.
Türbedar ikramını bitiriyor. Ve biraz
önce açılan perdeler yavaşça kapanıyor.
[Şeyh EbûlVefâ Hazretleri bazı tasavvufî hususlara
sıkı sıkıya riayet ettiğinden yaşadığı dönemin Padişahlarıyla görüşmemiş. Bu
yüzden Fatih Sultan Mehmed kendisiyle görüşmek istediğinde reddetmiştir. Daha
sonra göreve gelen Sultan 2. Bayezîd ile de görüşmemiştir. Vefatında Sultan
Bâyezîd-i Velî cenazesine katılmış, yüzünü görmek için ısrar edince, yüzü
açılmıştır. Dolayısıyla Şeyh Ebûl Vefâ Hazretleri’nin
yüzünü ancak vefatından sonra görebilmiştir.]
KİM DER Kİ, BU KAPIDA CİHAN SULTANI
BEKLEDİ!..
Çilehânenin önünden geçerken, gönüller
sultanı
Şeyh EbûlVefâ Hazretleri kendini ne kadar da derinden hissettiriyor. Dünyalık
ne istese altın tepside sunulmak üzere kapının önünde âmâde duruyor. Fakat
bütün şaşaalardan yüz çevirip, önümüzde duran birkaç metrekarelik çile hâneyle
yetiniyor.
Şimdiki insanlar ise o kadar açgözlü, o
kadar vefâsız, o kadar tamahkârki; doymuyor. Her tarafta lanedilmiş, her
taraf köhne, her taraf izbe.Kim der ki, bu kapıda Fatih bekledi. Kim der ki,
Şeyh Ebûl Vefâ kapısına gelmiş hünkârı huzura kabul etmedi.
*
BU ESERLER NESİLDEN
NESİLE AKTARILMALI
Fatih Sultan Mehmed’in beklediği kapının yanındayız. Her şey
yıkılmış, hasarlı da olsa o kapı dimdik ayaktaydı. İçeride Gönüller Sultanı,
dışarıda Cihan Sultanı’nın beklediği kapının yıpranmışkilit taşı yıllarca“ha düştü, ha düşecek” pozisyonunda
kaldı. Mâziden âtiye taşıdığı hatırâları tekrar tekrar anlatmak içindireniyordu
ki; vefalı bir el uzanmayınca daha fazla dayanamayıp geçtiğimiz günlerde kilit
taşıyla birlikte diğer taşlar da yerle yeksân oldu.
Bu tür yıkımlara seyirci kalmak en hafif tâbirler tarihimize, kültürümüze,
sanatımıza dahası medeniyetimize vefâsızlıktır. Başka ülkelerde olsa bu simge
yapı cam fânûs içine alır, hâtırası nesilden nesile aktarılırdı. Fakat
vefasızlık iklimine teslim olmuşların vurdumduymazlığı yüzünden medeniyetimizin
simgeleri birer birer eksiliyor.
[1785 tarihini taşıyan tecdîd kitabesi
medresenin harap haldeki kapısı üzerinde yakın zamana kadar asılıymış. Fakat
2008 yılının Aralık ayında yağan şiddetli bir yağmur sonucu yere düşüp,
parçalara ayrılmış. Akabinde Vakıflar tarafından muhafazaya alınmış. Bu manzum
kitâbede şu ifadeler yer alıyormuş:
“Hazret-i Şeyh Vefâmürşid-i ashâb-ı
safâ,
Hâce-i Fâtih iken ya’ni o zât-ı yektâ,
Sevk idüpfâtih’i bu câmi’ ve bu
hânkahı,
Eylemişler o zamân himmet ile tarh u
binâ,
Hücreler olmışikensûhte-i ihrâk yine,
Himmet-i şâh Hamîd Hân ile oldıihyâ,
Düşdi dört beytletârîhRefî’â el-Hakk,
Ne güzel medrese hem tekye-i erbâb-ı
Vefâ.”
1792 kayıtlarında 16 hücresi olan
medrese zaman içinde bakımsızlık ve doğal sebeplerle yıkılmış, Âtıf Efendi
Kütüphanesi’nin arka tarafına düşen imâret ise harabeye dönüşmüş.Daha sonraki
dönemlerde medrese hücreleri yangın sonucu büyük zarar görmüş, 1870 yılında
cami ile medrese tekrar tamir edilmiş. İlerleyen yıllarda külliyeden geriye,
medresenin dış beden duvarları giriş kapısı ve kitâbesi, bazı temel bâkiyeleri,
caminin bazı temel duvarları, türbe, çilehânesi, hamamın duvar parçaları ile
imaretin üç duvarı ve hazire kalmış.
1994’te cami, eski planına uygun
olarak tekrar inşa edilmiş, türbe ve çilehâne ise tamir edilmiş. Ancak bu
tecdîdde, plana aykırı olarak, mihraptan çilehaneye açılması gereken kapı
açılmamış.] Kaynakça: Şeyh Vefâ Külliyesi, Müfid Yüksel
*
ŞEYH EBÛL VEFÂ KİMDİR?
Asıl adı Mustafa bin
Ahmed, lakabı Muslihiddîn olan Şeyh Ebûl Vefâ; Konya’da doğup,
İstanbul’da yaşadığı semte ismi verilen ilim ve gönül insanı. Adına “MüjdeliKomutan” ve oğlu Sultan Bâyezîd-iVelî tarafından cami/tevhid hâne,
medrese, hankah, çiftehamam, imaret, tabhâne, kütüphane, çeşme, hücre(çilehâne)vetürbedenoluşankülliyeyaptırılanGönüllerSultanı.8 Temmuz 1491’de
berzaha göçen Ebûl Vefâ,dualar arasında haşrolunacağı
günü bekliyor. Şeyh EbûlVefâ Türbesi’nde Şeyh Ebû’lVefâ Hazretleri’nin kız
kardeşi, Şeyh Ali Vefâyî Rumî, Şeyh Ebû’lVefâ Hazretleri, Şeyh Davûd-û Vefâyî
Rûmî, Şeyh Abdûllatîf Vefâyî Rûmî medfun bulunuyor.