Azîzân: Bir Çağrının Yankısı
Mülâkat: Kübra Aydın
Başında uzun bir giriş kısmı, sonunda kaynakçasıyla değişik bir tarzı var. Derdi olan bir ‘roman’… Bu açıkça görülüyor. Nasıl doğdu bir ‘roman’ yazma fikri?
‘Dünya Hayatı’ denen ömürler kesitinin, bütün insanlık tarihi adına bir bütün olarak ele alınması gerektiğini düşünüyorum. İhtisas alanları yok, dallar yok. İnsanın kemal mertebede yaratılış gayesini yerine getirerek dönem sonuna varması var. Bütünden parçaya doğru bir yürüyüş var. Bunun için kendi bütünlüğüne dair bir göz-kulak edinmesi, kabuğun içindekine dair konuşabilen bir akıl geliştirmesi gerekiyor. Bizde eğitim, gayesinden kopmuş durumda. Klasik edebiyat diyince akla gazel kaside geliyor mesela. Halbuki o iletişim dili üzerinden bir felsefe kurulmuş. Hayatı bütün olarak gören kâmil zatlar gelmiş ve insanı onaran fizik ve metafizik anayasaları o dil üzerinden yorumlamış. Dolayısıyla akademik bir çalışma ile roman veya her hangi bir anlatım türü arasında kalın çizgiler olmadığını düşünüyorum. Mesele temiz berrak şifalı bir su içmekse, bunu farklı kâseler yardımıyla yapabiliriz. Tabi ‘roman’ doğu literatüründe tartışmalı bir türdür. Cemil Meriç konuyu merkezine iade edecek şekilde yorumlamıştır. Batıda olduğu gibi ferdî ve toplumsal tedirginliklere bir tür hayalî çözüm arama yolu olarak rağbet görmüş bir tür olarak roman, doğunun ketûm, sözün usaresini söylemeyi bilen kültürlerine kullanışlı gelmemiş, onlar dertlerini başka formlarda dile dökmüştür.
Kitabın girişinde “ve sonra batılı çokbilmiş ‘yetişkinler’ doğulu saf ‘çocuklar’ın hikâyelerine el uzatmaya başladılar. İşte o zaman gazavat-namelerle büyümüş ‘Doğu’nun Oğulları’na cevap hakkı doğdu” diyorsunuz.
Evet, Sezai Karakoç’un köklü sembollerine dayandırarak konuyu böyle özetleyebiliriz. İslâm kültürüne ait gerek fennî gerek edebî matbuat, asırlar boyunca çiğnendi, tahrifata uğradı. Aslında kültürler arası geçişkenlikten daha tabi bir şey yok. Her topluluk illa ki mevcudu kendi idrakince anlayıp yorumlamaya çalışacak. Ve zamanı gelip öncü kurucu isimler sahne aldığında, tarihe aslî dokusuna uygun şekilde ayar verecekler.
Azîzân kitabı aslında neyi anlatıyor?
Öncelikle şunu söyleyeyim: Bir kitap bir gönülde hakiki bir yankı bulmadan yazar kitabını genel okura açmaz. O ‘bir kişi’lerin hürmetine açılır kapılar. Sizdeki bu samimi heyecan olmasa bu söyleşi de muhtemelen, vücut bulmayabilirdi. Burada ne gerçek anlatılıyor ne hayal. İkisinden de daha öncelikli bir şeyden söz edilmekte: Hataen veya kasten unutturulan bir şeyi uykusundan uyandırmak!
Öyleyse bu kitap, unuttuğumuz bir şeyi uykusundan uyandırmayı amaçlamakta…
Evet… Yanlış anlaşılmış veya unutmamız arzulanmış bir şeyi uykusundan uyandırmak; derdi bu. Maddi manevi dokusuyla muazzam, mutantan, muhterem, köklü bir geleneğe yaslandığımız; bize unutturulmaya çalışılan bu!.. Dışından bakıldığında, uzun yıllar önce olanlar hakkında bir hikâye gibi gelebilir anlatılanlar. Gerçekte ise bizimle alakalı bir şey anlatıyorum. Ayrıntılar pek de tanıdık gelmeyebilir. Yine de onların varlığını köklerimizde hissedebiliriz. Hani elimiz ayağımız uyuştuğunda, tekrar o azamızı hissettiğimizde sanki bize ait değilmiş gibi gelir bir an. Sebebi, son derece temel bir parçamız oluşundandır. Bu uyandırma süreci de son derece şifalıdır aslında. “Mihneti kendüye zevk etmedir âlemde hüner” diyen üst bakış açılarını düşünün. “Melâli anlamayan nesle âşina değiliz” denmiş. Şimdi melâli anlamayı geçtik, melâl kelimesini bile bilmiyoruz. Biz şifayı, bizi rahatlatan, gevşeten, acımızı dindiren şey olarak anlıyoruz. Halbuki şifa aradığımız dert ile eğer acıya dayanabilirsek şifa verecek olan şey aynı.
“Derman arardım derdime; derdim bana derman imiş” gibi mi?
Tam böyle! Diyelim hastalıklardan şifa bulmak istiyoruz. Çoğu zaman hastalıkların kendisi anlamsız kibrimizin şifası değil mi? Kaybetmekten korkuyoruz; kaybettiklerimiz değil mi bize kimsenin bizden alamayacağı şeyi bulduran? Demek ki derdimiz bize, eğer yüzleşmeye dayanabilirsek, özlemini çektiğimiz şeye nasıl ulaşacağımızı yani dermanımızı gösteriyor. Nedir özlemini çektiğimiz şey; hikâyemiz tam da bunu anlatıyor. Azîzân diyor ki: O anlamını bulmuş köklü gelenekle buluşmanın zamanı geldi. O olmadan, ipi kopmuş uçurtmalardan farkımız yok.
O zaman Azîzân, bir arayışın, bir uyanış çağrısının romanı…
Bizde var olan hep vardır. Açığa çıkması ise seçtiğimiz muhataplarla olur. Her zaman ödenmesi gereken bir bedel vardır. Bu bedel, benliğimizin dönüşümüne yani aslına ircasına razı oluşumuzdur. Bundan azıyla yola çıkamayız. Eksik olan şey, zaten kendimiziz. Dolayısıyla bu kitap, rahle-i tedrisine aldığı insanların her şeyine el koyan ve karşılığında hiçbir şey va’detmeyen insanlar hakkında. Kulağa anlamsız geliyor değil mi?
Biraz ürkütücü olduğu kesin. Fakat Azîzân’ı okuduğum için “varsan yoksun; yoksan varsın” gibi paradokslara alışığım biraz …
Anlamsız gelmesi doğal. Çünkü anlamın ötesinden gelmekte. Bizim köklü, görklü tarihimizde öyle ‘anlamsız işler yapan erler’ gelmiş ki asırlardır batısı doğusu onların yaptıklarını anlamlandırmaya çalışıyor. Bütün dünya filanca türün neslinin tükenmesi konusunda endişeli. Lâkin kimse kim olduğumuza dair bilginin neslinin tükenmesinin vahşetinden bahsetmiyor. Kadim öğretilerde size hazır cevaplar yüklenmez. Sadece cevabın tohumu verilir. Çünkü bilmece cevabı içinde saklar. Sizin vazifeniz, bilmeceyi beslemek ve büyütmektir. Bir ilgilenme ve bakılma sürecinin sonunda bilmece sizin organik bir parçanız haline gelir. Büyüdükçe sizi dönüştürme gücüne sahip olur. Bilmecenin cevabı açık ve derindir. Dikkatinizin odağını yüzeysel olandan içinizde farkına varmadığınız öze yöneltmektir.
Azîzân’a gelelim mi?.. Kimdir Azîzân; ya da kimlerdir mi demeliyiz?
Azîzân, aklımda gönlümde hayatımın hep bir yerlerindeydi. Batı, aklının önünde yürüyenlere tabi olmuş. Bizim kültürümüzde ise ruhumuzun önünde yürüyen destansı dev adamlar var. Tarife sığmaz, havsala almaz. Bu insanlar hayata karşı, Yaratıcısına karşı, bütün insanlığa karşı benzersiz bir klas duruşla meydan almışlar. Hani bir ilahide geçiyor: “Elsisiz belsiziz dilsisiz ammâ/ Gezeriz âlemde erkekçesine”… Böyle bir şey… Hiçbir şeyle korkutulamayan ve satın alınamayan destansı insan tipi. Lakin gerçek. Yaşamışlar, yazmışlar, insan-eserleri bırakmışlar. Bu öz doku hep var olmuş ve olacak. Bunda şüphe yok. Bu bir tedrisat ki mekteplerde medreselerde öğretilmiyor. Gönülden gönle iliştirilen mekân ötesi zaman ötesi zincirleme bir irfan havzasında okunuyor. “Yunus sen bu ilmi kimden öğrendin/Bir kâmil mürşide varmadan olmaz” dendiği gibi…
Azîzân kelimesini açabilir miyiz hocam?
Azîzân, azizler demek. ‘El-Azîz sıfatından hisselenmişler’ demek... Özel olarak ise Şeyh Ali olarak bilinen Râmitanlı büyük bir bilgenin künyesi. Rāmitan, İstemi Kağan’ın oğlu Tardu Kağan için yaptırdığı Buhara'dan daha eski bir şehir. Eskiden hükümdarların orada bir meskenleri bulunurmuş. Buhara şehri kurulduktan sonra buraya taşınmışlar. Hâce Ali Râmitanî Hazretleri, sohbetlerinde kendi kelâmını dile getirirken edeben, sözlerinin bu güzel manevi yolda kendisine himmet eden büyüklerine ait olduğunu, onların feyzinin bereketiyle konuştuğunu ifade etmek için “Azîzân buyururlar ki…” ifadesini kullanırmış. Bu ince edeb, Hazretin asırlar boyu, “Azîzân” olarak künyelenmesine vesile olmuş. Tıpkı Hâce Abdülhâlık Gücdevânî Hazretlerinin 'Hâcegân' olarak künyelenmesi gibi…
Yazma isteği nasıl oluştu hocam?
Azîzân buyururlar ki… Bu ifadeyi her okuduğumda Hace Ali Râmitanî’yi yazma isteği gönlüme düştü. Dolayısıyla kitabın adı yazılışından çok önce konulmuştu. Bir de şu var: Azizan, şeyhi tarafından Buhara’dan Harezm’e vazife üzere gönderiliyor. Kaynaklarda Harzem şahı ile aralarında geçen bir kıssa nakledilmiş. Aslında romanın çıkış noktalarından biri bu karşılaşma. Hakkında kaynaklardaki bilgileri toplasanız on sayfayı geçmeyen, 12. asırda yaşamış bir ulu zat, 20. asırda yeniden ruhumuzun önüne geçmek istedi ve Azîzân’a ruh üfledi… O ve o muazzam zincirin som altından bütün halkaları tabi… Ve Azîzân doğdu.
Başka hangi ‘Aziz’ler zikrediliyor romanda?
Azizan, uzun bir zaman dilimini ele alması açısından türün imkânlarını esneten bir roman denemesi. Nakşibendiye yolunun ulularından Yusuf Hemedani, Hace Abdülhalık Gucdevani, Hace Arif Rivegeri Hace Mahmud Fagnevi ve Hace Ali Ramiteni Hazretlerinin hayatlarını, manevi geçişkenlikleri esas alınarak maddi düzleme yaymaya çalışıldı.
Romanın çıkış noktalarından biri olarak Şeyh Ali ve bir Harzem şahının karşılaşması vak’ası zikredildi. Kim bu Harzem şahı?
Evet; Önemli bir soru? Kaynaklarda isim geçmiyor. Hace Ali Râmitanî 1194’te doğuyor. Harezmşahlar Devleti ise 1231’de ulu sultanları Celaleddin Harezmşah ile son buluyor. Bu durumda konu aydınlığa kavuşmuş oluyor. Bu bağlantıdan hareketle pek çok kaynak tarandı ve umulandan öte berrak bir bilgi ağı ortaya çıktı. Dolayısıyla kitapta Hace Ali Râmitanî ve son Harezmşah Celaleddin Mengüberti’nin hikâyesi iç içe geçti.
Azizanı okumuş tarihçi arkadaşlarla bir şey dikkatimizi çekti. Milletçe çok sevdiğimiz bir dizi var: Diriliş Ertuğrul. Burada Moğolların Anadolu’ya girmesi, Selçuklunun ve uç beyi olarak Ertuğrul Gazi’nin mücadelesi anlatıldı. Azîzân’ın yetiştirdiği cihat erlerinden biri ve kitabın yarısında Celaleddin Harzemşahın Moğollarla gerek Buhara’da gerek Anadolu topraklarındaki savaşı anlatılmış. Aynı coğrafya aynı vak’alardan bahsediliyor fakat dizide Celaleddin Harzemşah ismi hiç geçmiyor. Bu konuda görüşlerinizi merak ediyoruz.
Öncelikle şunu söylemeliyim. Diriliş-Ertuğrul’un destansı bir tarihi olan Türk milletinin, bütün dünyada asli itibarını iade eden efsane bir dizi olduğunu düşünüyorum. Gerek senaryosu gerek yapım kalitesiyle çok üst mertebe bir mesajı var. Tarihi filmler maddi manevi riskli ve külfetli yapımlardır. Emeği geçen herkes varolsun.
Gerçi ‘Harzemşah’ demek galat-ı meşhur olmuş artık biz yine de Celaleddin Harezmşah diyelim; Anadoludaki macerası tarihçe sabit. Ahlat kalesini defalarca kuşatıyor. Sultan Alaaddin ile Moğollara karşı birlik olmak üzere bir anlaşma yapıyor. Anlaşma türlü fesatlarla feshediliyor. Sonrasında 1231’de daha kuvvetli olmasına rağmen Yassı Çemen’de Selçuklu ordusuna yeniliyor fakat şehadeti savaş meydanında olmuyor. Ahlat kalesine sığındığında küçük bir çete mensubu tarafından mızraklanıyor. Tarihçi Nesevî bunun üzerine şöyle bir anıt cümle kuruyor: “Kader dileyince böyle nâ-mağlup bir aslanın ölümü tilkilerin elinde gerçekleşti.”
Diriliş-Ertuğrul’a gelirsek; böyle muazzam bir prodüksiyonda konu gereği iç içe geçişler doğaldır. Dizinin yapımcısı Celaleddin Harezmşahın öyküsünü ayrıca destanlaştıracağını basına duyurdu. Belki bu sebeple tarihin bu hattı üzerinde kaynaştırmalar yapmış olabilir. Son Harezm şahı Celaleddin Mengüberti, İslâm tarihi açısından kilit bir isimdir. Farklı mihraklara çekilmeye çalışılmış bir isimdir. “İçinde Allah korkusu olan adil adamlar tarafından idare edilecek büyük bir devlet düşlüyorum.” Sadece bu sözden bile bir destan çıkar.
Dediğiniz gibi Azizan’ın yarısı ‘Son Harezmşah’ı anlatmaktadır. Burada cihangirliği kadar manevi çalkantılarıyla da süzülmüş arınmış bir Celaleddin portesi çizmeye çalışıldı. Bilge kral Aliya’nın “Tarihi insanlar değil, Allâh yapar” dediği gibi tarihi yapımlarda Allâh’ın insanlık mülkü üzerindeki hüküm tarzını doğru okumak gerektiğini düşünüyorum. Son Harezmşah Mengüberti, eğer sahne üzerinde tarihe kalacaksa, tarihin hırpalayıcı dehlizlerini aydınlatacak veli zatların işaret lambalarını iyi takip etmek gerekir diye düşünüyorum.
“Azizan’ın girişinde Ebul Hasan Harakanî Hazretlerinin tasarruf alanını keşfe çıkmadan ne Kuzey Hindistan’ın ne Doğu Anadolu’nun tarihi yazılabilir. Harakanî Hazretlerini anlamadan ne Selçuklu ne Osmanlı ne de Yeni Türkiye anlaşılabilir. Tıpkı Azizan’sız bir Horasan ve Horasan’dan gelir gibi gelen erlerin tarihi yazılamayacağı gibi.” diyorsunuz… Bu cümle gerçekten çok vurucu, takibe alınması gereken bir cümle.
Şimdi bu konular bir gazete röportajının sınırlarını zorlar. Şu kadar söyleyeyim; Harakanî Sultan’ın Anadoluya gelişi 1064’tür. Alparslandan önce. Anadoluyu İslâm’a açan dev bir isimdir Harakanî. Yeni Türkiye’nin de manevi teminatıdır. Türbesi Kars’tadır. Hz. Mevlana’nın manevi sofrasının unu, ekmeği Feridüddin Attar ve Harakanî mutfağından gelmektedir. Yukarda bahsi geçti Harzemşah Celaleddin’in bir Azizan dervişi olduğu bugüne kadar hiç telaffuz edilmedi. Bahaeddin Nakşibend Hazreti yazabilirdik, Alaeddin Attar’ı yazabilirdik; Fakat Yeni Türkiye’de zikri hiç yapılmamış bir sultan anılmak istedi. Kitaplar, filmler genelde hatırlanmak için yazılır. Bizim vazifemiz hatırlatmaktır. Bu hasbi çağrının uzun soluklu ve sıhhatli yankılar bulacağına inanıyorum. Öncü ruhların dev ekranlara yansıması, bu aziz milletin yeniden dünya sahnesinde kâim kılınacağının alâmeti olur. Tabi mana erlerinin izniyledir bu işler. Umarım layık kılınırız.
Romanda asıl kahramanlar kadar, sağlam duruşlu hanımlar da dikkat çekiyor: İlbilge, Gülnihal, Gülbahar, Emine Selcen ve Gökçenur… Giriş kısmında şöyle diyorsunuz: “Hepsi erlik makamının sağlam kulbuna tutunmuş kırk ercesine erlerinin yanında durdular. Hepsi ünsiyetin kutbu olan ‘kadın’dılar.” Bu örnek hanımlara dair kısımları okurken, kendi adıma şunu söyleyeyim; çok gurur duydum. Hatta özendim. Bu çağda bu bilge duruşlu kadın tipi masal gibi bir şey hocam; fakat satırlar arasında gezinirken‘keşke olabilsek’ dedim her seferinde …
Sizin gibi hayatı anlamlandırma yolunda genç bir hanımdan bunu duymak güzel. Zaten Azizân’ı gençlere adadım ben. Gençleri yüreklendirmek, sevdalandırmak, bir davaya tutundurmak için yazdım. Bizim kültürümüzde ve manevi dokumuzda kadın, sahne alacak erkeğin şeş-cihetindeki sağlam kale burçlarına asılmış en şerefli sancaktır. Biz esas duruşu olan ‘kadın’ı kaybettik. Yeniden ihdası gerekiyor. Bu konu benim yürek yaram. Uzun bir bahis. Bilahare derin derin konuşuruz diyeyim. Evet Azizan’daki bilge duruşlu, yaratılış gayesini gerçekleme yolunda özündeki derinliği hayata katabilen kadın varlığına muhtacız.
Son olarak ne söylemek istersiniz?
Kalbinde iyilik azmi, ruhunda bu iyiliği harekete geçirecek bir irade bulunan herkes tarihi yeniden yazabilir diye düşünüyorum. Mesele o diriliş ruhunu uyandırabilmekte. Heyecanınız samimiyetiniz özünüze konmuş sevdalı fıtratınız için şükr ediyorum, teşekkür ediyorum. Var olun hep yar olun inşallah.
Yrd. Doç. Dr. AYŞE RAHŞAN GÜREL
İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Aynı fakültede Klasik Türk Edebiyatı sahasında yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. Divan edebiyatı metin şerhi ve geleneksel ahlâk risaleleri üzerinde çalışmalar yaptı.
Soyut Kavramların Öğretiminde Hayvan Masallarının Yeri, Öğretici Hikâyeler Yoluyla Mizaç ve Karakter Eğitimi, Nasrettin Hoca Fıkralarının Eğitim Değeri ve Değerler Eğitimindeki Yeri gibi ona yakın yüksek lisans tezinin hazırlanmasına danışman olarak nezaret etti. Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nde Yüksek Lisans eğitimi aldı.
20 yıl aktif eğitimcilik sonrası Öğrenci Koçluğu Yaşam Koçluğu NLP EFT gibi çağdaş kişisel gelişim teknikleriyle geleneksel sûfî eğitim metotlarını birleştirici çalışmalar yürüttü. Geleneksel Astroloji metinleri üzerinde çalışarak bireyi tanıma ve kişiler ve kurumlar arası iletişim konusunda ölçekler geliştirdi. Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç’ın 2003-2008 yılları arasında Marmara İlahiyat Fakültesi’nde verdiği ders notlarını tasnif ve terkip ederek Tasavvufa Giriş adıyla yayına hazırladı.
Geleneksel eğitim usullerine dair yayınlanmış çok sayıda makalesi, Ahlak Risaleleri üzerine bir doktora tezi, Enderunlu Vâsıf Divanı, Hikâyelerle Mizaç ve Karakter Eğitimi adlı iki akademik kitap, Azîzân isimli tasavvufi bir roman, Ben Rüzgârım Sen Ateş isimli Hz. Mevlana ve Hz. Şems sevdasını hakikat planında sahneye çağıran bir piyes, Peygamber Kıssalarının Tasavvufî Boyutu ve Eğitim Değeri üzerine baskıya hazırlanan bir kitap çalışması bulunmakta.
"Üye/Üyeler suç teşkil edecek, yasal açıdan takip gerektirecek, yasaların ya da uluslararası anlaşmaların ihlali sonucunu doğuran ya da böyle durumları teşvik eden, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik ya da ahlaka aykırı, toplumca genel kabul görmüş kurallara aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde hiçbir İçeriği bu web sitesinin hiçbir sayfasında ya da subdomain olarak oluşturulan diğer sayfalarında paylaşamaz. Bu tür içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk münhasıran, içeriği gönderen Üye/Üyeler'e aittir. MİLAT GAZETESİ, Üye/Üyeler tarafından paylaşılan içerikler arasından uygun görmediklerini herhangi bir gerekçe belirtmeksizin kendi web sayfalarında yayınlamama veya yayından kaldırma hakkına sahiptir. Milat Gazetesi, başta yukarıda sayılan hususlar olmak üzere emredici kanun hükümlerine aykırılık gerekçesi ile her türlü adli makam tarafından başlatılan soruşturma kapsamında kendisinden Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 332.maddesi doğrultusunda istenilen Üye/Üyeler'e ait kişisel bilgileri paylaşabileceğini beyan eder. "
Yorum yazma kurallarını okudum ve kabul ediyorum.