Dolar (USD)
34.65
Euro (EUR)
36.62
Gram Altın
2938.50
BIST 100
9640.08
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Araf Suresi 182/206 ayet tefsiri nedir?

Nasıl ki surelerin meallerine bakarken iniş sebeplerinin de bilinmesi de gerekiyorsa tefsirini bilmekte hepsinden daha faziletli ve Kur-an''ı anlamak ve anlatmak istediğini öğrenmek açısından o kadar önemlidir. Bu yeni başlayacağımız tefsir bölümünde 114 surenin de yapılan tefsirlerini sizlere sunmaya çalışacağız. A''raf Suresinin tefsiri nedir? İşte mübarek Müslümana yol gösterici Kur-an''ın A''raf Suresinin tefsirini haberimizde okuyabilirsiniz.
Araf Suresi 182/206 ayet tefsiri nedir?
20 Kasım 2019 09:14:00
Nasıl ki surelerin meallerine bakarken iniş sebeplerinin de bilinmesi de gerekiyorsa tefsirini bilmekte hepsinden daha faziletli ve Kur-an''ı anlamak ve anlatmak istediğini öğrenmek açısından o kadar önemlidir. Bu yeni başlayacağımız tefsir bölümünde 114 surenin de yapılan tefsirlerini sizlere sunmaya çalışacağız. A''raf Suresinin tefsiri nedir? İşte mübarek Müslümana yol gösterici Kur-an''ın A''raf Suresinin tefsirini haberimizde okuyabilirsiniz.

Nasıl ki surelerin meallerine bakarken iniş sebeplerinin de bilinmesi de gerekiyorsa tefsirini bilmekte hepsinden daha faziletli ve Kur-an'ı anlamak ve anlatmak istediğini öğrenmek açısından o kadar önemlidir. Bu yeni başlayacağımız tefsir bölümünde 114 surenin de yapılan tefsirlerini sizlere sunmaya çalışacağız. A'raf Suresinin tefsiri nedir? İşte mübarek Müslümana yol gösterici Kur-an'ın A'raf Suresinin tefsirini haberimizde okuyabilirsiniz.

A'raf suresi 182. 187. ayet

Âyetlerimizi yalanlayanları hiç bilmedikleri yerden adım adım yıkıma götürürüz.

Onlara mühlet veriyorum. (Ama) bilin ki cezalandırmam çok çetindir!

Düşünmediler mi ki yıllarca beraber oldukları o peygamberde delilikten eser yoktur; o ancak kesin bir uyarıcıdır.

Göklerin ve yerin egemenliği üzerinde, Allah’ın yarattığı her bir nesne üzerinde ve kendi ecellerinin yaklaşmış olabileceği hususunda hiç kafa yormadılar mı? Ona değilse hangi söze inanacaklar?

Allah kimi dalâlete düşürürse artık onu hidayete erdirebilecek hiçbir kimse bulunamaz. Allah böylelerini azgınlıkları içinde yollarını şaşırmış olarak bırakır.

"Ne zaman gelip çatacak?" diye sana kıyamet saatini sorarlar. De ki: "Onun hakkındaki bilgi sadece rabbimin katındadır. Vakti geldiğinde onu açığa çıkaracak olan ancak Allah’tır. O (kıyamet), göklere de yere de ağır gelecektir! Sizi ansızın yakalayacaktır!" Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: "Onun bilgisi Allah katındadır, fakat insanların çoğu bunu bilmezler."

“Adım adım yıkıma götürürüz” şeklinde çevirdiğimiz fiilin masdarı olan istidrâc kelimesi, sözlükte “derece derece yükseltmek veya alçaltmak, azar azar toplamak, katlamak” gibi anlamlara gelir. Bu kelime zamanla, “Allah’ın bazı insanlara, kötü niyetlerinin ve davranışlarının ardından, onların daha da şımarmaları, günahlarını daha da arttırmaları sonucunu doğurabilecek maddî veya mânevî imkân ve fırsatlar vermesi” anlamında terim haline gelmiştir. Meselâ peygamberlerde görülen olağan üstü hallere “mûcize”, velîlerde görülene “keramet” denirken inancı veya yaşayışı bozuk kimselerin zâhiren mûcize veya keramete benzer olaylar sergilemelerine istidrâc denmektedir. “Cezalandırma” diye çevirdiğimiz keyd kelimesi ise aslında “tuzak” mânasına gelmekle birlikte, Allah için kullanıldığında İslâmiyet ve müslümanlar için bazı tuzaklar kurmaya ve onları çökertmeye çalışan inkârcıların bu planlarını boşa çıkaran Allah’ın kusursuz, adaletli ve hikmetli planını ifade eder. Burada yüce Allah, âyetlerini yalanlayan ve böylece onları etkisiz kılmaya çalışan inkârcıları, güçlü ve şaşmaz planı uyarınca hemen cezalandırmayıp onlara mühlet verdiğini, bazı imkân ve fırsatlar tanıdığını, bu suretle onları derece derece yıkıma doğru götürdüğünü veya alçalttığını ifade buyurmaktadır. Allah’ın onlara önce mühlet verip sonra da helâk etmesi zâhiren tuzak kurmaya benzediği için âyette buna “keyd” denmiştir.

“Aralarından biri olan o peygamberde...” şeklinde çevirdiğimiz “bi-sâhibihim” sözü müşriklerin Resûlullah’ı çocukluğundan beri yakından tanıdıklarını, hatta vaktiyle onu sayıp sevdiklerini, dolayısıyla kendisine delilik isnat etmelerinin haksızlık olduğunu çok iyi bilmeleri gerektiğini anlatır. Gerek burada gerekse başka âyetlerde (bk. Hicr 15/6; Mü’minûn 23/70; Sebe’ 34/8, 46) bildirildiği üzere Mekke müşriklerinin Hz. Muhammed’e yönelttikleri en yaygın itham ve iftiralardan biri de onda delilik bulunduğu iddiası idi. Eski dönemlerde diğer bazı peygamberler hakkında da aynı suçlamanın yapıldığına bakılırsa (meselâ bk. Mü’minûn 23/25; Şuarâ 26/27; Kamer 54/9) bunun, tarihin çeşitli dönemlerinde inkârcıların Allah yolunun davetçilerini susturmak için kullandıkları müşterek bir taktik ve iftira şekli olduğu anlaşılmaktadır. Âyette müşriklerin bu iddiaları reddedilirken “düşünmediler mi?” sorusunun sorulması ilgi çekicidir. Çünkü bir insanın akıllı veya deli olduğu, onun davranışlarıyla, ortaya koyduğu fikirlerin doğru ve tutarlı olup olmadığı ile ölçülebileceği gibi böyle birinin düşünce, görüş ve inancını ölçebilmek için de doğru ve tutarlı düşünebilmek gerekir. Bir insanın ortaya koyduğu inanç ve fikirleri (dolayısıyla peygamberin tebliğ ettiği ilkeleri) çürütmenin yolu, o insanı (ve peygamberi) deli diye suçlamak olamaz. Çünkü bu suçlama boş, içeriksiz, dayanaksız bir iddiadır. Doğru dürüst düşünenler bunun böyle olduğunu bilir. Şu halde Hz. Muhammed’i deli diye suçlayan müşrikler bu yargıya doğru düşünmek suretiyle varmış değillerdi. Gerçekte onların bu tutumlarının arkasında inatçılık, gurur ve kibir, düşmanlık duyguları, çıkar hesapları gibi sübjektif sebepler vardı. İşin aslı şu idi: Hz. Peygamber onların gerek inançları gerekse yaşayışları bakımından yanlış yolda olduklarını söylüyor, zulümlerine ve haksızlıklarına karşı çıkıyor, bu yoldan dönmemeleri halinde dünya ve âhirette başlarına nelerin geleceğini bildirerek onları kesin ve açık seçik beyanlarla ikaz ediyordu; onlar ise bu söylenenlerin doğruluğu ve haklılığı üzerine düşünüp taşınacakları yerde onu delilikle itham ediyorlardı. Halbuki onu çocukluğundan beri tanıyor ve takdir ediyorlardı. Ne zaman ki Hz. Peygamber onlara gerçekleri tebliğ etmeye başladı, o zaman onların tutumları da değişti. Sonuç olarak âyet-i kerîmede, insanların bir düşünceyi kabul veya reddederken duygularını,menfaat ve sempatilerini veya antipatilerini değil, yine düşüncelerini kullanmaları gerektiğine işaret edilmektedir.

“Egemenlik” diye çevirdiğimiz melekût kelimesi, yüce Allah’ın gökler üzerindeki mutlak yönetimini, hükümranlığını ifade eder (ayrıca bk. En‘âm 6/75). Bir önceki âyette Hz. Peygamber’in risâletinin hak olduğu, onun üstün kişiliği kanıt gösterilerek ifade edilirken burada da insanların, yüce Allah’ın evren üzerindeki mükemmel yönetimine bakıp düşünerek bundan Hz. Peygamber’in öğretisinin gerçek olduğuna dair deliller çıkarmaları istenmektedir. Göklerin düzeninde olduğu gibi Allah’ın yarattığı diğer bütün şeylerde de –ibretle ve insafla bakılırsa– Allah’ın varlığına, birliğine inanıp Hz. Muhammed’in bildirdiklerini tasdik etmeye götüren kanıtların bulunduğu görülür. Ayrıca âyet, Hz. Peygamber’in tebliğlerine karşı direnmeyi sürdürdükleri takdirde,–benzer şekilde davranan eski inkârcı kavimler gibi– müşriklerin de sonlarının geleceği uyarısında bulunmaktadır. Onları gökler ve diğer yaratılmışlar üzerinde zihin yormaya, kendi âkıbetlerini düşünmeye çağıran bu sözler; yahut Hz. Peygamber’in uyarıları, açıklamaları, başta Kur’an âyetleri olmak üzere onun ağzından çıkan bütün sözler insanlar için böylesine hayırlı ve yararlı uyarılardır. Şu halde insanlar bu sözlere inanmayacaklarsa başka hangi söze inanacaklar? Allah’ın ve resulünün sözlerinden daha doğru, daha hayırlı ve yararlı başka bir söz olabilir mi?

Burada asıl muhatap Hz. Peygamber’in dönemindeki müşrik Araplar olmakla birlikte, âyetin hükmü ve uyarısı, ilâhî yasaları tanımayan bütün âsi topluluklar için geçerlidir. Bütün bu uyarıların amacı da insanları hidayete, yani inançta, yaşayışta, insanlıkta en doğru ve en güzel olana ulaştırmaktır. Fakat eğer insanlar Hz. Peygamber’in bu yoldaki çağrısını iyi niyetle karşılayıp üzerinde düşünmek yerine koyu bir inkâr psikolojisiyle bunları peşinen reddederlerse Allah da onları dalâlet çukuruna düşürür. Allah’a rağmen hiçbir şey yapılamayacağı için bunları içine düştükleri bu çukurdan, bu sapkınlıktan kurtarıp doğru yolu bulmalarını sağlayacak bir güç de asla yoktur.

Saat kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de belli bir zaman dilimini belirten sözlük anlamı yanında, sık sık kıyametin kopacağı vakti ifade etmek üzere de kullanılmaktadır. Kaynaklarda ansızın gelip çattığı, amellerin hesabı çabuk olduğu veya uzun sürdüğü ya da süresi uzun olmasına rağmen Allah Teâlâ bakımından insanların hesabındaki bir saatlik süre kadar kısa sürdüğü için kıyamete saat denildiği belirtilir (Zemahşerî, II, 107; Şevkânî, II, 311; M. Reşîd Rızâ, IX, 425). Bir açıklamaya göre saat, birinci sûr çalınca bütün canlıların ölmesi sürecini, kıyamet ise ikinci sûr çalınca yeniden dirilmeyi ve sonrasında olup bitenleri ifade eder; böylece âhiret hayatı başlamış olur.

Bazı hadislerde müslümanların da Resûlullah’a kıyametin zamanıyla ilgili sorular sordukları bildirilmekle birlikte (meselâ bk. Buhârî, “Fezâ’ilü ashâbi’n-nebî”, 6; “İlim”, 2; “Ahkâm”, 10; Müsned, II, 361; III, 322, 326), bilhassa müşriklerin Hz. Peygamber karşısındaki yaygın tavırlarından biri, kıyameti inkâr etmek veya Resûlullah’ı güç durumda bırakmak maksadıyla bu konuda sorular sormaktı. Bu âyette de onların böyle bir sorusundan ve –aslında bu sorunun arkasında kötü niyet bulunmasına rağmen– Resûlullah’ın, aydınlatma görevinin bir gereği olarak bu soruyu ciddiye alıp cevap vermesinden söz edilmektedir. Bazı tefsirlerde buradaki sorunun yahudiler tarafından sorulduğuna dair rivayetler yer almaktaysa da (Zemahşerî, II, 107), A‘râf sûresi Mekke’de indiğinden bu görüş isabetli görülmemektedir. Soru kimden gelirse gelsin, Hz. Peygamber kıyametin vaktiyle ilgili bütün sorulara karşı bunu bilmediğini ifade etmiş, meselâ Cebrâil tarafından yöneltilen, “Kıyamet ne zaman kopacak?” şeklindeki bir soruyu, “Bu hususta sorulan sorandan daha bilgili değildir” cevabını vermiştir (Buhârî, “Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 1, 5, 7; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 17).

Kıyamet vaktinin “göklere de yerlere de ağır gelmesi” dünyanın kozmolojik düzeninin bozulacağına, Kur’an’ın ifadesiyle (İbrâhîm 14/48) “yerin başka bir yere, göklerin de başka göklere dönüştürüleceği” esnada vuku bulacak olayların dehşetine; “Sizi ansızın yakalayacaktır” ifadesi de insanoğlunun, kıyamet saati hakkındaki bilgisizliğinin son ana kadar süreceğine işaret etmektedir (Râzî, XV, 81).

A'raf suresi 188. 192. ayet

De ki: "Ben kendim için, Allah’ın dilediği dışında ne bir fayda elde edebilirim ne de zarardan kurtulabilirim. Eğer gaybı biliyor olsaydım elbette bundan çok faydalanırdım, başıma kötülük de gelmezdi. Ben yalnızca inanan kimseler için uyarıcı ve müjdeleyiciyim."

Sizi bir tek candan yaratan, kendisiyle mutlu olsun diye ondan da eşini yaratan O’dur. Erkek eşiyle beraber olunca kadın hafif bir yük yüklenir, onu bir süre taşır; hamileliği ağırlaşınca rableri olan Allah’a şu sözlerle yakarırlar: "Andolsun, bize kusursuz bir çocuk verirsen kesinlikle şükredenlerden olacağız!"

Fakat Allah onlara kusursuz bir çocuk verince, Allah’ın kendilerine verdiği şey (çocuk) hususunda O’na ortaklar koşarlar. Allah, insanların ortak koştuğu şeylerden münezzehtir.

Onlar, kendileri de yaratılmış olup hiçbir şeyi yaratamayan varlıkları Allah’a ortak mı koşuyorlar?

Oysa bu varlıkların ne onlara tapanlara yardımı dokunur ne de kendi kendilerine yardımcı olabilirler.

Burada da Hz. Peygamber’e, kendisi için faydalı olanı elde edip zararlı olandan korunmasının sadece Allah’ın dilemesine bağlı bulunduğunu açıkça ifade etmesi emredilmekte olup Resûlullah bu buyruğun gereğini yerine getirmiş; bu suretle, insan olması sebebiyle imkânlarının ve kabiliyetlerinin Allah’ın verdikleriyle sınırlı olduğunu, kendi başına olağan üstü hiçbir güce sahip olmadığını herhangi bir komplekse kapılmadan insanlara açıklamıştır. Böylece o, dolaylı olarak Allah’a olan içten bağlılığını da ortaya koymak suretiyle aslında, insanın Allah karşısında nasıl bir kulluk bilincine sahip olması gerektiği hususunda da örnek bir tavır sergiliyordu. Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek gaybı bilmek demektir. Halbuki gaybı bilen insan, ileride kendisi için nelerin iyilik, nelerin kötülük getireceğini bilme gücüne de sahip olabilir ve ona göre davranabilir. Resûlullah, kendisinin böyle bir imkâna sahip olmadığını, temel işlevinin inanan insanlara fayda sağlayacak şekilde müjdeleyici ve uyarıcı bilgiler vermekten ibaret bulunduğunu ifade etmiştir. Burada da görüldüğü gibi Peygamber aleyhisselâm, kendisine Allah’ın lutuf ve ihsanından bağımsız aşkın sıfatlar izâfe edilmesinden hoşlanmamış; görevinin elinden geldiğince iyi bir kul olmak, Allah’ın kendisine yüklediği risâlet ve tebliğ görevini eksiksiz bir şekilde yerine getirerek insanların hidayete erişmelerine gayret ve öncülük etmek olduğunu her zaman vurgulamıştır. Âhiret hayatı, cennet, cehennem, melek, şeytan gibi gayb alanına giren, dolayısıyla beşerin bilgi imkânlarını aşan hususlarda Allah ona neyi ne kadar bildirmişse o da o konuda bilgisini ortaya koymuş ve Allah’ın iznine bağlı olarak insanlara bilgiler vermiş; fakat kıyametin ne zaman kopacağı konusunda kendisine bilgi verilmediği için bu hususta da bilgisi bulunmadığını belirtmesi emredilmiştir.

Âyette Hz. Peygamber’in mutlak olarak gelecek hakkında hiçbir şey bilmediği değil, Allah’ın bildirdikleri dışında gaybı bilmediği ifade edilmektedir. Çünkü geleceğe dair her konu gayb sayılamaz; insan, tabiat kanunları denilen Allah’ın evrendeki yasaları hakkındaki bilgisi, deneyimi ve aklı sayesinde gelecek hakkında bazı kesin bilgilere sahip olmakta, bazı tesbitler yapabilmektedir. Âyette asıl vurgulanan nokta, geleceğin insanlar için büsbütün karanlık olduğu değil, Allah imkân ve fırsat vermedikçe kulun varlık ve olaylar hakkında kendi başına bilgi edinemeyeceği, neyin yararlı, neyin zararlı olduğunu göremeyeceğidir.

“Can” diye çevirdiğimiz âyetteki nefs kelimesi eski tefsirlerde genellikle Hz. Âdem olarak yorumlanmıştır (meselâ bk. Taberî, IX, 143; Kurtubî, VII, 337; Şevkânî, II, 313). Ancak Fahreddin er-Râzî’nin de geniş olarak açıkladığı gibi bu yorum önemli problemlere yol açmaktadır. Her şeyden önce, eğer âyetteki nefis kelimesiyle Hz. Âdem’in, ondan yaratılan “eş” ile de Havvâ’nın kastedildiği kabul edilecek olursa, bu durumda âyetin devamındaki bilgiye göre onların çocukları doğduktan sonra Allah’a ortak koşmuş oldukları sonucu çıkmaktadır. Halbuki ne Kur’ân-ı Kerîm’in başka bir yerinde ne hadislerde ne de diğer İslâmî kaynaklarda Âdem ile Havvâ’nın şirke saptıklarına dair bilgi bulunmaktadır; aksine onların yasaklanan meyveyi yemelerinin ardından, İslâmî literatürde zelle diye adlandırılan bu hatalarından ötürü bile ağır bir üzüntü ve pişmanlık duyup hemen tövbe ettikleri ifade edilmektedir.

Bu durumda Râzî’nin, Kaffâl’ın görüşü olarak verdiği yorum ve buna dayanarak yaptığı açıklamalar daha isabetli görünmektedir. Buna göre âyette gerçekten vuku bulmuş bir olaydan değil, bir “temsil”den söz edilmekte ve bununla da müşriklerin cahilliklerine ve şirk iddialarına işaret edilmektedir. Buradan hareketle Râzî âyete şöyle bir yorum getirmektedir: “O yüce Allah sizin her birinizi bir candan yaratmış; insanlıkta erkeğe eşit bir insan olarak eşini de yine aynı cinsten (özden) yaratmıştır (erkek bir asıldan, kadın ise başka bir asıldan yaratılmış değildir). Erkek eşine yaklaştıktan sonra kadının hamile olduğu anlaşılınca, rablerine, ‘Andolsun, bize kusursuz bir çocuk verirsen (lutuf ve ihsanından dolayı) kesinlikle (sana) şükredenlerden olacağız!’ diyerek dua ederler. Fakat Allah onlara kusursuz bir çocuk verince, bu verilenle ilgili olarak Allah’a ortaklar koşmaya kalkışırlar; çünkü bazan natüralistler gibi bu çocuğun yaratılışını tabiat güçlerine, bazan müneccimler gibi yıldızlara, bazan da putperestler gibi putlara nisbet ederler” (XV, 86-87). Kuşkusuz burada, aşağıda söz konusu edilecek olan şirk inancına ve putperestlerin yanlışlarına dair âyetlere bir geçiş olmak üzere, özellikle müşriklerin tutumları anlatılarak dolaylı bir üslûpla genel bir uyarıda bulunulmaktadır.

Bu iki âyette erkek ile kadının yaratılıştaki eşitliği, erkeğin kadına karşı hissettiği duygusal ilgi, bunun ardından gelen cinsel birleşme ve nihayet bu birleşmeden çocuğun doğması kısaca anlatılmak suretiyle insan soyunun çoğalma süreci özetlenmiş bulunmaktadır. Fakat bütün bunları yapıp yaratanın yüce Allah olduğunun bilinmesi gerekir. Yaratılışta O’nu dışlayan veya başka yaratılış sebeplerini O’na denk yahut O’nun üstündeymiş gibi gören her inanç bir şirktir. Kur’an’ın ilk muhatapları olan Mekke putperestleri çeşitli putlarını yüce Allah’a bu şekilde ortak koştukları gibi dünyanın çeşitli kültürlerinde muhtelif kavimler de birçok yer veya gök cisimlerini, ata ruhlarını vb. yaratılmışları tanrı tanımak suretiyle şirke sapmışlardır. Fakat Allah bütün bu ortak koşulan şeylerden münezzehtir, yücedir. Kimi insanların ihtiyaç duyunca Allah’a yakarıp işi bitince nankörlük ettiklerini bildiren başka âyetler de vardır (Yûnus 10/22; Ankebût29/65; Rûm 30/33).

Müşriklerin tevhid ilkesine aykırı her türlü inançlarını çürüten kanıtların ortaya konduğu bu iki âyette ulûhiyyetin en başta gelen üç özelliğinin söz konusu edildiği görülmektedir: Yaratıcılık, lutufkârlık ve kendi kendine yeterlilik. Öncelikle –başka bir şeyi yaratmak şöyle dursun– kendisi yaratılmış olan bir varlık Tanrı olamaz; ikinci olarak Allah, her türlü yardım taleplerine cevap verecek kadar zengin, lutufkâr, cömert ve merhametlidir. O’nun dışında hiçbir varlık bu yetkinliklere sahip olamadığı için tanrılığa da lâyık olamaz. Nihayet kendi kendine yeterli olup hiçbir yönden başka herhangi bir varlığın yardım ve desteğine muhtaç olmayan tek varlık Allah Teâlâ olup O’nun dışında her varlık bizzat kendisine bile yardım etmekten âciz olduğuna, şu halde kendi kendine yeterli olmadığına göre bu varlıklara tanrılık vasfı da kesinlikle yüklenemez. Böylece âyetlerdeki bu üç kanıt ile putperestlik inancının tamamıyla akıl ve mantık temelinden yoksun olduğu açıkça ortaya konmuş bulunmaktadır.

A'raf suresi 193. 198. ayet

Doğru yola ulaşma hususunda onlara yalvarsanız size karşılık vermezler; onlara ha yalvarmışsınız ha susmuşsunuz, sizin için değişen bir şey olmayacaktır.

Gerçek şu ki Allah’ın dışında yalvarıp yakardıklarınız da tıpkı sizin gibi birer kuldur. Eğer iddialarınızda doğruysanız haydi onlara dua edin de karşılık versinler!

Yürüyebildikleri ayakları mı var onların; tutabilecekleri elleri, görebilecekleri gözleri, işitebilecekleri kulakları mı var onların! De ki: "Haydi ortak olarak gördüğünüz o varlıkları çağırın, sonra bana karşı planınızı kurun, göz açtırmayın bana!

Ama bilin ki benim velim, kitabı indiren Allah’tır. O, iyileri koruyup kollar.

​​​​​​​O’nun dışında yalvarıp yakardıklarınız ise ne size yardım edebilirler, hatta ne de kendilerine yardımları dokunur.

Hidayete ulaşma hususunda onlara yalvarsanız sizi duymazlar, sana bakıyorlar zannedersin, oysa görmezler."

İlk âyette kimlere hitap edildiği konusunda iki farklı görüş vardır: İbn Âşûr’un da tercih ettiği bir yoruma göre âyette müslümanlara hitap edilmekte; onlardan müşrikleri doğru yola çağırmaları istenmektedir (IX, 217-218). Ancak daha yaygın olarak benimsenen görüşe göre burada müşriklere hitap edilmektedir. Bu müfessirlerin çoğunluğu âyetin ilk cümlesine şu anlamı verirler: “Ey müşrikler! Siz o tanrı diye taptığınız putlarınızı doğru yola çağırsanız çağrınıza uymazlar...” Çünkü onlar doğru yol nedir, eğri yol nedir bilmezler. Ancak Şevkânî, –müşriklerin tanrı diye inandıkları putlarını doğru yola çağırmalarını çok anlamlı bulmamış olmalı ki– daha farklı bir yaklaşımla bu cümleyi şöyle anlamaktadır: “Bu putlarınızdan, sizi doğru yola ve kurtuluşa erdirmelerini isteyerek onlara hidayet ve kurtuluş konusunda yakarışta bulunsanız çağrınıza uyarak size karşılık veremezler” (II, 316).

Sonuç olarak gerek Arap putperestlerinin gerekse tarihin bütün dönemlerindeki müşriklerin tanrısal nitelikler yükleyerek şu veya bu şekilde taptıkları her şey Allah’ın yaratıklarıdır; “O’ndan başka tanrı yoktur.” Şu halde putperestlerin tanrı diye kabul ettikleri ve karşısına geçip dua ettikleri, takdis ettikleri, kendilerine yol göstereceğini, iyilikler kazandırıp kötülüklerden koruyacağını umdukları şeyler, tanrılık niteliklerine sahip olup başkalarına hidayet vermek bir yana, o cansız, şuursuz ve bilgisiz nesneler kendilerine yapılacak çağrıyı bile duyma yeteneğinden yoksundurlar. Onlar da insanlar gibi “birer kuldur”; yani Allah’ın mülk ve tasarrufunda bulunup O’nun kevnî yasalarına boyun eğerler (Şevkânî, II, 317). Sonuç olarak sıradan bir canlıda bulunan yürüyecek ayağa, tutacak ele, görecek göze bile sahip olmayan bu nesneleri tanrı tanımak; insanların, kendilerinde bulunan duyu araçlarından bile yoksun olan, dolayısıyla kendilerinden daha aşağı, daha kusurlu olan şeylere tapmaları akıl kârı mıdır?

Bir önceki âyetin son cümlesinde, Hz. Peygamber’e, putlarda olağan üstü güçler vehmeden müşriklerin bu inançlarının saçmalığını kanıtlamak üzere onlara meydan okuması emredildikten sonra burada da ondan ve onun şahsında bütün müminlerden, Allah’a inanç ve bağlılıklarını “Benim velîm... Allah’tır” sözleriyle ortaya koymaları istenmektedir. Velî kelimesinin kökü olan velâyet kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de –çeşitli mânaları yanında (meselâ bk. Bakara 2/257; Nisâ 4/2, 139-140, 144)– yerine göre hem Allah’ın kuluna dost olmasını, onu sevmesini ve her türlü kötülüklerden esirgemesini hem de kulların Allah’a dost olmalarını ifade etmektedir. Bu âyette ise –biri isim şekliyle, biri fiil kalıbında olmak üzere– her iki anlamda da kullanılmıştır. Yukarıda Allah’tan başka tapılan şeylerin, onlara tapanlara yardım edecek güçte olmadıkları, hatta tamamen âciz nesneler oldukları belirtilmişti; burada ise özellikle velî kelimesi ve aynı kökten gelen “yetevellâ” fiili kullanılarak müminlerin yüce Allah’a olan sevgi ve bağlılıklarıyla O’nun kendisine inanıp bağlanan iyi kullarına (sâlihîn) olan sevgisi, koruyuculuğu ve lutufkârlığı dile getirilmektedir. Buna göre Allah ile müminler arasında sıcak bir ilişki vardır; müminler Allah’a gönülden inanıp bağlanmakta, O’nu dost bilmekte; Allah da onları sevmekte, yollarını aydınlatan kitabı göndermek suretiyle doğru yolu bulup o yolda yürümelerini sağlamaktadır.

Müşriklerin, birtakım nesneleri tanrılık vasıflarıyla niteleyip putlaştırarak bunlardan medet ummalarının ne kadar saçma olduğunu bir kez daha vurgulayan bu iki âyet, Mekke müşrikleri ve din konusunda onlara benzer bir yol izleyen her dönemdeki insanlar için yeni bir uyarı anlamı taşımaktadır.

A'raf suresi 199. 206. ayet

Kolaylığı seç, iyi olanı emret, cahillere aldırma!​​​​​​​

Eğer şeytandan bir fitleme seni dürtüklerse hemen Allah’a sığın! Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir.

Takvâ sahipleri, içlerine şeytandan gelen bir saptırıcı fikir doğduğunda O’nu düşünüp hemen gerçeği görürler.

Şeytan dostları (müşrikler) onları azgınlığa sürükler. Sonra ellerinden geleni artlarına komazlar.​​​​​​​

Sen onlara bir mûcize getirmediğin vakit, "Onu da derleyip toplasaydın ya!" derler. De ki: "Ben sadece rabbimden bana vahyedilene uyarım. İşte bu Kur’an, rabbinizden gelen kanıtlardır, inanan bir topluluk için hidayettir, rahmettir.

Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve sessiz durun ki rahmete nâil olasınız.​​​​​​​

Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, alçak sesle sabah akşam rabbini zikret, gafillerden olma!​​​​​​​

Rabbinin katında bulunanlar bile O’na kulluk etmek hususunda kibre kapılmazlar, O’nu tesbih ederler ve yalnız O’na secde ederler.​​​​​​​

Yukarıdaki âyetlerde (özellikle 189. âyetten itibaren) tevhid inancı üzerinde durularak –başta Mekke müşrikleri olmak üzere– Allah’ın yarattığı varlık veya nesnelere tanrısal nitelikler yüklemek suretiyle bu yaratıkları Allah’a ortak koşanlar eleştirilip uyarıldıktan sonra bu âyette de ahlâk konusuna geçilmiş ve bütün ilâhî dinlerin üç temel ahlâk kuralına yer verilmiştir:

1. Kolaylık. Sözlükte “bir şeyin en yenisi, en saf olanı, fazlası; kolaylıkla verilebilen, bağışlanabilen” gibi anlamlara gelen âyet metnindeki af kelimesi ahlâk terimi olarak “kötülük ve haksızlık eden, suç veya günah işleyen birini bağışlamak, cezalandırmaktan vazgeçmek” demektir (ayrıca bk. Bakara 2/109). Konumuz olan âyetteki af kelimesine ise tefsirlerde başlıca şu mânalar verilmektedir:

a) İnsan ilişkilerinde kolaylık yolunu seçmek, başkalarını külfet ve meşakkate sokacak tutum ve davranışlardan, beklentilerden uzak kalmak (Zemahşerî, II, 110). Ahlâk terimi olarak az önce zikredilen anlamdan da esasen insanları suç ve hataları sebebiyle cezalandırarak sıkıntıya sokmak yerine onları bağışlayarak rahatlatmak demek olduğuna göre bu anlamdaki af da sonuçta kolaylık mânası taşımaktadır.

b) Malın ihtiyaçtan fazlasını muhtaçlara vermek. Bu anlamı tercih edenler âyetin, daha sonra gelen ve zekâtın farz olduğunu bildiren başka âyetlerle neshedildiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak, diğer birçok müfessir gibi âyeti birinci mânada yorumlayan Fahreddin er-Râzî’ye göre ikinci anlamı tercih etsek bile bundan nesih sonucuna varmak gerekmez; çünkü zekât hakkındaki âyetler malî fedakârlığın asgari miktarıyla alâkalıdır; bu âyette ise zekâtın da üzerinde mal bağışında bulunmak öğütlenmektedir (XV, 95-96; her iki yorumla ilgili rivayetler için bk. Taberî, IX, 153-155).

Başkaları karşısında kolaylaştırıcı olmak, suç ve kusurlarını bağışlayarakonları affedip ceza sıkıntısından kurtarmak gibi başkalarına mal yardımında bulunmak da bir fedâkarlıktır. Bu sebeple âyetteki af kelimesinin her iki anlamda da fedakârlığı içerdiğini ve dolayısıyla burada hem insanlara mal yardımında bulunmanın hem de sertlik yerine yumuşaklık ve kolaylaştırıcılığın, Türkçe’deki anlamıyla affın ve hoşgörünün öğütlendiğini düşünmek daha isabetli olacaktır. Râzî âyetin bu kısmını –ilgili âyetlere göndermeler de yaparak (bk. Âl-i İmrân 3/159; Nahl 16/125)– şöyle açıklar: “Kolaylığı seç buyruğu, malî haklarla ilgili her konuda cimrilikten sıyrılmak, insanlarla güzel ahlâka dayalı ilişkiler kurmak, katılık ve sertlikten uzak durmak, işleri kolaylaştırmak, insanları hak dine çağırırken de ince ve yumuşak bir uslûp kullanmak” (XV, 96).

2. İyiliği emretme. “İyi olan” diye çevirdiğimiz ve Türkçe’de “örf” şeklinde telaffuz edilen urf kelimesi, “bilme, tanıma” mânasındaki irfan kökünden bir terim olup, aynı kökten ma‘rûf kelimesi gibi “iyilik olarak bilinen ve benimsenen şey” anlamında kullanılır (Râgıb elİsfahânî, el-Müfredât, “arf” md.). Râzî de bu terimi, genel bir ifadeyle, “yapılması gerekli olan, yapılması yapılmamasından daha iyi olan her türlü iş” şeklinde açıklamıştır (XV, 96). Buna göre örf kelimesi, sadece yapılması farz olan tutum ve davranışları değil, aynı zamanda mendup olan, dinin özel hükümlerine ve genel amaçlarına ters düşmemek şartıyla aklıselimin ve kamu vicdanının hayırlı ve yararlı görüp âdet haline getirdiği her türlü dinî ve dünyevî konulardaki iyilik ve güzellikleri de içermektedir. Nitekim Taberî de “Allah’ın emrettiği veya mendup saydığı bütün işler örf kapsamına girer. Allah âyette özel bir anlamı tahsis etmemiştir. Doğrusu şudur ki Allah, elçisine –herhangi bir çeşidini ayırmaksızın– genel olarak iyiliği emretme görevini yüklemiştir” diyerek bu hususa işaret etmiştir (IX, 156).

3. Cahillere aldırmamak. Âyetteki cahil kelimesi, bilgisizlikten ziyade saldırganlık, barbarlık, zulüm, haksızlık, küstahlık, inatçılık gibi kötü huylardan oluşan ahlâk bozukluğunu ifade etmektedir (kelimenin bu anlamı için bk. Mâide 5/50; Feth 48/26). Cahillere aldırmamak, onların tuttukları yolun yanlışlığını göstermemek, bozuk inançlarını düzeltme yönünde çaba harcamamak anlamına gelmez; çünkü bu İslâm’ın varlık sebebine ve genel olarak peygamberlerin gönderiliş hikmetlerine aykırıdır. Şu halde cahillere aldırmamanın mânası, insanları hak ve hakikat çizgisine, iyilik ve doğruluk yoluna çağırırken kendini bilmezlerin edep ve ahlâkla bağdaşmayan kötü ve çirkin davranışlarına, küstahça hareketlerine, haksızlıklarına aynıyla karşılık vermemek, bu tür hareketler karşısında öfkeye kapılarak affedici olmaktan, iyiliği emretmekten vazgeçmemek; aksine ısrarla sabırlı, hoşgörülü, kolaylaştırıcı ve bağışlayıcı olmaktır.

Taberî’nin kaydettiği bir rivayete göre bu âyet geldiğinde Resûlullah’ın bir sorusu üzerine Cebrâil, “Rabbin sana kötülük edene senin iyilik etmeni, sana vermeyene senin vermeni ve senden uzak kalıp ilgileri koparanlarla senin dostluk ve akrabalık ilişkini sürdürmeni emrediyor” diyerek âyete örnekleme yoluyla açıklama getirmiştir. Aynı müfessirin de belirttiği gibi her ne kadar yüce Allah bu âyette peygamberine hitap etmişse de esasında bütün kullarını eğitmeyi amaçlamıştır (IX, 156).

Bir önceki âyette Hz. Peygamber’e (onun şahsında ümmetine), insanlarla ilişkilerinde kolaylık göstermeye, affedici ve hoşgörülü olmaya dayalı bir tutum sergilemesi emredildikten sonra burada da eğer Hz. Peygamber (dolayısıyla herhangi bir mümin), kendini bilmezlerin uygunsuz davranışları karşısında öfkeye kapılıp bu ince tutumunu terkederek sertleşmesine, cahillerin kötülüklerine kötülükle karşılık vermesine yol açacak bir kışkırtma duygusuna kapılırsa, bunun şeytandan gelen bir fitleme olduğunu bilerek şeytana kapılmaktan Allah’a sığınması, bu fitlemeye aldırmayıp sabırlı, affedici ve hoşgörülü olmaya devam etmesi gerektiği bildirilmekte; nitekim takvâ sahiplerinin de böyle yaptıkları yani içlerine şeytandan kaynaklanan kötü, zararlı ve yıkıcı bir duygu veya düşünce doğduğunda hemen zihnî melekelerini harekete geçirerek doğru olanı bulma yolunda düşünüp taşındıkları; Allah’ın böyle durumlar karşısında nasıl davranmak gerektiğine dair uyarılarını, irşadlarını hatırlayarak basîretli yaklaşımlarıyla gerçeği, doğru ve isabetli tutumun ne olduğunu görüp ona göre hareket ettikleri ifade buyurulmaktadır. Şu halde Kur’ân-ı Kerîm’in “en yüksek şeref ve değer” kabul ettiği (Hucurât49/13) takvâ erdemine sahip olmanın şartlarından biri de kötülüğe kötülükle cevap vermemek, cahillerin seviyesine düşmemek, aksine olabildiğince kolaylık, özveri, barış ve uzlaşmadan yana olmaktır.

“Dostlar” diye çevirdiğimiz âyet metnindeki ihvân kelimesinin tekili olan ah kelimesi sözlükte “kardeş” mânasına gelmekle birlikte mecazi olarak “arkadaş, dost, insanın sevip saydığı, aynı dünya görüşünü, aynı inanç ve değerleri paylaştığı kişi” anlamını da ifade eder. Kelime Kur’ân-ı Kerîm’de (Hucurât 49/10, 12), hadislerde (Buhârî, “Îmân”, 22, “Mezâlîm”, 3; Müslim, “Eymân”, 38, 40, “Birr”, 32; Tirmizî, “Birr”, 29) ve diğer İslâmî kaynaklarda bu mânasıyla yani müslümanlar arasındaki inanç ve ideal birliğinden doğan sevgi ve kaynaşmayı ifade etmek için geniş olarak kullanıldığı gibi –konumuz olan âyette görüldüğü üzere– şeytan ile inkârcılar arasındaki ve inkârcıların kendi aralarındaki birlik ve yakınlığı ifade etmek için de kullanılmıştır.

Önceki âyette işaret buyurulan müşriklerin azgınlıklarına, bozgunculuk ve küstahlıklarına bir örnek olmak üzere burada onların, peygamberliğini kanıtlamak üzere Resûlullah’ın zaman zaman gösterdiği mûcizeler karşısındaki inkârcı ve alaycı tavırları hatırlatılmaktadır. Onlar, gerçekten Hz. Muhammed’in hak peygamber olup olmadığını anlamak için değil, tamamen ciddiyetten uzak olarak sırf onu rahatsız etmek, huzurunu bozmak, zor durumda bırakmak ve insanlar karşısında küçük düşürmek gibi kötü niyete dayalı sebeplerle ondan mûcize göstermesini isterlerdi; Hz. Peygamber bu isteği yerine getiremeyeceğini belirtince de “Onu da derleyip toplasaydın ya (bir şeyler uydursaydın ya!)” gibi mûcizelerin düzmece olduğunu ima eden alaycı sözler sarfederlerdi. Bu küstahça tavra karşılık, “Cahillere aldırma!” buyruğu gereğince Resûlullah’ın–onların seviyesine düşmeden, olgun bir tavırla– “Ben sadece rabbim den bana vahyedilene uyarım...” şeklinde cevap vermesi istenmiş ve bu suretle asıl güç ve yetkinin Allah’a ait olduğu, peygamberin de O’nun hükümlerine bağlı bulunduğu, her kulun yapması gereken şeyi onun da yaptığı yani Allah’tan kendisine indirilen vahye (Kur’an’a, O’nun buyruk ve yasaklarına) uyduğu belirtilmiştir. Çünkü mûcize, peygamberin istediği zaman sergileyeceği bir mârifeti değil, şartlara göre peygamberleri aracılığıyla bizzat Allah Teâlâ’nın gerçekleştirmiş olduğu bir olaydır. Aynı şekilde peygamberin görevi de mûcize icat etmek değil, Allah’ın kitabına uymak, hayatını ondaki hükümlere göre düzenlemektir.

Kuşkusuz hissî (duyulara hitap eden) mûcizelerin, onları sergileyenlerin peygamberliğini kanıtlamak bakımından dinler tarihinde önemli bir yeri ve etkinliği olmuşsa da konumuz olan âyet-i kerîmeye göre insanların asıl muhtaç oldukları ve dolayısıyla asıl ilgilenmeleri gereken şey, bu mûcizelerden ziyade kalbe ve akla hitap eden, dolayısıyla Hz. Muhammed’in en büyük mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Nitekim bu gerçeğe işaret etmek üzere “İşte bu Kur’an, rabbinizden gelen kanıtlardır, inanan bir topluluk için hidayettir, rahmettir” buyurulması son derece anlamlıdır.

Âyetin metninde Kur’ân-ı Kerîm’in “basâir, hüdâ ve rahmet” şeklinde üç özelliği sıralanmakta; böylece Kur’ân-ı Kerîm’in, insanoğlunun üç büyük arayışına, ihtiyacına cevap verdiğine işaret edilmektedir. “Kanıtlar”diye çevirdiğimiz besâir kelimesinin tekili olan basîret, genellikle “gerçeğin ortaya çıkmasını, açıklığa kavuşmasını sağlayan şey, bilgi, kesinlik, delil, kanıt” şeklinde açıklanmaktadır. Hüdâ “hidayet, doğru yol, kurtuluş yolu”, rahmet ise “acıma, şefkat gösterme, merhamet etme” anlamı yanında “iyilik, nimet” ve daha genel olarak “mutluluk veren şey” mânasına da gelir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “bsr”, “rhm”, “hdy” md.; İbn Âşûr, IX, 238). Şu halde Kur’ân-ı Kerîm bir yandan insanların din ve dünya hayatlarıyla ilgili olarak doğru bilgiler ihtiva etmekte, bu hususta gerçeklerin kesin kanıtlarını içermekte, aklı aydınlatmakta, itikadı düzeltmekte, doğru yolu göstermekte; diğer yandan hem bireye hem de topluma yön vermekte, hidayet ve kurtuluş sağlamakta; nihayet bireyleri ve toplumları gerçek hayra, nimete ve mutluluğa götürmektedir. Âyetin sonunda Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği bu imkânlardan ancak inananlar kesiminin yararlanabileceğine işaret edilmektedir.

Yukarıda Kur’an’ın insanlık için hangi bakımlardan ve ne kadar büyük bir değer ifade ettiği belirtildikten sonra burada da özetle kelâmullahı dinlemenin edep ve erkânı gösterilmektedir. Buna göre Kur’an okunduğu sırada müslüman ona ilgisiz kalmayacak, kulak verip dikkat kesilecek, saygıyla ve ilgiyle dinleyecektir; çünkü o, her şeyden önce Allah’ın sözüdür, onda konuşan Allah’tır. Bu sebeple Kur’an’a kulak vermemek Allah’ın konuşmasına kulak vermemek ve dolayısıyla bir bakıma Allah’a karşı edepsizlikte bulunmak anlamına gelir. Ayrıca anlamları üzerine düşünüp kavrayabilmek ve sonuçta rahmet ve bereketinden yararlanabilmek için de onu yoğun bir dikkatle dinlemek gerekmektedir. İbn Âşûr’un da işaret ettiği gibi (IX, 239) “... onu dinleyin ve sessiz durun” buyruğu, beden kulaklarıyla Kur’an’ı dinlemeyi, tilâvet sırasında konuşmamayı, başka şeylerle ilgilenmemeyi ifade ettiği gibi mecazî mânada “Kur’an’ı dinlemek” aynı zamanda “onun buyruklarına uyup yasaklarından kaçınmak” anlamına da gelir. En iyisi, âyetin hem hakiki hem de mecazi anlamda Kur’an’a kulak vermeyi emrettiğini kabul ederek, Kur’an okunurken başka şeylerle ilgilenmeden onu saygıyla ve dikkatle dinlemek, bununla da yetinmeyip buyruklarını yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmaktır. İşte bu sayede Kur’ân-ı Kerîm’in –bir önceki âyette işaret edilen– “rahmet” özelliğinin de hayatımıza yansıyacağı, dünyamızı ve âhiretimizi güzelleştireceği âyetin sonunda ifade edilmektedir. Müslüman, Kur’ân-ı Kerîm’i beden kulağı ile dinlemek, Allah’a ve O’nun kelâmına saygı göstermekle Allah kelâmı karşısında takınmış olduğu bu edepli ve ahlâklı tavrının sevabını kazanacak, O’nun tarafından ödüllendirilecek; Kur’an’ı can kulağıyla dinlediği gibi kalp ve aklı ile de dinlemek suretiyle onun içeriği üzerinde düşünerek kalbini ve aklını aydınlatacak, imanına güç katacak, yanlışlarını düzeltecek, doğrularını arttıracaktır; böylece bu ve buna benzer kazanımlarıyla âyetin sonunda ifade buyurulan rahmet ve merhamete ulaşmış olacaktır.

Bu âyetten dolaylı olarak çıkarılması gereken bir ders de şudur: Çarşı, pazar, sokak, kahvehane, lokanta gibi uygun olmayan ortamlarda, pratikte Kur’an’ı dinlemenin mümkün olmadığı yerlerde açıktan Kur’an okumak veya –dışarıda namaz kılanlar bulunması gibi bir zaruret olmadıkça– camilerde okunan Kur’an sesini cami dışına vermek doğru değildir; böyle durumlarda insanların durup Kur’an’ı dinlemeleri çeşitli yönlerden sıkıntıya yol açacağı için Kur’an okuyacak kimse, insanların onu dinleyebilecekleri yerlerde ve şartlarda okumalı ve böylece Kur’ân-ı Kerîm’e saygısızlık görünümü veren davranışların sergilenmesine sebep olmaktan sakınmalıdır.

Hz. Peygamber döneminde inkârcıların elebaşıları halka, “Bu Kur’an’a kulak vermeyin, okunurken gürültü yapın, belki bastırırsınız” (Fussılet 41/26) diyerek Allah’a, O’nun kitabına ve peygamberine karşı düşmanlık ve saygısızlıklarını sergiliyorlardı. Aynı yerde “Allah’ın düşmanları” olarak nitelenen bu inkârcıların şiddetli bir azapla cezalandırılacakları bildirilmektedir. Konumuz olan âyette ise –Allah’ın kelâmını susturmaya, tesirini önlemeye, sesini boğmaya kalkışan, bu yüzden de “Allah’ın düşmanları” olarak nitelenmek suretiyle alçaltılan o inkârcıların yaptıklarının tam aksine– müslümanların da onu dinleyerek saygı ve bağlılıklarını göstermeleri ve sonuçta ilâhî rahmete liyakat kazanmaları gerektiği ifade buyurulmaktadır. Nitekim Kurtubî’nin kaydettiği bir rivayette bu âyet, Fussılet sûresinin anılan âyetinden sonra ve müşrik elebaşılarının orada bildirilen çağrılarına cevap olarak inmiştir (VII, 337-338).

Bu âyetten Kur’ân-ı Kerîm okunurken müslümanların konuşmayı bırakıp onu dinlemeleri istenmekle birlikte bunun farz olup olmadığı, farz olması durumunda da bu hükmün mutlak olup olmadığı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Hasan-ı Basrî’ye dayandırılan bir görüşe göre Kur’an okunduğunda onu dinlemek her zaman farzdır; Mâlikîler ise âyetin farziyet değil tavsiye (nedb) anlamı taşıdığını ileri sürmüşlerdir. Ancak âlimlerin çoğunluğu bu âyetin sadece Hz. Peygamber Kur’an okuduğunda onu dinlemeyi ve buna ek olarak –diğer zamanlarda değil– sadece namaz ve hutbe esnasında imamın ve hatibin okuduklarını dinlemeyi farz kıldığını belirtmişlerdir. Hanbelî ve Hanefî âlimleri, cemaatla namaz esnasında imam açıktan veya gizli olarak Kur’an okurken cemaatin okumamaları gerektiği yönündeki hükmü bu âyete dayandırmışlardır (bu husustaki rivayetler için bk. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, II, 827-828; Reşîd Rızâ, IX, 508-509).

Bir önceki âyette Kur’ân-ı Kerîm’i dinleme âdâbından söz edildikten sonra burada da zikir âdâbı özetlenmektedir. Sözlükte “bir şeyi kalple veya dil ile anma, hatırlama, akılda tutma” anlamına gelen zikir kelimesi, dinî bir terim olarak “Allah’ı anmak, hatırlamak, dilde ve gönülde tutmak, O’nu unutmamak, gaflet halinde olmamak” mânasında kullanılır; daha özel olarak Allah ismini ve esmâ-i hüsnâyı, “lâ ilâhe illallah” gibi diğer dinî ifade kalıplarını dilde tekrar etmeye de zikir denir. Tarikat ehlinin Allah’ın isimleriyle dinî mahiyetteki başka bazı kelime ve ibareleri belli zamanlarda ve belli sayılarda düzenli olarak dilde tekrar etmeleri de zikir kelimesiyle ifade edilir. Fakat Kur’ân-ı Kerîm’de (Ra‘d 13/28; Nûr 24/37) ve hadislerde (Tirmizî, “Du‘â”, 4-8; İbn Mâce, “Edeb”, 53) zikir, genellikle herhangi bir zaman veya sayı belirlemeksizin, müminin dilinde Allah ismini ve zihninde Allah bilincini daima canlı tutmasını ve bu bilinçle yaşamasını ifade eder. Konumuz olan âyette Allah’ı dil ile zikrederken aynı zamanda ruhen de zikir halinde olmak, kulluk şuuru ve edebiyle, Allah’a saygıdan dolayı ürpererek yakarış hali içinde O’nu zikretmek gerektiği belirtilmektedir. Konuyu bütün yönleriyle büyük bir vukufla inceleyen Gazzâlî (İhyâ’, I, 293-304), zikrin bütün ibadetlerin en yücesi ve en faydalısı olduğunu, fakat bu özelliği taşıyabilmesi için zikreden kişinin kalbinde ünsiyet (kendini Allah ile beraber bilme) ve sevgi duygusunun bulunması gerektiğini ifade etmekte; böyle bir ruhî halin eşlik etmediği, sadece dilde kalan zikrin insanın mânevî hayatına ve ahlâkî gelişmesine hiçbir katkıda bulunmadığını belirtmektedir. Nitekim âyetin sonundaki “Gafillerden olma!” uyarısı da bu hususa işaret etmektedir.

Mekke müşrikleri Hz. Muhammed’in dinine uyarak Allah’a kulluk etmeyi ve özellikle Allah’ı tesbih edip O’nun huzurunda secdeye kapanmayı nefislerine yediremezler, kibirleri akıllarına galip gelirdi. Müfessirler çoğunlukla “rabbinin katında bulunanlar” ifadesinde meleklerin kastedildiğini düşünürler (Taberî, IX, 168). Şu halde Allah’a yakınlıkları, “rabbinin katında bulunanlar” diye ifade edilecek kadar ileri derecede olan melekler bile kulluk etmekten geri durmayıp tesbih ve secde ederek kulluk faaliyetlerinde bulunduklarına göre her an günah işleme durumunda bulunan insanların ibadete daha çok ihtiyaçları bulunduğu açıktır. Öte yandan bu âyet bize ibadetin, behîmî sınırları aşarak meleklerle ortak davranış düzeyine ulaşmış insanlara mahsus bir makamı ifade ettiğini göstermektedir. Nitekim burada meleklerin üç özelliği sıralanmaktadır: İbadet, tesbih, secde. İbadet, kulun Allah’ı rab tanıyıp O’nun huzurunda belli davranışlarla saygısını ifade etmesi; tesbih, O’nu her türlü eksiklikten tenzih edip yüceltmesi; secde ise herkese karşı dik tuttuğu başını sadece Allah’ın huzurunda eğmesi, yere koymasıdır.

Böylece A‘râf sûresi, dolaylı bir ifade ile bize, Allah’a kulluğu en büyük şeref bilip dilimizle ve kalbimizle O’nu tesbih etmemizi, O’nun karşısında tam bir tevâzu ile secdeye kapanmamızı; Allah’ın rızâsını nefsimizin isteklerinden üstün bilip O’nun isteklerini nefsanî arzularımızdan daha önemli görmek suretiyle meleklere yaraşır bir kulluk şuuruna ve yaşayışına ulaşmamızı, diğer bir ifade ile yönümüzü insanlık düzeyinin aşağısına çevirerek sadece nefsimizin hayvanlarla ortak tarafını oluşturan arzu ve ihtiraslarını tatmin peşinde koşmak yerine, zihnimizi ve kalbimizi yukarılara çevirip Allah’a iman ve kulluk ederek meleklerle ortak çizgiyi paylaşmamızı telkin eden âyetle son bulmaktadır.

En son gelişmelerden haberdar olmak için whatsapp kanalımızı takip edin