Nasıl ki surelerin meallerine bakarken iniş sebeplerinin de bilinmesi de gerekiyorsa tefsirini bilmekte hepsinden daha faziletli ve Kur-an'ı anlamak ve anlatmak istediğini öğrenmek açısından o kadar önemlidir. Bu yeni başlayacağımız tefsir bölümünde 114 surenin de yapılan tefsirlerini sizlere sunmaya çalışacağız. Âl-i İmran Suresinin tefsiri nedir? İşte mübarek Müslümana yol gösterici Kur-an'ın Âl-i İmran Suresinin tefsirini haberimizde okuyabilirsiniz.
Âl-i İmran Suresi 181. - 185. ayet
Allah fakirdir, biz zenginiz" diyenlerin sözünü and olsun ki Allah işitmiştir. Hem bu söylediklerini hem de haksız yere peygamberleri öldürmelerini elbette yazacağız ve "Yakıcı azabı tadın!" diyeceğiz.
Bu, ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullara asla zulmedici değildir.
Onlar, "Doğrusu Allah, ateşin yiyeceği bir kurban getirinceye kadar hiçbir peygambere inanmama hususunda bizden söz aldı" diyenlerdir. De ki: "Benden önce nice peygamberler size mûcizeler ve dediğiniz şeyi getirmişlerdi. Doğru söylüyorsanız onları niçin öldürdünüz?"
Seni yalanladılarsa bil ki senden önce belgeler, sahîfeler ve aydınlatıcı kitap getiren peygamberler de yalancılıkla suçlanmışlardı.
Herkes ölümü tadacaktır; yaptıklarınızın karşılığı size eksiksiz olarak ancak kıyamet gününde verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılır da cennete konursa artık kurtulmuştur. Dünya hayatı zaten aldatıcı şeylerden ibarettir.
Bakara sûresinin "Kim Allah'a güzel bir borç verirse Allah da bunu kat kat fazlasıyla öder" mealindeki 245. ayeti indiğinde buradaki zarif ifadeyi anlamayan veya anlamazlıktan gelen yahudiler bu ayetle alay etmiş ve "Allah servetini kaybetti, şimdi de kullarından borç istiyor" demişler, bunun üzerine bu ayet inmiştir. Başka bir rivayete göre ise Bakara sûresindeki ayet inince yahudiler Hz. Peygamber'e gelerek, "Ey Muhammed! Rabbin fakir mi ki kullarından borç istiyor?" demişler, bunun üzerine bu ayet inmiştir. Âyetin iniş sebebi olarak tefsirlerde yer alan ayrıntılı rivayetlerin özeti budur (bilgi için bk. Şevkanî, I, 452, 454; Elmalılı, II, 1238; Ateş, II, 151). Bu sözü söyleyenlerin kimler oldukları ayette açıkça belirtilmemiş olmakla birlikte, sözün akışı içinde anılan "peygamberlerin öldürülmesi" olayı yahudiler hakkında olduğu için bu sözün de onlar tarafından söylenmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Yahudilerin bu alaylı ifadelerinin, peygamberleri öldürme günahı ile bir tutulması, bir taraftan bu sözleri söylemenin büyük bir suç sayıldığını, diğer taraftan da onların ilk günahının bu olmadığını, daha önce de peygamberlerin canlarına kıydıklarını göstermektedir. Her ne kadar peygamberleri öldürenler bu sözü söyleyenlerin kendileri değilse de bunlar atalarının inanç ve yaşayışlarını paylaşmaları sebebiyle aynı zihniyetin sahipleri ve onların devamı olmak bakımından kınanmışlardır. Bu sözleri yüce Allah'ın işittiğinin bildirilmesi, ayrıca "Hem bu söylediklerini hem de haksız yere peygamberleri öldürmelerini elbette yazacağız!" buyurulması, yahudilerin bu küstahça davranışlarının affedilmeyeceğini ve bundan dolayı şiddetli bir şekilde cezalandırılacaklarını gösteren sert bir tehdittir. Nitekim ayetin "Yakıcı azabı tadın, diyeceğiz" mealindeki son cümlesi de bunu ifade etmektedir. 182. ayet de yüce Allah'ın ahirette yahudilere vereceği bu cezanın bir haksızlık ve adaletsizlik olmadığını, bunun sırf onların kendi elleriyle yaptıkları işler, dilleriyle söyledikleri sözler ve kalplerindeki inanç bozukluğu sebebiyle gerçekleşeceği ifade buyurulmuştur.
Sözlükte masdar olarak "yaklaşmak", isim olarak da "Allah'a yakınlık sağlamaya vesile kılınan şey" anlamına gelen kurban kelimesi, dinî bir terim olarak "ibadet maksadıyla belirli şartları taşıyan hayvanı usulünce boğazlamak veya bu şekilde boğazlanan hayvan" demektir. İnsanlık tarihi boyunca hemen bütün dinlerde kurban uygulamalarının bulunduğu tesbit edilmiştir (bk. Maide 5/27; Hac 22/28-34, 67; Kevser 108/2).
"Yakılan kurban" tabiri Kitab-ı Mukaddes'te de geçmektedir (Levililer, 1, 7 vd.; Tesniye, 15/16; I. Krallar, 18/38). "Allah fakirdir, biz zenginiz" dedikleri bildirilen Medine yahudilerinden bir grup Hz. Peygamber'e gelerek, "Ey Muhammed! Sen peygamber olduğunu ve sana Allah tarafından bir kitap gönderildiğini iddia ediyorsun. Oysa Allah bizden, ateşin yakacağı bir kurban getirinceye kadar hiçbir peygambere inanmamamız hususunda söz aldı. Bize böyle bir mûcize gösterirsen seni tasdik ederiz" demişler, bunun üzerine bu ayet inmiştir (Razî, IX, 121). Ancak ayetin devamından peygamberlerin bu tür mûcizeler getirdikleri anlaşılmakla birlikte bundan Allah'ın onlara "böyle bir mûcize getirmediği takdirde hiçbir peygambere inanmamalarını emrettiği" anlamı çıkmaz. Bilakis ayet onları yermekte ve iddialarında doğru olmadıklarına işaret etmektedir. Çünkü daha önce Zekeriyya ve Yahya gibi birçok peygamber, diğer mûcizelerin yanında onların istediği bu mûcizeyi de getirmişlerdi; ancak bunların ataları o peygamberleri öldürmüşlerdir (İbn Âşûr, IV, 186).
Rivayete göre eskiden bir kimse bir sadaka verdiğinde sadakasının kabul edilip edilmediğini öğrenmek için Allah'a bir kurban takdim ederdi, sadakası kabul edilmişse Allah tarafından gökten gönderilen bir ateş o kurbanın üzerine iner ve onu yakardı (Taberî, 1V, 197). Bu şekilde kurban takdim etme olayı İsrailoğulları'na gönderilen peygamberler için bir mûcize olmuştu. Peygamberin, Allah tarafından gönderilmiş olduğunu ispat etmesi için bir kurban kesilir, peygamber kalkar dua eder, bunun üzerine gökten inen bir ateş o kurbanı yakardı. Bu durum o peygamberin iddiasında doğru olduğunu gösteren bir mûcize olurdu (krş. Zemahşerî, I, 234; I. Kırallar, 18/36-38). Ancak peygamberlerin mûcizeleri sadece bundan ibaret değildi. Her peygamber kendi zamanına ve hitap ettiği topluma uygun olarak çeşitli mûcizeler getirmiştir. Nitekim Hz. Îsa'nın ve Hz. Muhammed'in mûcizeleri tamamen farklı şeylerdi. İsrailoğulları'na gönderilen peygamberler onların istedikleri mûcizelerden fazla olarak başka mûcizeler de getirmiş olmalarına rağmen onlar birçok peygamberi öldürmüşlerdir. Yüce Allah onları kınamak üzere "Doğru söylüyorsanız onları (peygamberleri) niçin öldürdünüz?" buyurarak onların Hz. Peygamber'den kurban mûcizesi istemelerinde samimi olmadıklarına işaret etmektedir.
"Belgeler" diye çevrilen beyyinat kelimesi "açık kanıtlar, belgeler veya mûcizeler" anlamına gelmektedir; zübür ise "kitap" anlamına gelen zebûrun çoğuludur. "Aydınlatıcı kitap"tan maksat Tevrat veya herhangi bir ilahî kitaptır. Burada Hz. Peygamber teselli edilmekte ve ondan yahudilerin kendisini yalanlamalarına üzülmemesi istenmektedir. Çünkü onların bu tutumu Hz. Peygamber'in getirmiş olduğu mûcizelerdeki veya kitaptaki eksiklikten değil, aksine niyetleri ve inançları bozuk olan insanların öteden beri peygamberlere karşı açığa vurdukları isyan duygusundan ileri gelmektedir. Önceki peygamberler de kitaplar getirmişler ve mûcizeler göstermişlerdi. Özellikle Hz. Mûsa, Tevrat gibi itikadî, ahlakî ve hukukî hükümleri içeren büyük bir kitap getirmişti. Buna rağmen insanlar o peygamberleri de yalancılıkla suçlayıp onlara da isyan ettiler. Şu halde yahudilerin Hz. Peygamber'i yalancılıkla itham etmeleri şaşılacak bir olay sayılmamalıydı
Bu ayet de Uhud Savaşı'nda başlarına birçok sıkıntı gelmiş olan müminleri teselli etmekte ve münafıkları kınamaktadır. Çünkü münafıklar, Uhud Savaşı'nda şehit olanlar kendileriyle istişare etselerdi onlara selamet yolunu göstereceklerini ve onları ölümden kurtaracaklarını iddia ediyorlardı. Bir kısım müslümanlar da dinleri ve vatanları uğrunda savaşa çıkmış olan müminlerin böyle bir yenilgiye uğramalarına hayret ediyor ve bunun Allah'ın kendilerini yardımsız bırakmasından kaynaklandığını sanıyorlardı. Ancak önceki ayetler durumun öyle olmadığını açıkça ortaya koydu. Çünkü o ayetlerde, şeytanın ganimet toplamak için nöbet mahallini bırakan müslümanları aldatıp ayaklarını kaydırdığı (3/155), bununla birlikte bu sıkıntıların da yine Allah'ın iradesi dahilinde ve müminlerin münafıklardan ayırt edilmeleri için meydana geldiği (3/166, 167), ayrıca bu yenilginin sonraki savaşlar için bir ders olması gibi daha başka hikmetlerinin bulunduğu bildirilmişti. Yine daha önce geçen ayetlerde yüce Allah müminlerin şehit olmalarının üzülmeyi, münafıkların sağ kalmalarının da sevinmeyi gerektiren bir durum olmadığını, kim olursa olsun eceli geldiğinde öleceğini haber vermişti. Bu ayette ise daha kapsamlı bir ifade ile her canlının ölümü tadacağı, ancak Allah yolunda gayret gösteren şehit veya gazi olan müminlerin mükafatlarının kıyamet gününde verileceği belirtilmektedir. Yani nasıl olsa her canlının akıbeti ölümdür. Bugün ölmezse yarın ölecektir. O halde müminler, münafıkların propagandalarına aldanıp da şehit vermelerinden dolayı fitneye düşmemeli ve Allah'ın yardımı hakkında yanlış düşüncelere kapılmamalıdır.
Bazı alimler nefsin "ruh ve zat" anlamına geldiği gerekçesinden ve "Herkes ölümü tadacaktır" mealindeki bu ayetten hareketle ruhun ölmeyeceği kanaatine varmışlardır. Çünkü tatmak bir hayat eseri olup tatma anında tadan kimsenin diri olmasını gerektirir. Buna göre ayetten anlaşılan şudur: Ruh ve beden ayrı ayrı varlıklar olduğu için bedenin ölmesiyle ruh ölmeyecektir; diri ve baki olan ruh (nefis), bedenin ölümünü tadacaktır. Bu görüşte olanlar, ahiret kavramını da ruhun ölmezliği prensibine dayandırarak, ahiret hayatını ruhsal bir hayat şeklinde düşünmüşlerdir. Başka birçok müfessir ise bu yorumun bir zorlama olduğunu ileri sürerek "Her nefis ölümü tadacaktır" mealindeki cümlenin, "Her nefis ölecektir" anlamına geldiğini söylemiştir (Elmalılı, II, 1244).
Elmalılı'ya göre ölümden sonra nefis ve ruhun büsbütün yok olmayıp bir süre daha kalabileceği başka delillerle sabit ise de genel anlamda bütün ruhların ölmez olduğu iddiası ne aklen ne de naklen sabittir. Ancak, "Her nefis ölümü tadacaktır" hükmü de genel anlamda carî olmayıp bunun da istisnaları vardır. Nitekim Zümer sûresinin 68. ayetinde sûra üflendiği zaman göklerde ve yerde ne varsa hepsinin öleceği, ancak Allah'ın, dilediği kimselerin ölmeyecekleri bildirilmiştir. Bu sebeple göklerde ve yerde meleklerden ve ruhlardan diri kalanlar olacaktır (II, 1244 vd.).
Süleyman Ateş, İbn Kayyim'in ruhun ölmezliğini aklî ve naklî kanıtlarla ispata çalıştığını naklettikten sonra şöyle der: "Ruh yaratılmıştır, evveli vardır ama sonu yoktur. Ruha ölümsüzlük verilmiştir. Beden içinde olgunlaşan ruh, bedenden ayrıldıktan sonra varlığını korur, dünyada yaptığı işlere göre ya güzel yerlerde bulunur veya bir süre azap çeker. Kıyamet gününde ruhlar tekrar bedenlere sokulup haşrolunurlar. Âyet ve hadislerden anladığımız budur. Gerçeği Allah bilir" (II, 155; nefis hakkında bilgi için bk. Nisa 4/1).
Yapılan iyi veya kötü işlerin bütün karşılığını dünyada iken almak çok zaman mümkün olmayabilir. Mesela şehitlerin mükafatlarını dünyada almaları mümkün değildir. Asıl mükafat veya cezalar ahirette eksiksiz olarak ödenecek ve ebedî mutluluk veya bedbahtlık orada olacaktır. Dünya geçici olduğu için dünyada alınan karşılıklar da geçici ve aldatıcıdır. Bu yüzden ayette "Dünya hayatı zaten aldatıcı şeylerden ibarettir" buyurulmuştur. Bir kimsenin dünyada bolluk ve refah içinde yaşaması onun kurtuluşa erdiği anlamına gelmediği gibi fakirlik ve yoksulluk içerisinde yaşaması da onun yanlış yolda ve Allah'ın yardımından yoksun, bedbaht biri olduğunu göstermez. Asıl kurtuluş ve mutluluk ahirette cehennem azabından kurtulup cennet nimetlerine erişildiğinde gerçekleşecektir. Âhiret hayatı kalıcı ve sürekli olduğu için Hz. Peygamber kişinin cennette sahip olacağı en küçük bir yerin fani olan dünyadan ve orada bulunan nimetlerden daha hayırlı olduğunu bildirmek üzere şöyle buyurmuştur: "Sizden birinizin kamçısının cennette işgal edeceği az bir yer, dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır!" (Buharî, "Cihad", 73; "dünya hayatının geçici menfaatleri" konusunda ayrıca bk. Âl-i İmran 3/14).
Âl-i İmran Suresi 186. - 191. ayet
Andolsun ki mallarınız ve canlarınız konusunda denemeden geçirilirsiniz; şüphesiz sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a ortak koşanlardan birçok üzücü şey işitirsiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız bilin ki bu size gereken davranışlardandır.???????
Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu insanlara mutlaka açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diye sağlam söz almıştı. Ama onlar bunu kulak ardı edip kitabı az bir dünyalıkla değiştiler. Karşılığında aldıkları ne kadar da değersiz!???????
Sanma ki yaptıklarından memnun olanlar, yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananlar, evet, sanma ki onlar azaptan kurtulacaklardır! Onlar için elem verici bir azap vardır.???????
Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah'ın her şeye gücü yeter.???????
Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün farklı oluşunda aklıselim sahipleri için elbette ibretler vardır.
Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: "Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru!???????
Bir önceki ayette her canlının öleceği bildirilmiş ve dünya hayatının aldatıcı zevk ve menfaatlerden başka bir şey olmadığı vurgulanarak müminler bu ayette verilecek haberlere psikolojik olarak hazırlanmıştır. Burada müminlerin, Allah'ın kendilerine lutfettiği mal ve can konusunda denenip sınanacakları, daha önce kendilerine kitap verilmiş olan yahudi ve hıristiyanlarla putperest müşrikler tarafından birçok eziyetlere ve sıkıntılara, özellikle sözlü saldırılara maruz kalacakları haber verilmekte, müminlerden bu sıkıntılara kendilerini hazırlamaları, olayları sabır ve metanetle karşılamaları, Allah'ın rızasına aykırı davranışlardan sakınmaları istenmektedir. Ayrıca yüce Allah müminlerin, Ehl-i kitap veya müşriklerden gelecek tahriklere kapılmamalarını; onların suçlamalarına, sataşmalarına, alay etmelerine, kötü söz ve propagandalarına karşı sabırlı olmalarını; yanlış, adaletsiz, ahlak dışı söz ve hareketlerden sakınmalarını, azimli, kararlı ve sabırlı olmalarını, sıkıntılara katlanmalarını, maddî ve manevî olarak zarar veren her türlü kötü davranıştan sakınmalarını istemektedir. Müminler bu şekilde davrandıkları takdirde zafere ulaşacaklardır.
Mekke döneminde uzun süre müşriklerin baskı ve zulümlerine maruz kalan müslümanlar, bu durumdan kurtulmak, kendi devletlerini kurmak ve İslam'ı yaymak maksadıyla mal ve servetlerini hatta birçoğu ailelerini dahi Mekke'de bırakarak Medine'ye göç etmişlerdi. Ancak gerek Mekkeli müşrikler gerekse diğer müşrik Arap kabileleri sürekli olarak müslümanları tehdit ediyor, hatta Medine'ye baskınlar düzenleyerek müslümanları rahat bırakmıyorlardı. Bu sebeple Mekkeli müşriklere karşı Bedir ve Uhud savaşları yapıldı. Âyet-i kerîme, tehdit sürecinin henüz sona ermediğine, müslümanların gelecekte müşriklere ve Ehl-i kitaba karşı mal ve canlarıyla mücadele etmek zorunda kalacaklarına, dolayısıyla mal ve can kaybına uğrayacaklarına işaret etmektedir. Nitekim müslümanlar Mekke'nin fethine kadar sürekli olarak gerek müşriklerin gerekse yahudilerin tehdit ve baskılarıyla karşı karşıya kalmışlar ve bunlara karşı birçok defa savaşmışlardır.
Sözlükte mîsak "yeminle pekiştirilerek verilen söz" demektir. Yüce Allah gönderdiği kitapları insanlara tebliğ etme ve açıklama işini başta ilgili peygamber olmak üzere o dinin mensuplarına emretmiştir; nitekim bu ayette bildirildiği üzere Tevrat'ta yahudilerden, İncil'de de hıristiyanlardan, kendilerine indirilen kitabı ve içerisindeki hükümleri–son peygamber ve getireceği kitap hakkındaki bilgiler dahil olmak üzere– insanlara açıklayacaklarına, onu gizlemeyeceklerine dair söz almıştı (bilgi için bk. Bakara 2/40-42; Âl-i İmran 3/81). Buna rağmen yahudiler dünya menfaatini görünce Allah'a verdikleri sözü göz ardı ettiler; dünya menfaatlerini öne çıkararak vaadlerini unutup Hz. Muhammed'in son peygamber olduğu gerçeğini gizlediler ve Allah'ın ayetlerini görmezlikten geldiler. Gerçekten yahudi tarihi, dinlerine bağlı kalacaklarına dair Allah'a verdikleri sözleri bozan zümrelerle doludur. Nitekim Kur'an-ı Kerîm her fırsatta bunu vurgulamakta ve bundan dolayı yahudileri kınamaktadır (mesela bk. Bakara 2/63, 64, 84, 85, 100-101; Nisa 4/155; Maide 5/70).
Kendi dinlerine karşı sadakatsizlik gösteren (mesela bk. Çıkış, 16/13-30; Sayılar, 15/32-36, 12-50) ve peygamberlerini öldüren bir topluluğun Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkar etmeleri fazla yadırganacak bir husus sayılmaz. Hz. Peygamber, onların kitaplarını ve peygamberlerini tasdik ettiği, ayrıca kendisinin vasıfları ve son peygamber olduğu Tevrat ve İncil'de belirtilerek ona iman etmeleri emredildiği halde yahudi bilginlerinin bunu bilmezlikten ve görmezlikten gelip kendi kitaplarını dahi hiçe sayarak Hz. Muhammed'in peygamberliği ile ilgili Tevrat ayetlerini dünya menfaati karşılığında göz ardı etmeleri onların karakterlerine uygun bir durumdur.
Âyet-i kerîme Ehl-i kitabı eleştirmek üzere inmiş olmakla birlikte hükmü geneldir ve bilgisi olup da onu insanlara açıklamayan veya gizleyen herkes için geçerlidir. Muhammed Abduh da bu ayetin tefsirinde Ehl-i kitap'tan daha ziyade Kur'an'ı insanlara açıklamadıklarından dolayı müslümanları kınamaktadır. Ona göre müslümanlar Kur'an'ı çok iyi korumuş ve kuşaktan kuşağa nakletmiş olmalarına rağmen onun anlamını insanlara yeterince ve doğru açıklamadıkları için onu korumuş olmaları fazla bir şey ifade etmemiştir. Çünkü insanlar onun hidayetinden faydalanamamışlar, hatta müslümanların kendileri dahi ondan saptıklarını, dinlerini korumanın elde kor tutmak kadar zor bir duruma geldiğini, hilekarlığın ve hıyanetin yaygınlaştığını, emaneti koruma anlayışının kalktığını itiraf etmişlerdir. Bütün bunlar Kur'an'ı insanlara açıklamayı terketmenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Abduh'a göre Kur'an'ın anlaşılmasına engel olan en önemli sebep önceki dönemlerde, özellikle III. asırda ilim adamları arasında çıkan ihtilaflardır. Bu dönemde ümmet mezheplere ayrılmış, her grup Kur'an'ı anlama yerine onun kendi mezhebini destekler mahiyette olanlarını almış, aykırı olanlarını ise te'vil etmiştir; halk da bunları takip ederek gruplara ayrılmış ve her grup bir mezhebin kitaplarını okumayı tercih etmiştir. Sonuçta öyle bir zaman gelmiştir ki herkes Kur'an'ın hidayet ve hakemliğine başvurmayı bırakmış, kendi grubunun yaşayan veya ölmüş alimlerine başvurmuştur (bk. Reşîd Rıza, IV, 279).
Rivayete göre Hz. Peygamber yahudileri çağırarak onlara bir mesele sormuş, yahudiler sorunun gerçek cevabını gizleyerek kasten yanlış cevap vermişler; sorusunu cevaplandırdıkları için Hz. Peygamber'in kendilerini takdir etmesini beklerlerken gerçeği gizledikleri için de sevinmişlerdi. İşte ayet onların bu tutarsızlıklarını yüzlerine vurmuştur (Buharî, "Tefsîr", 3/16). Bir başka rivayete göre ayet çeşitli bahanelerle Hz. Peygamber'in seferlerine katılmadıkları, bundan dolayı memnun da oldukları halde katılmış gibi övülmelerini bekleyen münafıklar hakkında inmiştir (Buharî, "Tefsîr", 3/16). Sebep ne olursa olsun ayetin hükmü mümin, kafir ve münafıklardan böyle bir karakter taşıyan herkes için geçerlidir. Bu karakterdeki insanlar övülmeye layık bir iş yapmadıkları halde kendilerinin dindar, Allah'tan korkan bir mümin olarak bilinmelerinden ve bu özelliklerle övülmekten hoşlanırlar. Oysa onların bu iddiaları boş bir kuruntu, kibir ve kendilerini aldatmaktan başka bir şey değildir. Bu sebeple yüce Allah "Sanma ki onlar azaptan kurtulacaklardır! Onlar için elem verici bir azap vardır" buyurarak bu karakterdeki kimselerin şiddetli bir şekilde cezalandırılacaklarını vurgulamıştır.
Âyetin "sanma ki" diye tercüme edilen "la tahsebenne" kısmı, başka bir kıraatte "la yahsebenne" şeklinde okunmuştur. Bu takdirde ayetin meali şöyle olur: "Yaptıklarından memnun olanlar, yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananlar sanmasınlar ki evet onlar sanmasınlar ki bu davranışları kendilerini azaptan kurtaracaktır; onlar için elem verici bir azap vardır."
Ehl-i kitap'tan olanların bu davranışları kendilerini aldatmaktan başka bir şey olmamakla birlikte Hz. Peygamber'i de üzmüştür. Zira onlar, bir önceki ayette belirtildiği üzere gerçeği gizlemeyeceklerine dair Allah'a söz vermiş oldukları halde onu gizleyerek Hz. Peygamber'in sorularına yanıltıcı cevaplar vermişler, üstelik yapmadıkları bir şeyle de övülmek istemişlerdir. Bu sebeple onlar için elem verici bir azap hazırlanmış olduğu kendilerine haber verilmiştir. Bir rivayete göre ise ayet münafıklar hakkında inmiştir.
Muhammed Abduh'un bizim de katıldığımız yorumu şöyledir: Bu ayetle önceki ayetler arasında sıkı bir bağ bulunmaktadır. Sanki yüce Allah şöyle demek istemiştir: Ey müminler! Sakın üzülmeyin, zayıflık göstermeyin, sabırlı olun, kötülükten sakının, azminizi kırmayın, hakkı açıklayın, sakın onu gizlemeyin, Allah'ın ayetlerini az bir değer karşılığında satmayın, yaptığınızla övünmeyin, yapmadığınızla övülmek istemeyin, sizi üzecek olaylara karşı Allah size yeter; O sizi, yasaklanan bu çirkin şeyleri yapmaya muhtaç kılmaz. Çünkü göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O mülkünden istediğine dilediği kadar verir. O, her şeye kadirdir. Ehl-i kitap ve müşriklerden sizi elleriyle ve dilleriyle incitenlere karşı size yardım etmek O'na zor gelmez. Bütün işler O'na döner; işleri hikmetiyle ve sünnetiyle (ilahî kanunuyla) yürüten O'dur.
Âyet-i kerîme iyilik ve hayrın, Allah'ın gösterdiği doğru yolda olduğuna işaret ettiği gibi aynı zamanda Hz. Peygamber ve müminler için bir teselli ve yardım vaadi içermektedir. Önceki ayetlerde vasıfları anlatılan muhalifler de burada üstü kapalı bir şekilde yerilmişlerdir. Çünkü onlar, ahlak ve amellerinde etkisi görülecek şekilde sağlam bir iman ile Allah'a iman etmemişlerdi. Eğer böyle olmasaydı Allah'ın kitabıyla amel etmeyi bırakmaz ve dünya menfaatini ona tercih etmezlerdi. Onların bu tutumu Allah'ın vaadine güvensizlikten, tehdidinden korkmamaktan ve O'nun kudretine ve yönetimine kesin olarak inanmamaktan ileri gelmektedir (bk. M. Reşîd Rıza, IV, 395 vd.).
Sûrenin sona erdiğine işaret eden bu ve bundan sonraki ayetler aynı zamanda onun özeti mahiyetindedir. Kur'an-ı Kerîm'in sûreleri ve konuları genellikle öğüt ve ibret içeren ayetlerle sona ermektedir. Görüldüğü gibi burada da göklerin ve yerin yaratılışında akıl sahipleri için ibret alınması gereken şeylerin bulunduğu vurgulanmakta ve müminlerin bu ibret alınacak olaylar karşısındaki tutumları dua üslûbuyla anlatılmaktadır. Bu durum sûrenin sona ermekte olduğuna bir işarettir. Müfessirlerin Bakara sûresinin bir devamı olarak değerlendirdikleri bu sûrede Kur'an-ı Kerîm'in temel inanç konuları olan tevhid, nübüvvet ve ahiretin yanında ağırlıklı olarak Ehl-i kitaba yani yahudi ve hıristiyanlara yapılan çağrılar yer almıştır. Bu ayetlerde de aynı konular özet olarak ele alınmakta, Allah'ın birliği, eşsizliği, kudreti, yaratması hakkında deliller getirilmekte, böylece öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğuna işaret edilmektedir. Sûrenin başlangıcında da böyle bir özet verilmiş, müteakip ayetlerde tartışılan ana konulara uygun ön sözler olarak Allah, vahiy ve öldükten sonra dirilmenin hak olduğuna dair deliller getirilmişti. Burada ise aynı konulara temas veya işaret edilerek sûrenin konu ve mesaj bütünlüğü korunmuştur.
Yüce Allah'ın insana lutfettiği en büyük nimetlerden biri akıldır. Ancak insanın doğru yolu bulması için akıl sahibi olması yeterli değildir. Bu sebeple peygamberler ve kitaplar gönderilmiştir. Gözün görebilmesi için güneş ışığına ihtiyacı olduğu gibi aklın gerçeği –özellikle gayb alemini– kavrayabilmesi için de vahyin ışığına ihtiyacı vardır. Ragıb el-İsfahanî akıl ile vahyin bu önemini şöyle ifade etmiştir: "Azîz ve celîl olan Allah'ın insanlara iki elçisi vardır; ilki batınî elçi olan akıl, ikincisi de zahirî elçi olan peygamberdir. Öncelikle batınî elçiyi (akıl) kullanmadan zahirî elçiden (peygamber) yararlanmak mümkün değildir; çünkü peygamberin öğretisinin sahih olduğu akılla bilinir... Akıl olmasaydı din yaşayamazdı, din olmasaydı akıl şaşkın kalırdı. Onun için Allah Teala bu ikisini 'nûr üstüne nûr' buyurarak (Nûr 24/35) birbirine bağlamıştır" (ez-Zerîa ila mekarimi'ş-şerîa, s. 207).
İşte 190 ve devamındaki ayetlerde de akılla vahyin bu uyumuna işaret edilmekte; evren üzerinde sağlıklı gözlemde bulunan insanların evrendeki muhteşem sistemi kavrayacağı, onu yaratıp düzenleyen yüce kudreti bilip tanıyacağı, kendisini imana davet eden elçinin bu çağrısına uyarak rabbine imanını derin bir içtenlikle ikrar edeceği ve nihayet bir bakıma onunla diyalog kurarak esenlik dileklerini O'na arzedeceği bildirilmektedir. İşte 190. ayet, bu sürecin başlatılabilmesi için insan aklını göklerin, yerin ve bunlarda bulunan varlıkların yaratılışını düşünmeye ve hikmetini kavramaya çağırmaktadır. Evrenin sistemini düşünmek, yukarıda arzedilen sonuçları yanında insanı bu hayattan sonra başka bir hayatın yani ahiret hayatının da var olabileceği fikrine de götürür. İnsana verilmiş olan aklın sağlıklı kullanılması, kendisinin bir yetki ve sorumluluğunun olması gerektiğini, bu dünyada yaptıklarının ceza veya mükafat olarak karşılığını alabileceği bir hesap gününün bulunması lazım geldiğini düşünmeye sevkeder. Kişi böyle bir düşünce düzeyine ulaştığında sorumluluk duygusu daha da artar ve dünyada günah işlemekten sakınır; ahirette de cehennem azabından koruması için yüce Allah'a sığınır ve O'na dua etmeye yönelir. 191. ayetin son cümlesi ve onu izleyen ayetler bu durumu açıkça göstermektedir (Kur'an'da akıl, lüb, fuad, kalb vb. kavramların anlamları ve genel olarak düşünmenin önemi hakkında bk. A'raf 7/179).
Allah'ın birliğini, yüceliğini ve sonsuz kudretini kabul ettirmek için insanı gökler ve yer hakkında düşünmeye sevkeden bu ayetler, Allah'ın kitabında yazılı olan delillerini okuyup düşündükten sonra onu bir de bu uçsuz bucaksız kainat kitabını okuyup tefekkür etmeye çağırmaktadır. Bakara sûresinin 164. ayetinde Kur'an'ın tevhid ilkesini kanıtlamak üzere daha kapsamlı olarak sekiz ayrı kozmolojik delil sıralanmıştı. Burada Bakara sûresinde getirilmiş bulunan kozmik delillerin en önemlileri sayılan, varlığın zaman ve mekan boyutları üzerinde Allah'ın kudretini göstermek üzere göklerin ve yerin yaratılışıyla gece ve gündüzün farklı oluşu özet olarak zikredilmiştir. Şüphesiz ki tabiatın kendisi, incelenip ibret almaya değer ilahî bir mûcizedir. Hayalimizle dahi kuşatamayacağımız kadar uçsuz bucaksız genişliğe sahip olan, her birinin kendine has özellikleri bulunan ve birbirine çarpmadan uzay boşluğunda hareket eden gök cisimlerinde elbette aklıselim sahipleri için alınacak ibretler vardır. Bu cisimlerin yaratılışı, uzay boşluğundaki hareketlerini sağlayan sistemi, gece ile gündüzün değişmesi, özellikle canlıların ve bitkilerin faydaları üzerine düşünen bir akıl, mutlaka bunları yaratan sonsuz bir gücün varlığını kabul eder, bu muazzam sistemin boşuna yaratılmadığını anlar, işte o zaman bu güç karşısında aczini anlar, hayranlık ve kulluk duygusuyla eğilir; gönlünü o yüce kudrete arzederek niyazda bulunur. 191. ayette belirtildiği üzere göklerin ve yerin yaratıcısı ve sahibi olan yüce Allah'ı ayakta, oturarak, yatarak, kısaca bütün hallerinde derin bir saygıyla anar; böyle bir gücün emirlerine ve yasaklarına karşı geldiği takdirde O'nun vereceği cezaya çarpılmaktan korkar ve bu cezadan koruması için Allah'ın merhametine sığınır.
Âl-i İmran Suresi 192. - 200. ayet
Rabbimiz! Sen kimi ateşe sokarsan hiç şüphe yok onu rezil etmiş olursun. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur.
Rabbimiz! Doğrusu biz 'Rabbinize inanın!' diyerek, imana çağıran bir davetçiyi işitip iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi sil ve bize iyilerin ölümünü nasip et.
Rabbimiz! Peygamberlerin aracılığıyla bize vaad ettiklerini ver bize; kıyamet gününde bizi rezil etme. Sen asla sözünden caymazsın."
Rableri onların dualarına şöyle karşılık verir: "Şüphesiz ben, erkek olsun kadın olsun -ki birbirinizden meydana gelmişsinizdir- sizden bir şey yapanın emeğini boşa çıkarmam. Hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda eziyete uğratılanların, savaşanların ve öldürülenlerin, işte onların günahlarını elbette sileceğim. And olsun ki, Allah katından bir mükafat olarak onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Şüphe yok ki nimetin güzeli Allah'ın katındadır!"???????
İnkar edenlerin (gönüllerince) diyar diyar dolaşmaları sakın seni yanıltmasın;
Az bir faydalanmadan sonra onların sığınakları cehennemdir. Ne kötü bir mesken!
Fakat rablerine karşı gelmekten sakınanlara, Allah katından bir ikram olarak, zemininde ırmaklar akan cennetler vardır; orada temelli kalacaklardır. Allah katındaki mükafat iyi kimseler için daha hayırlıdır.
Ehl-i kitap'tan öyleleri vardır ki hem Allah'a hem size indirilene hem de kendilerine indirilmiş olana inanırlar, Allah'a karşı saygı duyup Allah'ın ayetlerini az bir pahaya değişmezler. İşte onların rableri katında mükafatları vardır. şüphesiz Allah hesap görmekte çok çabuktur.
Ey iman edenler! Sabredin, kararlılıkta yarışın, düşmana karşı hazırlıklı olun (birbirinize dayanıp bağlanın), Allah'a karşı gelmekten sakının ki başarıya ulaşabilesiniz.???????
Bu ayetler bir önceki ayette aklıselim sahiplerinin cehennem azabından Allah'a sığınmalarının ve kendilerini ondan koruması için dua etmelerinin nedenini açıklayıcı mahiyettedir. 192. ayette, cehenneme girenlerin zalimler olduğuna işaret edilmekte, bu sebeple ahirette hiçbir yardımcılarının bulunmayacağı ve rezil olacakları bildirilmektedir. 193. ayette "davetçi" diye tercüme edilen "münadî"den maksat Hz. Peygamber veya Kur'an'dır (Şevkanî, I, 458). İnsanları Allah'a iman etmeye çağırdığı için kendisine bu sıfat verilmiştir. Âyet, rezil eden cehennem azabından kurtulmanın tek çaresinin yüce Allah'a imana çağıran Hz. Peygamber'in ve Kur'an'ın davetini kabul ve ona iman etmekte olduğunu vurgulamaktadır. Bunun farkında olan aklıselim sahibi müminler bu çağrıya uyduklarını ve hemen iman ettiklerini Allah'a yakararak ifade etmişler ve günahlarını affetmesi, kötülüklerini bağışlaması ve kendilerine iyilerin ölümünü nasip etmesi için O'na niyazda bulunmuşlardır. Âyetin son cümlesini lafza bağlı olarak "Canımızı iyilerle birlikte al" şeklinde tercüme etmek mümkündür. Burada maksat, Allah katında iyi ve makbul sayılan kişilerle ortak niteliklere sahip olma dileğinde bulunma, Allah'ın kendilerini ölünceye kadar dinden dönmeden iyi bir hal üzere yaşamayı ve ölürken de iyiler zümresinden olarak ölmeyi nasip etmesini isteme olduğu için (İbn Âşûr, IV, 200) bu cümle mealinde "Bize iyilerin ölümünü nasip et" şeklinde çevrilmiştir.
Ebrar, birr masdarından türemiş olan berr kelimesinin çoğulu olup "iyiler, doğrular, iyilik ve ihsanı bol olanlar" anlamlarında bir sıfattır ("birr" hakkında bilgi için bk. Bakara 2/177; Âl-i İmran 3/92).
Önceki ayetlerde dünya ve ahiret mutluluğunu elde etmek için gereken sebeplere sarıldıklarını ifade eden müminler 194. ayette dualarını tamamlarken, yüce Allah'ın peygamberler vasıtasıyla verdiği sözü yerine getirmesini, kendilerini ahirette cehenneme sokup rezil etmemesini istemektedirler. Onların bu tutumu "Allah'ın, verdiği sözü yerine getirip getirmeyeceği konusunda şüpheye düştükleri" anlamına gelmez. Nitekim ayetin "Sen asla sözünden caymazsın" mealindeki son cümlesi de onların bu konuda herhangi bir tereddütlerinin olmadığını gösterir. Şu halde onların ayette belirtilen tutumları, sadece kendilerinin söz verilen mükafata liyakat kazanıp kazanmadıkları konusundaki tereddütlerini ifade eder. Bu sebeple günahlarının bağışlanması ve söz verilen mükafata liyakat kazanmaları için yüce Allah'a dua etmektedirler.
Peygamberler vasıtasıyla vaad edilen mükafattan maksat ise hem dünyanın hem de ahiretin nimetleridir. Nitekim bu sûrenin 148. ayetinde peygamberlerle birlikte Allah yolunda cihad eden müminlere hem dünyanın hem de ahiretin nimetlerinin verildiği haber verilmektedir. Ayrıca Enbiya sûresinin 105. ayetinde de yeryüzüne Allah'ın iyi kullarının varis olacakları bildirilmekte, Nûr sûresinin 55. ayetinde de yüce Allah, iman edip iyi amel işleyenleri yeryüzüne hakim kılacağını vaad etmektedir. Bütün bu ayetler birlikte değerlendirildiğinde iman edip iyi işler yapanlar için yüce Allah'ın, dünyada yükselme, yücelme, savaşta zafer, ilim ve irfanda ilerleme, uluslararası itibar ve benzeri maddî ve manevî her türlü nimeti, ahirette de cehennem azabından kurtuluş ve cennet nimetlerini kazanma gibi mükafatları vaad ettiği anlaşılmaktadır.
Yüce Allah, lutuf ve merhametinin enginliğini kullarına açıkça hissettiren bir karşılık vererek, kadın olsun erkek olsun kendisine kulluk yolunda sarfedilecek hiçbir çabayı boşa çıkarmayacağını, kendi yolunda yürüyenleringünahlarınıbağışlayacağınıvekatındanbirlutufolarakonları içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacağını müjdelemiştir. Nitekim Bakara sûresinin 186. ayetinde de "Kullarım sana beni sorduklarında bilsinler ki şüphesiz ben yakınım, bana dua ettiğinde duacının dileğine karşılık veririm" buyurarak kullarının dualarını reddetmeyeceğini ve dileklerine karşılık vereceğini bildirmiştir. Müfessirlerin büyük çoğunluğu, "Sizden bir şey yapanın emeğini boşa çıkarmam" şeklinde tercüme ettiğimiz cümleyi "Sizin amellerinizi ve itaatlerinizi karşılıksız bırakmayacağım, onların sevabını size vereceğim" şeklinde tefsir etmişlerdir (Razî, IX, 150).
Kadınla erkek arasında ayırım yapılmaksızın Allah'a samimiyetle dua eden herkesin duasının kabul edileceği ve iyi amel işleyen herkese amelinin karşılığının verileceği belirtilirken "ki birbirinizden meydana gelmişsinizdir" anlamında bir ara cümleye yer verilmesi, kadınla erkeğin birbirinin tamamlayıcısı ve bir bütünün parçaları olduklarını, biri olmayınca diğerinin de olamayacağını ifade eder. İki cinsten her birinin diğerinde olmayan özellikleri vardır. Ancak bunlar üstünlük sebepleri değil birbirini tamamlayıcı özelliklerdir. Allah katında üstün olan O'nun emir ve yasaklarına uygun hareket edendir (Hucurat 49/13).
Rivayete göre müminlerin annesi Ümmü Seleme, "Ey Allah'ın resulü! Yüce Allah Kur'an'da (erkeklerin hicretini övüyor), kadınların hicreti hakkında hiçbir şey söylemiyor" demiş, bunun üzerine bu ayet inmiştir (Tirmizî, "Tefsîr", 5; İbn Kesîr, I, 165). Bu rivayetten de anlaşılacağı üzere Kur'an'da hicret ve cihadın önemi Arap dilinde erkekler için kullanılan fiil kalıplarıyla vurgulandığından hanımlar, burada vaad edilen mükafatlarda kendilerinin payının olup olmayacağı konusunda tereddüt etmişler, Allah bu ayeti indirerek kadınların amellerin karşılığı konusunda erkeklerden ayrı tutulmadığını haber vermiştir. Çünkü onlar da erkeklerle beraber Allah yolunda çeşitli eziyet ve işkencelere katlanmışlar; müşriklerin baskıları neticesinde hicret etmeye ve yurtlarından çıkmaya mecbur kalmışlardır. Nitekim gerek Habeşistan'a gerekse Medine'ye erkeklerle birlikte müslüman hanımlar da hicret etmişler ve hicretin sıkıntılarına onlarla birlikte katlanmışlardı.
Savaşlara gelince, müslüman hanımlar bu cihada da –uygun şekillerde– katılarak sevabından paylarını alırlar. Nitekim Hz. Peygamber zamanında ve sonrasında bazı hanımların savaşa katılarak hastalara bakma, yaralıları tedavi etme, askerlere su verme vb. hizmetler gördükleri, hatta gerektiğinde düşmanla yiğitçe vuruştukları bilinmektedir. Uhud Savaşı'nda Medine'de kalıp savunma savaşı yapmayı teklif edenler savaşta hanımlardan ve çocuklardan da yararlanmayı düşünmüşlerdi; Resûlullah da bu grubun içindeydi (bk. Buharî, "Cihad", 62-68; Müslim, "Cihad", 134-137). Unutmamak gerekir ki müslüman askerleri tedavi edip sağlığına kavuşturmak, düşman askerlerini etkisiz hale getirmek için savaşmak kadar değerli olduğu gibi bilfiil savaşacak askerleri yetiştirmek ve onlara manevî destek sağlamak da savaştaki başarının önemli bir parçasıdır. Allah, erkek olsun kadın olsun, kendi yolunda cihada katılanların günahlarını affedeceğini ve onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyarak ödüllendireceğini vaad etmiştir. Bu ödül insanların hayal edemeyeceği kadar güzel ve değerlidir. Hz. Peygamber de Allah yolunda şehit olanların, kul hakları hariç bütün günahlarının affedileceğini haber vermektedir (İbn Kesîr, II, 166; "sevap" hakkında bilgi için bk. Âl-i İmran 3/145).
Her ne kadar söze Hz. Peygamber'e hitap eden bir ifade ile başlanmışsa da asıl muhatap ümmetidir. Razî'nin kaydettiğine göre bazı müminler ticaretle uğraşan Mekke müşriklerinin nimetler içerisinde yaşadıklarını görünce, "Allah'ın düşmanları refah içinde yaşıyorlar, biz ise açlıktan ve takatsizlikten ölüyoruz" demişler, bunun üzerine bu ayetler inmiştir. Bunların zengin yahudilere imrenenler hakkında indiği de söylenmiştir (IX, 152). 196. Âyet, Hz. Peygamber'in şahsında müminleri teselli etmekte ve kafirlerin yeryüzünde nimetler içerisinde dolaşmalarına aldanmamalarını tavsiye etmektedir. Çünkü onlara verilen nimetler ne kadar çok olursa olsun geçici olup yok olmaya mahkûmdur; bu sebeple Allah katında hiçbir değeri yoktur. Nitekim 197. ayette kafirlere verilen nimetlerin az bir dünya metaı olduğu ifade edilmiş, daha sonra da varacakları yerin cehennem olduğu bildirilerek dünya metaının kafirler için cehennem azabına sebep olduğuna işaret edilmiştir. 178. ayette de "Onlara verdiğimiz fırsat ancak günahlarını arttırmaya yarıyor" buyurulmuştur. Oysa 198. ayette ifade buyurulduğu gibi rablerine karşı içtenlikle kulluk eden müminlere ahirette sürekli olarak içinde yaşayacakları cennet nimetleri verilecektir. Şüphesiz ki bu lutuf dünyada kafirlere geçici olarak verilen nimetlerden çok daha iyidir.
198. ayette geçen nüzûl kelimesi "misafiri ağırlamak için ona ikram edilen yiyecek, içecek vb. ikram" anlamına gelir. Yüce Allah müminlere değer verdiği için onlara vereceği nimete bu ismi vermiştir. Nitekim Fussılet sûresinin 31-32. ayetlerinde şöyle buyurmuştur: "Biz, dünya hayatında da ahirette de sizin dostunuzuz. Orada, çok bağışlayıcı, çok merhametli olan Allah'tan bir ikram olarak sizin için canınızın çektiği her şey bulunacak, yine orada umduğunuz her şeyi elde edeceksiniz" ("ebrar" hakkında bilgi için bk. Bakara 2/177).
Hadis kaynaklarında bildirildiğine göre Hz. Peygamber'e iman etmiş olan Habeş Necaşîsi Ashame vefat ettiği zaman Hz. Peygamber onun öldüğünü sahabeye haber vermiş ve "Habeşistan'daki bir kardeşiniz öldü, onun için namaz kılın" buyurarak namazgaha çıkmış, ashabı saf haline getirip Necaşî için (gıyabî) cenaze namazı kıldırmıştır (Müslim, "Cenaiz", 21/62-67). Bu olayı istismar etmek isteyen münafıklar, "Habeşistan'da ölen bir hıristiyanın namazını kılıyor!" demişler, bunun üzerine bu ayet inmiştir (İbn Kesîr, II, 169). Âyetin iniş sebebi bu olay olmakla beraber hükmü geneldir. Ehl-i kitap'tan olup da Allah'ın birliğine, Hz. Muhammed'e indirilen Kur'an'a ve ondan önceki peygamberlere indirilen kitaplara iman edenler ve Allah'a içtenlikle saygı duyup O'nun ayetlerini dünya menfaati ile değiştirmeyenler cennete gireceklerdir. Onların Allah katında mükafatları vardır (ayrıca bk. Bakara 2/41, 79, 174; Maide 5/69, 83-85).
İLGİLİ HABERLER
>>YASİN SURESİ
>>NAZAR DUASI
>>FETİH SURESİ
>>MERYEM SURESİ
>>VAKIA SURESİ
>>İSMİ AZAM DUASI
>>TAHA SURESİ
>>LEV ENZELNA
>>HAŞR SURESİ
>>FELAK NAS SURELERİ
Âl-i İmran Suresi 1/10ayet tefsiri nedir?
Âl-i İmran Suresi 11/25ayet tefsiri nedir?
Âl-i İmran Suresi 26/35ayet tefsiri nedir?
Âl-i İmran Suresi 36/54ayet tefsiri nedir?
Âl-i İmran Suresi 55/75ayet tefsiri nedir?
Al-i İmran Suresi 76/90 ayet tefsiri nedir?
Al-i İmran Suresi 91/110 ayet tefsiri nedir?
Al-i İmran Suresi 111/135 ayet tefsiri nedir?
Al-i İmran Suresi 136/160 ayet tefsiri nedir?
Al-i İmran Suresi 161/180 ayet tefsiri nedir?





