Âkif'i tahkir eden alçaklar
Önceki gün Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu’nda grubu bulunan bütün partilerin imzasıyla İstiklâl Marşı’nın kabulünün 100. yılı münasebetiyle 2021 yılı “İstiklâl Marşı Yılı” ilan edildi. Aradan geçen bir asır sonra madem böyle güzel bir haberle müjdelendik, o zaman İstiklâl Marşı’mızı yazan isimden biraz bahsetmeye gayret edelim.
*
“Mehmed Âkif
kimdir?..” denildiğinde O’nu “İstiklâl Marşı” ve “Safahat” şâiri, yazar,
mütercim, İstanbul Dârülfünûnu Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, Birinci Büyük
Millet Meclisi Burdur Mebusu, Millî Mücadele’nin mânevî lideri, Kahire
Üniversitesi Türkçe Muallimi, yirmi yıllık baytar, büyük fikir- ahlâk ve dâvâ
adamı… diye özlüce tarif etmeye kalksak eksik olur.
O, 20 Aralık
1873’te payitahtın Hırka-i Şerif kazası, Hoca Üveys Mahallesi, Hüsrevpaşa
Caddesi’ndeki 10 numaralı meskende doğduğunda (Bu adres bugün Akşemsettin
Mahallesi, Balipaşa Caddesi, No: 61, Barcın Apartmanı olarak kayıtlı) Osmanlı
“Hasta Adam” ilân edilmiş; çözülme, umutsuzluk veba gibi her tarafa yayımlaya
başlamıştı.
Âkif,
1878’de Fatih Emir Buharî Mahalle Mektebi’ne başlar. 1879’da Fatih İptidaisi’ne
(ilkokul)geçer ve babasından Arapça öğrenir. 1882 yılında Fatih Merkez
Rüştiyesi’ne, 1886’da ise Mülkiye İdadisi’ne girer ve Mülkiye Mektebi’ni
1888’de bitirir.
İstanbul’un
kalbi olan Fatih’te büyük sancılara şahit olan Âkif, ilmin, merhametin,
direnişin ve mücadelenin içinde varlık mücadelesi vermeye başlar. Bu çetin
mücadele sürerken önce “Hem babam, hem hocamdır. Ne biliyorsam kendisinden
öğrendim” dediği babası İpeklizâde Tâhir Efendi’yi (1888) kaybeden Âkif, daha
sarsıntıyı atlatamadan bu seferde evleri yanar.
*
Âkif için
mülkiye eğitimine devam etmek imkânsız hale gelir. Artık erdemli bir yoksulluk
dönemi başlamış; fedâkarlık, dayanışma ve onurunu kaybetmeden hayata tutunma
mücadelesi kaçınılmaz olmuştur.
Mezun
olduğunda iş imkânı sunan Halkalı Baytar ve Ziraat Mektebi’ne 1889’da yatılı
olarak başlar, 22 Aralık 1893’te okulu birincilikle bitirir.
Ziraat
Nezareti (Tarım Bakanlığı) emrinde geçen yirmi yıllık memuriyeti sırasında,
görev yeri İstanbul olmasına rağmen kalbindeki millet sevdasıyla Anadolu’dan
Rumeli’ye Mısır’dan Arabistan’a kadar ülkesinin topraklarını adım adım dolaşıp
memleketini, insanlarını ve sıkıntılarını daha yakından tanır.
1 Eylül
1898’de 25 yaşında iken Tophane-i Amire veznedarı Mehmet Emin Bey’in kızı İsmet
hanım ile evlenir. (Bu evlilikten Cemile (Doğrul), Feride (Akçor), Suad (Argon)
isimli 3 kız, Ahmet Naim, Mehmet Emin ve Tâhir isimli 3 erkek çocukları dünyaya
gelir.)
31 Mayıs
1918’de çıkan büyük Cibâli-Fatih yangınında, yedibinbeşyüz (7500) evle
birlikte, Sarıgüzel’deki evleri ikinci defa yanar. Bunun üzerine 1918-19 kışını
da Heybeliada’da geçirdikten sonra, yazın Beylerbeyi’ne taşınırlar.
10 Nisan
1920’de Millî Mücadele’ye katılmak için Beylerbeyi’den yola çıkar.
*
Âkif,
imâmesi kopmuş tesbih taneleri gibi dağılan Osmanlı Devleti’nin ardından umudun
simge isimlerinden olur. İstanbul’un işgalinden (13 Kasım 1918) sonra aldığı
davet üzerine Millî Mücadele’ye katılmak amacıyla Ankara’ya geldiğinde
kendisine büyük hayranlık duyan Taceddin-i Veli Camii imamı Tevfik hoca, Âkif’e
çalışmalarını sürdürebilmesi için Taceddin Dergâhı’nı tahsis eder.
Eşine az
rastlanan önder ve örnek bir şahsiyet olan Âkif, ülkesini işgal etmek
isteyenlere karşı aklıyla, kalbiyle, diliyle ve her şeyden öte kalemiyle büyük
bir mücadele başlatır. Mütefekkir, iman ve aksiyon adamı Âkif, Kurtuluş
Savaşı’nda millî kuvvetlerin yanında yer almakla kalmayıp, yazı, şiir, konuşma,
vaaz ve hutbeleriyle halkı cephelere seferber ederek, Millî Mücadele’nin
kahramanlarından biri olur.
*
5 Haziran
1920’de Mustafa Kemal Paşa’nın teklifi ile Burdur Mebusu seçilir. Bu dönemde
Eskişehir, Burdur, Sandıklı, Dinar, Afyon, Antalya, Konya, Kastamonu gibi
şehirlerde halka ve diğer bazı mebuslarla beraber cephelerde askerlere hitaben
Millî Mücadele’yi teşvik eden konuşma ve vaazlarını sürdürür. Meclis kararıyla
gittiği Kastamonu’daki Nasrullah Camii’nde Sevr’i anlatan ve Millî Mücadele’yi
destekleyen meşhur vaazını verir. Bu vaaz büyük yankı uyandırır.
Ayrıca
Ankara’da ev buluncaya kadar Kastamonu’da oturmak üzere ev tutar, Eşref Edib’in
öncülüğünde Sebîlürreşâd da Kastamonu’da yayına başlar. Akif’in Nasrullah
Kürsüsü’nde verdiği vaaz bu nüshada yayınlanır. (Bu sayı büyük ilgi gördüğünden
bir kaç defa basılır.)
1920’nin
Aralık sonunda Mehmed Akif Ankara’ya döner. Mustafa Kemal Paşa, Sebîlürreşâd
kadar hiçbir gazetenin neşredilemediğini ve manevî cephemizin kuvvetlenmesinde
Sebîlürreşâd’ın büyük hizmeti olduğunu bildirerek teşekkürlerini sunar.
*
Burdur
Mebusu olduğu yıllarda günlerini Taceddin Dergâhı’nda geçiren Âkif, dostlarıyla
Millî Mücadele şuurunu burada zirveye taşır. Bir gece yatağından fırlar kağıt
kalem bulamayınca İstiklâl Marşı’mızın ilk mısralarını bu mütevazı mekânın
duvarlarına kazır. Milletin derdini, acısını, sevincini ve coşkusunu hem
teninde, hem ruhunda yaşayarak dizelere aktarır. Çünkü O, dizelerin Mimar
Sinan’ı, Ümmet-i Muhammed’in sevdalısıdır.
*
Millî
Mücadele savaşı sonuç vermiş, memleket üzerindeki kara bulutlar dağılarak
ortalık aydınlanmaya başlamıştır. Ne hazindir ki, “Bırak ihanet tam anlımdan
vursun beni, / İsterse karanlık zindanlarda boğsun, / Eğer ölümüm yaşatacaksa
Devleti, / Bu canı koruyan nefse yazıklar olsun...” diyerek duasında kendini
unutan Âkif, bu dönemde büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Birinci Meclis
dağıldıktan sonra 1923 Mayıs’ında İstanbul’a döner.
Âkif için
artık suskunluk dönemi başlamıştır.
Yıllar sonra
Sezai Karakoç, Millî Şairin bu suskunluğunu şöyle yorumlayacaktır: “Âkif gibi
bir şairin cemiyette oluşan bu değişim karşısında susması, denebilir ki en
büyük tepkisi, en güçlü protestosudur”. Yani isyanı da imanı gibi mukaddestir.
*
Yeni kurulan
devletin çevresini kuşatmaya başlayan zorbalar Âkif’i her geçen gün daha da
üzmeye, incitmeye başlar.
Çünkü Millî
Mücadele ve Kurtuluş Savaşı’nın manevî lideri olacaksın, sonra da arkana
hafiyeler takılacak. Ne kadar tevil edilirse edilsin amaç bellidir. Memleketi
millî fikir ve aksiyon adamlarından temizlemek!.. Çanakkale’de feda edilen
neslin son kahramanlarını yaşarken kahretmek!..
Evet, hem
İstiklâl Marşı gururla okunan, hem de peşine polis hafiyesi takılan Millî
Şairimiz Mehmed Âkif Ersoy’dan bahsediyoruz.
Millî
Mücadeleden galip çıkan bir ülkenin kahramanlarının en civanmerdi, en
vatanperver ferdi olan çilekeş Âkif’e asıl zulüm bundan sonra yapılacaktır.
Yazdığı şiir, millî marş olarak kabul edilen şair öz yurdunda bir yabancı gibi
duracaktır. Âkif artık istenmeyen adamdır.
*
AR DAMARI ÇATLAMIŞLAR ÂKİF’E
SALDIRIYOR
Çanakkale
Destanı’nı görmeden, hissederek yazan adamdan bahsediyoruz.
Zaferin
haberi gelmeden, Hicaz yolunda, El Muazzama İstasyonu’nda Âkif’le yolculuk eden
Kuşçubaşı Eşref Bey anlatıyor: “Ay bedir halindeydi. Çöl gecelerinin parlak
yıldızlı semasını, zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevî ışıkları
altında, Mehmed Âkif bu güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde
sabahladı. İstasyon binasının arkasındaki hurmalığın içine çekildi. Sadece
hıçkırıklarını duyuyorduk. Sabahleyin, vazifesini tamamlamış fanilerin az kula
nasip olan rahatlığıyla yüzüme derin derin baktı: ‘Artık ölebilirim Eşref.
Gözlerim açık gitmez’ dedi…” (Ölümünün 50. Yıldönümünde Mehmed Âkif Ersoy,
Yavuz Bülent Bakiler, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları)
ÇANAKKALE
ŞEHİTLERİNE / “Şühedâ gövdesi, bir baksana dağlar taşlar... / O, rûkü olmasa,
dünyada eğilmez başlar, / Vurulmuş temiz alnından uzanmış yatıyor, / Bir hilâl
uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyor!..// Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş
asker! / Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. / Ne büyüksün ki kanın
kurtarıyor tevhidi... / Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi...”
İşte bu ruh
haliyle bir destan yazmış adama kalkıp birileri hezeyanlarını kusacak.
Çanakkale Zaferi’nin yıldönümünde, şehitleri anma töreninde dönemin meşhur
şairlerinden birisi kürsüye çıkıp diyecek ki, “Maalesef, Çanakkale Şehitleri
için güzel, şehitlerimizin şanına layık bir Türk şairi tarafından bir şiir
yazılamadı. Çanakkale Destanı’nı yazan Türk değildir. Çaresiz Türk olmayan bir
adamın şiirini okuyacağız...” (Osman Yüksel Serdengeçti’nin Âkif’in yakın
arkadaşı Hasan Basri Çantay’dan nakli)
Bu
hezeyanları duyan koskoca Âkif çocuklar gibi ağlar.
Yeri
gelmişken, ar damarı çatlamışların kustuğu hezayanların değinmeden geçmeyelim.
1918’li yıllarda Robert Koleji’nden yetişen bir kızın verdiği konferansta
Mehmed Âkif’ten “beyni sağır, gözü kör” olarak bahsetmesi üzerine, Âkif hayasızlara cevap verirken bile öğreten şu
şiirini yazmıştır:
“Beraber ağlamazsın, sonra, kör dersin, sağır
dersin. / Bu hissizlikten insanlık hem iğrensin, hem ürpersin! / Ne ibret, yok
mu, bir bilsen kızarmak bilmeyen çehren? / Bırak tahsili, evladım, sen ilkin
bir haya öğren!..”
Yarın devam edelim inşallah.