Ömrümüzün çeyiz sandığına, Ramazan ayına…
Samimi bir hasbihâli noktalamak, özlenen bir dost sesini uğurlamak, güzel bir kitabı bitirecek olmak hüzünlendirir bizi. Dünya yurdunda yabancısı sayıldığımız ancak içimize aşinalığını hissettiğimiz beldelere veda etmek hüzünlendirir; oraya bir daha dönebilecek miyiz, dönsek bile aynı tesirle görebilecek miyiz, kahvesini benzer hazla yudumlayabilecek miyiz? Artık giyilmeyecek duruma gelmiş bir elbiseyi, bir ayakkabıyı elimizden çıkarırken ince bir sızı duyarız. Sanki yolcu ettiğimiz hatıralarımızdır, her biri evin tenha köşelerinde canlanır. Bu durumu bulunduğumuz iklimi ayrılığın şerh etmesiyle anlatırız kendimize çoğunlukla; burada her şey yarım.
En çok gönüllerimizle birlikte hanelerimizin de başköşesinde ağırladığımız Ramazan ayının geçmesi, giderken dünyada bir son olup olmadığını düşündürmesi titretir gönlümüzü. Hani şu, hep aklımızdan geçen “bir daha varabilir miyiz” endişesi… Ramazan ayı çünkü ömrümüzün çeyiz sandığıdır. Onda çocukluk ve ilk gençliğimizdeki canlılıklarını aradığımız ve hâlen yaşatma gayretinde bulunduğumuz aile birliğimiz saklanır. Onda yarıda bırakılmış sahur uykularının güzel niyetlerle yükseltilen ecri, sandıktan çıkardığımız sakız beyazı örtüler, özenle hazırladığımız sofralar, sıcak kucaklaşmalar, birlikte icra edilen dualar saklanır. Bütün bunlara rağmen Ramazan bir uzlet yurdudur. Dillerin günahtan sakındığı, ellerin ve gönüllerin saklandığı bir yalnızlık macerası… Peki, nasıl olur? Yalnızlıkla kalabalık nasıl iç içe durur? Ey güzel bu, olsa olsa Ramazan ayına has bir başkalıkla olur. Çünkü tarihî derinlik taşıyan bayramlar da dâhil hayatımızın başka hiçbir diliminde ailenin ve dostun hanelerden taştığı zamanların, insanı bu kadar yoğun bir biçimde içine döndürdüğü görülmemiştir.
Bu yıl Ramazan, tefekkürün duraklarında konakladığım, tövbeyi tüm görkemiyle duyumsadığım, misafirlere gösterilen özen ve hassasiyetin okumalardan devşirilen maneviyata karşı da sergilenmesi gerektiğini öğrendiğim eşsiz bir aralık oldu benim için… Nedense kendimi sık sık İslâm annelerini düşünürken yakaladım. Gencecik yaşında dul kalan Âmine annemizin kâinata gebe olduğunu hissedip hissetmediğini düşündüm en çok. Safiye Erol’un “bir peygamber bünyesini husule getiren çiftin beden malzemesi elbette tez tükenir” ifadesindeki hikmeti (Çölde Biten Rahmet Ağacı, s.34)… Sevgili peygamberimizin yanında, ardında, kalbinde dağ gibi duran Hatice sevdasını; bu sevdanın meyvesi, Resul’ün gözbebeği, soyun yürüdüğü cennet sultanı Fatıma annemizi… Hz. İsa’nın doğumuyla sükût orucuna tâbi tutulan Meryem annemizin soylu hüznünü… Nesil devam etsin diye atamız İbrahim’e cariyesi Hacer’i emanet eden Sara annenin elemini, belki de bu tavrına hürmeten yaşlılığında bir bebekle müjdelendiğini… Sonra herkesin zekâtını verdiği bir memleket tasavvur ettim bu zamanlarda, uç bir hayal olarak sık sık gelip kondu iftar saatini bekleyen akşamın kızıl aydınlığına. Sadece maddi anlamda değil manevi manada da ne muazzam bir enerji akışı olurdu birbirlerine görünmez zincirlerle bağlı olduğunu fark edemeyen insanların arasında… Ana problemlerimizden biriydi bu, verince kaybedeceğimizi zannetmek, bizden çıkanın eksilteceğine inanmak, böyle bir yanılsamayla tozunu almak aynalarımızın… Düşündüm sonra, bu mübarek iklimin ufkuma hibe ettiği düşünce emanetini…
Kişinin oruçlu ilen kötü maksattan, kötü sözden, kötü hâlden, kötü yoldaştan, kendisini zarara davet eden her şeyden arınma niyetinde bulunması güzel:
Niyet ettim güzelleşmeye, niyet ince insanlığa…
İş ki bu gaye ile hayatının geri kalanını da emzirebilmesi. Ramazan mahzun bir veda ile kapıdan süzülüp gittiğinde de o atmosferi muhafaza edebilmesi.
İnsan ey güzel, kimseyi değiştiremiyor. Değiştiremediğini anladığında dönüşümü kendi içinde başlıyor ve hep aynı kapıyı açıyor eteklerinde biriktirdiği hakikat, “arınmış insan sanat harikasına dönüşüyor”. Sadece kendini korumakla mükellef değil kul, arınma çabasıyla da mükellef, kendini kendinden sağaltmakla da… O’nu yeniden karşılayacağı demlerin heyecanıyla bıraktığı gibi kalmakla da…
Selam ile.