İstanbul’un kalabalığından kaçıp Beykoz’un ormanlarına sığınmış, bir grup arkadaşla geçirdiğimiz o huzurlu hafta sonunun ardından dönüş yolunda, şehrin girişinde trafiğe kapıldığımız an hâlâ gözümün önünde. Arabanın arka koltuğunda oturan arkadaşım, saatler süren hareketsiz bekleyişin verdiği sıkıntıyla pencereden dışarı bakarken, “Bu trafikte eve varmak bir ütopya artık!” diye mırıldandı. Öndeki araçların durmaksızın kornaya basması, motor sesleri ve gergin yüzler… Kaygı, tıpkı sis gibi yavaşça içimize sızıyordu.

Tam o anda, direksiyondaki arkadaşımızın çantasından çıkardığı bir deste oyun kartı her şeyi değiştirdi. “Kim en çok kırmızı araba sayarsa, yarın akşam hep birlikte izleyeceğimiz filmi o seçecek!” dediğinde, başta şaşırdık. Ama birkaç dakika içinde, sayıların abartılı tutarsızlığına kahkahalar karışmaya başladı. Trafiğin vızıltısı, yerini rakamların komik çekişmelerine bıraktı. O “ara an”, her birimize bir nefes aralığı sundu: Acıyı hafifleten, absürtlüğü gülümsemeye dönüştüren bir çabaydı bu.

Absürtlüğe karşı mizah, sistemlerin tuzağındaki o raks ile toplum olarak, kendi inşa ettiğimiz sistemlerin çarkları arasında sıkışıp kaldığımızı düşünüyorum. Enflasyon, siyasi kutuplaşma, deprem endişesi derken, gazete manşetleri en iyimserimize bile “Nereye gidiyoruz?” sorusunu sorduruyor. Oysa Nasreddin Hoca’nın göle maya çalma hikâyesindeki gibi, kendi kurduğumuz “medeniyet” tuzağına düşmüş gibiyiz. Banka kredileriyle ördüğümüz hayaller, sosyal medya algoritmalarının bize dayattığı kimlikler, trafikte kaybettiğimiz saatler… Hepsi insan icadı, ama hepsi bir noktada bize pranga oluyor.

Peki bu kısır döngüden nasıl çıkacağız? Albert CamusSisifos’un kayayı tepeye çıkarma mücadelesini bir trajedi değil, bir özgürlük sembolü olarak yorumluyordu: “Kayayı her düşürdüğümüzde, yeniden başlama cesaretini bulmak…” Belki de çözüm, tam da burada yatıyor: Kontrol edemediğimiz dış koşulları kabullenip, içimizdeki direnci beslemek. Tıpkı Anadolu’nun kurak topraklarında filizlenen bir buğday tanesi gibi…

Karanlıkla mesafeyi ayarlamak, Modern çağın dayattığı “kıyamet senaryoları”, bizi sürekli bir endişe sarmalına hapsediyor. Sosyal medyada her kaydırış, yeni bir felaket haberi getirirken, RuPaul’un o ünlü sözü aklıma düşüyor: “Karanlığa bakabilirsin, ama dik dik izleme.” Maai kavramı umudun ritmidir. Çünkü Japon savaş sanatlarındaki maai kavramı da benzer bir prensibi anlatır: Düşmanla optimal mesafeyi koruyarak hem savunma hem saldırı stratejisi geliştirmek… Belki bizim de kaosla aramızdaki mesafeyi ayarlamamız gerekiyor. Fazla yaklaşırsak çaresizlik büyür, uzaklaşırsak umut filizlenir.

Türkiye’de bunun örneklerini her köşede görmek mümkün. Deprem bölgesinde enkaz altından çıkarılan birinin “Yaşıyorum!” çığlığı, ekonomik krizde birbirine destek olan mahallelinin dayanışması, trafikte oyun icat eden bir grup arkadaş… Bu küçük anlar, Camus’nün “Sisifos’un taşını gülümseyerek yuvarlaması” metaforunu hatırlatıyor: Direnmek, anlamı yeniden tanımlamaktır.

Yaşamak şakaya gelmez, Nazım Hikmet’in Yaşamaya Dair şiirindeki o unutulmaz dize, tam da bu direncin özünü anlatır: “Yaşamak şakaya gelmez / Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın / Bir sincap gibi mesela / Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden…” Belki de hayatın absürtlüğüne karşı en güçlü silahımız bu: Anı yaşamak. İstanbul’un dik yokuşlarında tıkanıp kaldığımızda, bir “ara sokak molası” vermek gibi… İşte Nazım’ın sincap felsefesi.

Toplum olarak yüksekleri arzuladığımız doğru. Ancak düşüş hissi, bize neyi bırakmamız gerektiğini öğretiyor: Mükemmeliyetçilik takıntısını, her şeyi kontrol etme hırsını… Tıpkı bir çınar ağacının dallarını rüzgâra bırakması gibi, biz de hayatın akışına güvenerek sebat etmeliyiz.

Berrak bir çay gibi demlenen umut. Türk kültürünün en büyük yaşama kaynaklarından biri, kaosun ortasında bile bir çay demleyip gülümsemeyi bilmektir. Deprem çadırında paylaşılan demlik, trafikte açılan termos, döviz kurunun tırmanışında, ince belli çayın yanında alternatif yatırımlar… Tüm bunlar, bize umudun küçük ritüellerle yeşerebileceğini hatırlatıyor.

Sisifos’un kayasına bir alegori daha eklemeli belki de: Taşı tepeye çıkarırken yanına aldığı bir bardak çay. Çünkü o çay, sadece bir içecek değil; kararlılığın küçük bir ritüeli, insanın kaderine karşı ince bir kıvılcımıdır. Camus felsesine göre, her şeyin anlamsız olduğunu kavradığımız o saniyede dahi, bir çay demlemek bile isyandır. İşte tam da bu yüzden, Anadolu’da deprem enkazından çıkan eller önce çay ister. Trafikte tıkanan bir otobüste termos paylaşılır. Döviz kuru konuşulurken bardaklar şaklatılır. Çünkü çay, bu topraklarda umudun demlenme sürecinin ta kendisidir: Kaynar suyun acısını, yaprakların sabrıyla tatlandırmak…

Belki de modern Sisifos’un cebinde taşıdığı o çay, bize şunu fısıldıyor: Anlam arayışı, “büyük zaferlerde” değil, küçük molalarda gizli. Tepeye tırmanırken durup soluklanmak, yoldaşlarla bir bakışı paylaşmak, güneşin enkazın üzerine bile vuruşunu izlemek… Tıpkı Japon felsefesindeki maai gibi; kaosla mesafemizi koruyarak, onu dönüştürecek kadar yakın, bizi yutmayacak kadar uzak durmak. Çayın buğusuyla sis perdesini aralamak…

Nazım Hikmet’in sincabı da bunu yapmıyor mu zaten? Ceviz peşinde koşarken aniden durup, kuyruğunu titreterek gökyüzüne bakması… Yaşamın absürtlüğüne karşı en insani cevap, işte bu “ara anlarda” saklı: Kontrol edemediğimiz dünyaya karşı, kontrol edebildiğimiz tek şeye kendi ruhumuza dokunmak. Bir çınar gibi kök salarken, dalları rüzgâra bırakmak. Bir sokak müzisyeninin caddede yankılanan nağmesi, kerahat vaktine kalmamış bir ikindi namazı gibi, kaldırım taşlarını bile titretecek kadar naif bir umut…

Belki de tüm bu yorgunluk, bize unuttuğumuz bir hakikati hatırlatıyor: Medeniyet denen labirentte kaybolduğumuzda, çıkışı duvarda asılı duran saatte değil, elimizde tuttuğumuz bardakta aramalıyız. Çayın sıcaklığı, avuçlarımızı ısıtırken, Sisifos’un alnındaki teri kurutan rüzgâr olmalı. Çünkü gülümsemek, dünyanın bütün ağırlığını omuzlarımızdan sıyırıp, bir anlığına gökyüzüne bırakabilmektir.

Gelgelelim topraklarımıza, Türkiye’nin her köşesinde, her gün yeniden demlenen o çay gibi… Umudu da küçük küçük kaynatmalıyız. Yapraklar dağılsa, su dökülse, ateş sönse bile… Demlik hep hazır, ocak hep tüter. Sisifos taşını iterken, biz de yanımıza bir bardak alalım: Kararlılığın tadı, ancak o ilk yudumda belli olur.