Dinimizin direği olan namaz için okunması şart koşulan sureler, Kur'an'da yer alıyor. Bunlardan biri olan Zümer suresinin iniş (Nüzul) sebebi merak ediliyor. Bu haberimizde, Zümer Suresi iniş (Nüzul) sebebi nedir? sorusunun cevabını bulacaksınız.
1. Bu kitap, kudreti dâimâ ütün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan Allah tarafından parça parça indirilmiştir.
2. Biz sana bu kitabı gerçeğin tâ kendisi olarak indirdik. Öyleyse sen de, her türlü şirk ve gösterişten uzak durup ibâdet ve taati yalnız Allah’a has kılarak O’na kulluk et.
Kur’ân-ı Kerîm Allah tarafından indirilmiştir. Dolayısıyla o, yaratılmış bir varlığın sözü değildir. Bu bakımdan onu çok dikkatli dinlemek ve buyruklarını büyük bir ciddiyet ve titizlikle yerine getirmek gerekir. Kur’an’ın, Allah Teâlâ’nın “Azîz” ve “Hakîm” isimleriyle yakın bir irtibatı vardır. اَلْعَز۪يزُ (Azîz), mutlak güç ve kudret sahibi, kudreti dâima üstün gelen ve asla mağlup edilemeyen demektir. Bu ismin tecellisi ile Kur’an’ın mesajı insanlığa ulaşacak, onun hükümlerinin geçerli olmasını hiçbir kimse engelleyemeyecek, emir ve yasakları sürekli yürürlükte olacaktır. اَلْحَك۪يمُ (Hakîm) ise verdiği hükümler, yaptığı işler her dâim hikmetli ve sağlam olan, tedbir ve yönetmesi bilgiye dayanan demektir. Bu ismin tecellisi ile de Kur’ân-ı Kerîm dil, belagat, fesahat, üslup, nazım ve ihata ettiği bilgiler itibariyle son derece sağlamdır. İhtivâ ettiği tüm hakîkatler nihâyetsiz hikmetlere dayalıdır. Kur’ân-ı Kerîm, gerçeğin ta kendisi olarak nâzil olmuştur. Yani ondaki bilgiler tümüyle doğrudur. İçinde herhangi bir yanlışlık veya şüphe yoktur. Rabbimizin kim olduğunu, O’nun muradını ve bizden nasıl bir kulluk istediğini açıkça beyân etmektedir. Doğru ile eğriyi, hakla bâtılı tüm netliği ile ortaya koymaktadır. O halde kula düşen vazife, Kur’an’ın tarif ettiği şekilde tam bir teslimiyet ve samimiyet içinde Allah’a yönelerek ve yalnızca O’nun rızâsını isteyerek Rabbine kulluk yapmaktır.
Bu sûrede, “dini yalnız Allah’a hâlis kılarak O’na kulluk etmek” tabiri birkaç kez tekrarlanır ve âdeta sûrenin mesajının iliğini teşkil eder. Dolayısıyla bu tabirin ne demek olduğunu izahta fayda vardır: Bu tabirde iki mühim nokta dikkat çeker:
› Kulluk etmek,
› Dini yalnızca Allah’a hâlis kılmak.
“Kulluk yapmak”; aciz olmanın idraki içinde severek itaatte bulunmak demektir. Buna göre Allah’ın kulundan istediği, sadece kendisine severek kulluk ve itaat etmesi, ayrıca koyduğu kanunlara harfiyen uymasıdır. “Din” ise bir varlığın, başkaları üzerinde kendisine ait bir otorite, güç ve yetki vehmederek, onların hayatlarını tanzim etmeye kalkışmak istemesidir. Buna göre “dini Allah’a hâlis kılarak O’na kulluk etmek” için Allah’a kulluk etmekle birlikte, başkalarına kulluk etmemeyi, sadece Allah’ın koyduğu kanun ve ilkelerle yaşamayı, yalnız O’nun hükümlerine uyup, yasaklarından kaçmayı tazammun eder. Bu sebepledir ki, “dini yalnızca Allah’a hâlis kılarak O’na kulluk etmek”, İslâm’ın kesin ve değişmez bir kâidesidir. Çünkü bu şekilde kulluk, yalnız Allah’ın hakkıdır. Kulluk edilmeye layık olan sadece O’dur ve sadece O’na itaat edilmesi gerekir. Bu sebepledir ki, Allah’a kulluğu reddedip de başkalarına itaat eden kimse açık bir sapıklık içindedir. Allah ile birlikte başkalarına da kulluk ediyorsa, bu da şirktir.
Nitekim Resûlullah (s.a.s.), bu ayeti kerîmenin izahını şöyle yapar:
Bir şahıs Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e gelerek:
“- Şayet mallarımızı şan, şöhret olsun diye muhtaçlara harcasak, Allah bize bir mükafat verir mi?” diye sordu. Peygamberimiz (s.a.s.), “Hayır!” diye cevap verince, bu sefer o şahıs:
“- Hem Allah rızâsı, hem de şan, şöhret için harcasak?” diye sordu. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.):
“- Allah, ihlâslı bir şekilde sadece kendi rızâsı için yapılmamış hiçbir ameli kabul etmez” buyurup bu âyet-i kerîmeyi okudu. (Kurtubî, el-Câmi‘, XV, 233)
Hz. Mevlânâ (k.s.), ibâdetlerin hazzını duyabilmek için bunların ihlasla yapılması gerektiğini; ihlasa aykırı durumlar sözkonusu olunca da kalpte biriken manevî feyiz bereketlerin yok olup gideceğini “Anbar ve fare” misaliyle pek güzel izah eder:
“Biz, şu dünya anbarında buğday topluyoruz. Fakat topladığımız buğdayları kaybediyoruz. Bir gün aklımızı başımıza alıp da, buğdayın böyle azalmasının, kaybolmasının, anbara giren fâreden ve onun hilesinden ileri geldiğini anlayamıyoruz. Fâre, anbarımızı delmiş, anbarımız onun hilesinden harab olmuştur. Ey Hakk tâlibi can, önce anbara giren fâreden kurtulma çaresini ara, ondan sonra buğday toplamaya çalış. Büyüklerin büyüğü olan, gönüllere gönül kesilen Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in: «Namaz ancak kalb huzuruyla tamam olur» hadisini hatırla da nefsten, yani şeytandan kurtulmak için kalb huzuruyla namaza başla. Eğer anbarımızda, hırsız bir fâre bulunmasaydı, kırk yıllık ibâdet buğdayı nereye giderdi? Her gün azar azar da olsa, candan ve sevgiyle yapılan ibâdetlerden, iyiliklerden hâsıl olan iç rahatlığı ve huzur neden gönlümüzde hissedilmiyor? Çakmak demirinden bir çok kıvılcım sıçradı. İlâhî aşkla yanan gönül onları çekti aldı. Fakat karanlıkta gizli bir hırsız var. Kıvılcımları söndürmek için üstlerine parmak basıyor. Dünyada mânevî bir çerağ uyanmasın diye, o karanlıktaki hırsız, kıvılcımları söndürüyor. Allahım, senin inâyetlerin, merhametlerin bizimle beraber oldukça, şeytandan, o alçak hırsızdan ne korkumuz olur? Sen, bizimle beraber olup, bizi korudukça, ayak altında yüz binlerce tuzak olsa da önemi yoktur.” (Mevlânâ, Mesnevî, 377-389. beyitler)
Bu temsilde yaptığımız ibâdetlerden, iyiliklerden ve insânî vazifelerden elde edilen sevab, iç rahatlığı, kalb huzuru, buğdaylara benzetilmiştir. Ambar vücud şehrimizin mânevî ambarıdır. Fâre; nefsimizin, nefsânî arzuların sembolüdür. Yaptığımız ibâdetlerden mânevî zevk duymazsak, bilmeliyiz ki, gönül ambarına fâre düşmüştür. Şeytan; yaptığımız ibâdetleri çalmakta, dolayısıyla bizde mânevî zevk ve feyz bırakmamaktadır. Bu sebeple ibâdet var, fakat huzursuz olduğumuz için mânevî zevk ve feyz yoktur. İbâdetimizin, iyiliklerimizin meydana getirdiği mâna kıvılcımını aşkla yanan gönül benimsiyor, alıyor, ondan feyz buluyor. Karanlıktaki hırsız, şeytan ve nefs-i emmâredir. Bu düşmanlar, kıvılvımları söndürüyor, bize düşmanlık ediyor. Mânevî bir çerağın uyanmasına engel oluyor. (Şefik Can, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, I-II, 51)
Öyleyse: 3. İyi bilin ki, gönülden tam bir samimiyet ve teslimiyetle yapılan kulluğa lâyık olan yalnızca Allah’tır. O’ndan başka kendilerine bir takım mabudlar ve koruyucular edinenler ise: “Biz bunlara, yalnız bizi Allah’a daha fazla yakınlaştırsınlar diye tapıyoruz” derler. Allah, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda aralarında hükmünü verecektir. Doğrusu Allah, yalancılığı ve inkârcılığı âdet edinenleri doğru yola erdirmez.
Cenâb-ı Hak, sadece kendisine kulluk yapmamızı istediği halde, bir kısım insanlar, Allah’tan başka mabudlar ve putlar edinip onlara taparlar. Bunlara da, sırf kendilerini Allah’a daha fazla yakınlaştırsınlar diye taparlar. Nitekim müşrikler putlara tapıyor ve bunların kendileri için Allah katında şefaatçi olacağını ve kendilerini Allah’a yaklaştıracaklarını söylüyorlardı. (bk. Yûnus 10/18) İşin dikkat çeken tarafı, onlar Allah’ı inkâr etmiyorlar, O’nun varlığını kabul edip üstelik O’na daha fazla yakınlaşmak istiyorlar. Fakat meşrû hedefe ulaşmak üzere meşrû olmayan bir yol tuttukları için Allah’ın affetmediği şirke düşüyorlar. Demek ki, kullukta hem hedef doğru tespit edilmeli, hem de o hedefe ulaştıracak vasıtaların doğru olmasına dikkat gösterilmelidir. Bu kâide, Resûlullah (s.a.s.)’in hayatında örneklendiği gibi aslında tüm İslâmî faaliyetlerin temelini teşkil eder.
İslâm, putperestliği yasaklar. Hangi bahane ile olursa olsun putlara tapmaya kesinlikle müsaade etmez. Kendilerine göre bir kısım gerekçelerle puta tapanlar ve bu hususta farklı yollara sapanlar hakkında Allah Teâlâ hükmünü verecek ve onlar hak ettikleri cezayı bulacaklardır. Öncelikle düpedüz bir yalanın ve kâfirliğin taraftarı oldukları için, böyle devam ettikleri takdirde, gerçek bir imandan mahrum kalacaklardır. İmandan mahrum olarak öldüklerinde ise ebedî azaba uğrayacaklardır.
Aslında şirk taraftarlarının yanlışa sürüklenmeleri, Allah Teâlâ’yla O’nun yaratıkları arasındaki ilişkiyi yerli yerine oturtamamaktan kaynaklanmaktadır: 4. Allah evlat edinmek isteseydi, yarattıklarından dilediğini seçerdi. Fakat O, evlat edinmekten de, her türlü noksanlıktan da yücedir. O, her şeyi kudretine boyun eğdiren tek bir Allah’tır.
Allah Teâlâ’nın yaratıklarla ilişkisi -hâşâ- “baba-evlat” ilişkisi değil, “Hâlık-mahluk, Rab-kul, ulûhiyet-ubûdiyet” ilişkisidir. Dolayısıyla bütün varlıkları kudretine boyun eğdiren ve tek olan Allah, çocuk edinmekten pak ve yücedir. Çocuk olması için eş olması gerekir. Oysa Allah eşi olmaktan sonsuz derecede uzaktır. Evlat ihtiyacı noksanlığın ve acizliğin alametidir. Cenâb-ı Hak bütün noksan sıfatlardan beridir. Faraza çocuk edinmek isteseydi bile yerdeki insanlar ve diğer yaratıklara gelinceye kadar göklerdeki meleklerden veya başka ulvî varlıklardan edinirdi. Fakat O’nun için böyle bir şey söz konusu değildir.
Allah ki:
5. O, gökleri ve yeri belli bir gâye, büyük bir hikmet ve şaşmaz bir nizam üzere yaratmıştır. Sürekli olarak geceyi gündüzün üzerine sarıyor, gündüzü de gecenin üzerine sarıyor. Güneşi ve ayı da emrine boyun eğdirmiştir. Her biri belli bir süreye kadar kendi yörüngesinde akıp gidiyor. Bilin ki O, karşı konulmaz bir kudret sahibidir, çok bağışlayıcıdır.
Bu âyet-i kerîme ile başlayarak Allah Teâlâ’nın birliğinin, sonsuz kudret, ilim ve hikmetinin delilleri sayılıyor ve O’nun gerçekten ibâdete lâyık tek ilâh olduğu ispatlanıyor:
› Gökleri ve yeri “hak” ile; yani gerçek bir gaye, büyük bir hikmet, belli bir kanun ve şaşmaz bir nizam içinde, hak ve hakikatin anlaşılması ve yaşanması için yaratmıştır. Rabbimizin yarattığı bu muazzam varlıklar gözümüzün önünde durmakta, ibretle bakabilenleri hayret ve şaşkınlık içinde bırakmaktadır.
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Yedi kat göğü birbiriyle uyum içinde tabaka tabaka yaratan O’dur. Rahman’ın yaratmasında hiçbir düzensizlik göremezsin. Haydi, çevir gözünü de bak, bir kusur, bir çatlaklık görebilecek misin? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak. Göz, aradığı kusuru bulamamanın ezikliği ve bitkinliği içinde sana geri dönecektir.” (Mülk 67/3-4)
› Geceyle gündüzü dâimî olarak birbiri üzerine dolamaktadır. Hiç durmaksızın gündüz gecenin, gece de gündüzün yerini almaktadır.
Bu âyette geçen اَلتَّكْو۪يرُ (tekvîr) kelimesi, baş gibi kürevî bir cismin etrafında bir şeyi, meselâ sarığı döndürerek sarmak, daha açık bir tâbirle “dolamak” demektir. Bu tâbirin, tabiatta cereyan eden bir gerçeği tasvir ettiği anlaşılmaktadır: Kendi mihveri etrafında dönen yerkürenin güneşe bakan kısmı aydınlık, yani gündüz olur. Ancak, yerküre döndüğünden dolayı bu aydınlık kısım aynen devam etmez. Hareket ettikçe aydınlık olan kısımlar karanlığa, karanlık olan kısımlar da aydınlığa bürünür. Yâni devamlı bir şekilde gece gündüzün, gündüz de gecenin üzerine dolanır. Bu da, yeryüzü sathının yuvarlak olduğunu gösterir. İşte âyette kullanılan “tekvîr” tabiri, bu şekilde yeryüzünün kürevî yuvarlaklıkta olduğuna ve döndüğüne işaret etmekte; yerin küre oluşu ve dönüşü de tekvîr tabirini son derece dakîk bir tarzda tefsir etmektedir.
› Güneş ve ay da Allah’ın emrine boyun eğmiş, belli bir vakte kadar yörüngelerinde akıp gitmektedirler. Allah’tan başka kimin kudreti bunları elinde tutup emrine boyun eğdirebilir? O’ndan başka kim istediği gibi onları kontrol altına alıp hareket ettirebilir?
İnsanın yaratılmasındaki harikulade kudret tezahürleri de böyle:
6. O, sizi bir tek nefisten yarattı, ondan da eşini var etti. Sizin faydalanmanız için hayvanlardan sekiz çift meydana getirdi. O sizi analarınızın karnında üç karanlık içinde, bir yaratıştan diğerine geçirerek yaratıyor. Rabbiniz olan Allah işte budur. Bütün kâinatın mutlak mülkiyet ve hâkimiyeti O’na aittir. O’ndan başka ilâh yoktur. Böyle iken, nasıl oluyor da O’na kulluktan yüz çeviriyor, yanlış yollara sürükleniyorsunuz?
İnsanın başlangıçta bir tek nefisten yaratılması, sonra eşinin var edilmesi, daha sonra bunların neslinden ana-baba beraberliğiyle insan neslinin devam edip gitmesi ne müthiş bir kudret akışı ve azamet tecellisidir. İnsanların istifadesine sunulan; etlerinden, sütlerinden ve tüylerinden yararlanılan hayvanlar da Allah Teâlâ’nın varlık delilidir. Bunlar erkeği ve dişisiyle birlikte deve, sığır, koyun ve keçidir. (bk. En‘âm 6/143-144)
Âyet-i kerîme, ayrıca insanın yaratılışı ile alakalı, indiği dönemin ilmî seviyesine göre oldukça derin bir noktaya adeta projektörünü çevirip gizli hakîkatleri ortaya çıkarmaktadır. O da insanın anne karnında “üç karanlık bölge”de çeşitli safhalardan geçirilerek yaratılıyor olmasıdır. Bugünkü ilmî tespitlere göre “üç karanlık bölge”den maksat;
Anne karnı karanlığı
Rahim karanlığı
Döl yatağı karanlığıdır.
Görüldüğü gibi bugün modern biyoloji, bebeğin embriyolojik gelişiminin yukarıdaki ayette bildirildiği şekilde, üç farklı karanlık bölgede gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Ayrıca embriyoloji alanındaki gelişmeler bu bölgelerin de üçer katmandan oluştuğunu gösterir:
Karın duvarı üç tabakadan oluşur: Dış kas plakaları, iç kas plakaları, çapraz kaslar.
Rahim duvarı da üç katmandan oluşur: Epimetrium, miyometrium ve endometrium.
Aynı şekilde embriyoyu saran kese de üç katmandan oluşur: Amniyon: Rahimde fetusu saran en iç zar- amnion. Koryon: Orta amniyon zarı- chorion. Desidüa: Dış amniyon zarı.
“Çeşitli safhalar”dan maksat ise, çocuğun ana rahmine düşmesinden doğumuna kadar geçirdiği nutfe, aleka, mudğa, kemik, kemiklere et giydirilmesi ve ruh üflenmesi gibi dönemlerdir. (bk. Hac 22/5; Mü’minûn 23/14)
Bugün tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulan bütün embriyoloji kitaplarında bu konu en temel bilgiler arasında yer alır. Anne rahmindeki gelişim ile ilgili bu bilgiler, ancak modern teknolojik aletlerle yapılan gözlemler sayesinde elde edilebilmiştir. Görüldüğü gibi bu bilgilere de, diğer pek çok ilmî gerçek gibi, mûcizevi bir biçimde Kur’an ayetlerinde dikkat çekilmiştir. İnsanlığın tıbbi konularda hiçbir detaylı bilgiye sahip olmadığı bir dönemde, Kur’an’da bu derece ayrıntılı ve doğru bilgilerin verilmiş olması, elbette Kuran’ın Allah’ın sözü olduğunun açık bir delilidir.
Bunları vahiy yoluyla haber veren Yüce Rabbimiz olduğu gibi, bundan daha mühimi bunları yaratan ve yaratmakta olan da Yüce Rabbimizdir. İşte Kur’an insanlığı tek ilâh olan o Rabbe kulluğa davet etmekte; nasıl olup da O’na kulluktan döndürülebildiğimizi sormaktadır. Burada “Nasıl dönüyorsunuz?” değil de “Nasıl döndürülüyorsunuz?” diye sorulması dikkat çekicidir. Bununla bâtıla çağıranlara değil, onların çağrısına uyanlara hitap edilmektedir. Çünkü bâtıla çağıranlar kesin tercihlerini yapmış, çıkarları ile sapıklıkları birleşmiştir. Gerçeği görseler bile sırf çıkarları yüzünden sapıklığı bırakamazlar. Fakat onların peşine takılanların, bu menfaat şebekesinin elinden kurtulmaları mümkündür. Çünkü onlar kandırılmıştır ve şirkten bir menfaatleri de yoktur. Başkalarının güdümündeki bu insanlar biraz düşünecek olsalar, kendilerini şirk koşmaya teşvik edenlerin, bu davranışlarıyla nasıl bir çıkar ilişkisi içinde olduklarını fark edecekler ve bu yanlış yoldan dönebileceklerdir.
Şunu unutmayın ki: 7. Eğer inkâr ederseniz, bu sizin aleyhinizedir; çünkü Allah’ın sizin hiçbir şeyinize ihtiyacı yoktur. Fakat O, kullarının inkârına da râzı olmaz. Şâyet inanıp şükrederseniz, bu davranışınızdan hoşnut olur. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez ve başkasının günahıyla yargılanmaz. Sonunda dönüşünüz Rabbinizin huzuruna olacak ve o size yaptıklarınızı bir bir haber verecektir. Şüphesiz O, göğüslerde saklı tutulan bütün gizlilikleri hakkiyle bilmektedir.
Her şeyi isteyip yaratan şüphesiz Allah’tır. Bununla birlikte O her şeyden razı olmaz. O’nun rızâsının taallük ettiği şeyler olduğu gibi, taallük etmediği şeyler de vardır. Nitekim O, sonsuz merhamet sahibi olmakla birlikte, gazabını celbedenlere O’nun merhameti değil gazabı erişmektedir. Yine nihâyetsiz affın sahibi O olmakla birlikte, günah işleyip tevbe etmeyenlere O’nun affı değil azabı kavuşmaktadır. Rızâsı da bunun gibidir. O, bütün kullardan müstağni olmakla, yani kimseye, hiçbir şeye zerre kadar ihtiyacı bulunmamakla birlikte, kullarının küfrüne ve nankörlüğüne razı olmaz. Fakat inanıp şükretmelerine razı olur. Kulların ne küfrü Allah’a bir zarar verebilir, ne de şükrü O’na bir fayda sağlayabilir. Sırf O, merhametinden dolayı, kulun nankörlüğüne değil şükrüne razı olmaktadır. Hadis-i kudsîde şöyle buyrulur:
“Ey kullarım! Sizin başınız, sonunuz, insiniz, cininiz en takvâ sahibi bir adamınızın kalbi gibi olsa, bu benim mülküme hiçbir şey katmaz. Ey kullarım! Sizin başınız, sonunuz, insiniz, cininiz en günahkâr bir adamınızın kalbi gibi olsa, bu benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez.” (Müslim, Birr 55)
Hiçbir günahkârın başkasının günahını çekmeyeceği ve bununla sorgulanmayacağı beyânı, “sizin vebâliniz bizim boynumuza” diyerek zayıf kimseleri inkâr yoluna sevk eden küfür liderlerini reddettiği gibi, tüm insanlığı Âdem’in işlediği suçtan sorumlu tutan hıristiyan düşüncesini de reddeder.
Rabbinizi tanıtan bu çok değerli açıklamalardan sonra, eğer insanın iç dünyasının haritasını seyretmek ve kendinizin de bu haritanın neresinde olduğunuzu yakından görmek istiyorsanız şu ilâhî beyanlara kulak verin: 8. İnsanın başı derde düştüğünde, gönülden Rabbine yönelerek O’na yalvarır. Sonra Allah, kendi katından ona bir nimet verdiğinde, önceki yalvarış ve yakarışını unutur da, insanları O’nun yolundan saptırmak için Allah’a ortaklar koşar. De ki: “Küfür ve nankörlüğün içinde hayattan biraz daha kâm al bakalım. Nasıl olsa sonunda cehennemi boylayanlardan olacaksın!”
9. Şimdi düşünün, bu cehennemlik kimse mi daha iyidir; yoksa gece saatlerinde secde ederek ve ayakta durarak ibâdet eden, âhiret azabından sakınan ve Rabbinin rahmetini uman tertemiz bir mü’min mi? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak gerçek akıl ve idrâk sahipleri düşünüp ders çıkarırlar.”
Bu iki âyet-i kerîmede bilenle bilmeyen, gerçeği idrak edenle edemeyen iki insanın şahsiyet yapıları izah edilir. Birbirine tam tekabül edecek iki farklı tablo çizilir:
Birinci tablonun ilk kısmında bir insandan bahsedilmektedir. Onun başına hastalık, kıtlık, ölüm gibi bir takım sıkıntılar geliyor. Her taraftan zorluklarla kuşatıldığını görüyor. Kalbinin sıkıştığını ve ruhunun daraldığını hissediyor. Bu durumda o insanın hemen Rabbine yöneldiği, el açıp dua ettiği görülür. Yalnız Allah’a yönelmiş, artık O’ndan başkasının kendisini bu sıkıntıdan kurtaramayacağını kavramıştır. Aynı tablonun ikinci kısmında yine aynı şahıs yer almaktadır. Fakat bu kez sıkıntılar kaybolmuş, yerine bolluk ve rahat gelmiştir. Korku yerini emniyete, açlık yerini tokluğa, sıkıntı yerini ferahlığa bırakmıştır. Değişen şartlara göre sahnedeki adamın halinin de değiştiğini görmekteyiz. Bu tabloda sıkıntının dokunmasıyla fıtratı yalın halde ortaya çıkan bu insanın tekrar geriye döndüğü, fıtratının üzerini tortuların kapladığı; Rabbine dönüşünü, O’na yalvarışını ve sınanma sırasında yalnız O’na kulluk ettiğini, O’ndan başka kimsenin bu belayı başından savmaya gücünün yetmediğini unuttuğu görülmektedir. O insan bunların hepsini unutmakta ve Yüce Allah’a ortak koşmaya başlamaktadır.
9. ayette ise birinci tablonun mukabilinde gerçek bir mü’min şahsiyetinin tablosu çizilir. Bu, sürekli Allah korkusu ve ürpertisi ile dolu olan, Allah’ı dâimâ zikreden, sıkıntıda ve bollukta O’nu hiç unutmayan, gecelerini secde ve kıyamla geçiren, yeryüzündeki hayatını âhiret endişesiyle yaşayan, Rabbinin rahmetine ve ihsanına ulaşmak isteyen mü’min insan tipidir. Bu insan, varlığın gerçeklerini anlamayı sağlayacak ve sağlıklı bir bilgiyi meydana getirecek olan Allah Teâlâ’yla sürekli bağı bulunan bir gönül sahibidir. Bu tablo, insandaki şeffaf ve derin hisleri harekete geçirecek bir tablodur. Bu tablo, önceki ayetin çizmiş olduğu çirkin ve silik tablonun tam zıddıdır.
Allah Teâlâ, “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer 39/9) beyanıyla bu iki tabloyu mukayese etmekte ve karşı karşıya koymaktadır. Zira hakiki ilim, mârifettir, tanımaktır; gerçeği kavramaktır. Bu ilim, insanın kalp gözünü açarak onun kâinatta var olan değişmez kanunlarla sıkı bir bağ kurmasını sağlar. Başka bir ifadeyle eserden eserin sahibine götürür. Bir ilim sahası kişiyi Hâkim-i Mutlak olan Allah’a götürüyorsa hakiki ilim sayılır. Yoksa ilim, sadece zihni dolduran, fakat eşyanın hakikatine ulaştırmayan dağınık bilgiler değildir. Kur’an’ın buradaki beyânına göre gerçek ilme ve mârifete ulaşmanın yolu, yüce Allah’a boyun eğip O’na ibâdet etme, kalbin hassasiyeti, âhiret korkusunun şuuruna varma, Allah’ın rahmetine ve ihsanına umut bağlama, bu korku ve ürperti içinde Allah’ın kendisini her an görüp işittiğini hatırda tutmadır. Ancak bu yolla hakikat kavranabilir. (bk. Seyyid Kutub, Fî Zılâl, V, 3042) Bu gerçekleri de ancak “akl-ı selim sahipleri” düşünüp idrak edebilir. Sadece akıllı, şuurlu, basîreti açık, eşyanın hakikatini kavrayan, gördüğü ve bildiği şeylerden yararlanan, gördüğü ve dokunduğu her şeyde Allah’ı hatırlayan; Allah’ı da, O’nun huzuruna çıkarılacağı günü de unutmayan bahtiyar kimseler bilebilirler.
Kâinattaki fizikî kanunlarla ve çeşitli ilimlerle meşguliyet de böyledir. Bunlar insanı mârifetullaha ulaştırmak için birer vasıta olmalıdır. Aksi takdirde bunlar da perde Allah ile kul arasında olmaktan öteye geçemezler. Zâhiren kişinin bilgisi artıyor fakat manevî hallerinde bir terakki görülmüyorsa; burada tehlikeli bir durum var demektir. Halbuki insanın ilmi arttıkça, Allah Teâlâ’ya karşı olan takvâsı, saygısı ve haşyeti de artmalıdır. Hakiki âlimler, Cenâb-ı Hakk’ı nasıl bilip tanımak gerekirse öylece bilirler. Gönüllerinde Allah’a sonsuz tâzim ve muhabbet hisleri taşırlar. Âyet-i kerîmede:
“Gerçek şu ki, kulları içinde ancak âlimler, Allah’tan gerektiği gibi korkarlar” (Fâtır 35/28) buyrulur.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de:
“Sizin Allah’ı en çok tanıyanınız ve O’ndan en çok korkanınız benim” (Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Sıyâm 74) buyurarak bu gerçeğe işaret eder.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.), ölmek üzere olan bir genci ziyaret etti ve ona:
“- Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordu. Genç:
“- Rabbimin rahmetini umuyor, günahlarımdan korkuyorum” diye cevap verince Efendimiz (s.a.s.):
“- Böyle durumlarda bir kulun kalbinde ümit ile korku birleşince, Allah Teâlâ ona umduğunu verir, onu korktuğundan da emin kılar” buyurdu. (Tirmizî, Cenâiz 11; İbn Mâce, Zühd 31)
Zünnûn-ı Mısrî (k.s.) bir gün: “İrfan sahibi için ne devamlı hüzün vardır; ne de devamlı sürûr” der ve şöyle devam eder:
“İrfan sahibinin hâli ona benzer ki; başında kerâmet tâcı vurulu olarak tahtına çıkar oturur. Ama o bu hâlinde iki korkunç manzara karşısında titrer. Şöyle ki; başında bir kılıç asılı durur. O kılıç bir kılla tutturulmuştur. Kapı önündeyse iki yırtıcı hayvan bekler… O, bir yandan başına vurulan kerâmet tâcını ve kurulduğu tahtı görüp mesrûr olurken, beri yandan da kapıda bekleyen yırtıcı hayvanları ve baş ucunda asılı kılıcı hatırlar, ürperir… Bu durumda o irfan sahibi nasıl sevinir ve nasıl korkar bir düşünün?”
Sonra da şöyle devam etti:
“Onun baş ucunda asılı duran kılıç, dinî hükümlerin bütünüdür. Kapıda bekleyen iki yırtıcı hayvan ise ilâhî emir ve yasaklardır.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 233-234)
O hâlde insanlara gerçek ilim, irfan ve idrakin ve bunların neticesi olarak tam bir teslimiyet ve samimiyet içinde Allah’a kulluğun yolunu göstermek üzere: 10. Rasûlüm! Benden naklen onlara şunu söyle: “Ey iman eden kullarım! Gönlünüz Allah korkusu ve saygısıyla dopdolu olarak Rabbinize karşı gelmekten sakının! Bu dünyada samimi davranıp iyi işler yapanlara dünyada da âhirette de güzel bir karşılık vardır. Allah’ın arzı geniştir. Ancak hakkiyle sabredenlere mükâfatları hesapsız bir tarzda ödenecektir.”
Mü’minin dünyadaki en mühim vazifesi, Rabbine karşı gelmekten sakınarak O’nun gönderdiği hükümler istikâmetinde bir kulluk yapmasıdır. Kötülüğün her çeşidinden uzaklaşıp dürüst olması ve faziletli davranışlar sergilemesidir. Böyle davrandığı takdirde Allah Teâlâ ona hem dünyada başarı, huzur ve mutluluk gibi güzellikler verecek, hem de âhirette cenneti ihsan edecektir. Ancak mü’min, içinde doğup büyüdüğü vatanında her zaman Allah’ın dinini hakkiyle yaşama imkânı bulamayabilir. Eğer içinde bulunduğu şartlar onu müslümanca yaşamaktan alıkoyup üstelik kötülük ve günahlara sürüklüyorsa, gerektiğinde, içinde yaşadığı ülkeyi, toplumu, arkadaş çevresini ve alışkanlıklarını terk ederek İslâm’ı yaşayabileceği yepyeni bir hayata geçiş yapmalı, yani Allah yolunda hicret etmelidir. Çünkü Allah’ın arzı geniştir. Günahlardan uzaklaşarak Allah’a sığınma ve O’na kulluk yapma imkânı her zaman ve her yerde bulmak mümkündür. Yalnız böyle bir fedakârlıkta bulunmak, bir kısım sıkıntılara karşı sabrı gerektirir. Ancak bu sabrı gösterebilenler, hesabı ve sınırı olmayan bir mükâfata nâil olabilirler.
Hikmet ehli zatlar şöyle demişlerdir:
“Sabr ile dostun olur düşmanlar.
Sabr ile beraber rehber olur rehzenler.
Sabr esmâ-yı ilâhîdir.
Hikmet-i nâ-mütenâhîdir.
İlm ü hikmette şekerler yediler.
Sabra «Miftâh-ı ferectir» dediler.”[1]
Bu hususta en güzel örnek şüphesiz ki Allah Resûlü (s.a.s.)’dir. Onun vazifesi sadece dini tebliğ etmek değil, aynı zamanda tebliğ ettiği esaslara uygun olarak yaşayıp insanlara örnek olmaktır:
[1] Rehzen: Yol kesen, haydut. Nâ-mütenâhî: Sonsuz. Miftâh-ı ferec: Kurtuluş anahtarı.
11. De ki: “Bana, her türlü şirk ve gösterişten uzak durup taat ve ibâdeti yalnız Allah’a has kılarak O’na kulluk etmem emredildi.”
12. “Yine bana, size tebliğ ettiğim Allah’ın dinine her bakımdan teslim olup, onu hakkiyle yaşayan ilk müslüman olmam emredildi”.
13. De ki: “Korkarım ben, eğer Rabbime karşı gelecek olursam, büyük bir günün azabından korkarım.”
14. De ki: “Ben, her türlü şirk ve gösterişten uzak durup taat ve ibâdetimi yalnız Allah’a has kılarak sadece O’na kulluk ederim.”
Peygamberimiz (s.a.s.), hangi şartlar altında olursa olsun, ibâdet ve itaatini yalnız Allah’a hâlis kılarak, sadece O’nun rızâsını kastederek, yaratılmışlardan hiçbir takdir, teşekkür ve çıkar beklemeyerek yalnızca Allah’a kulluk yapmakla sorumludur. Getirdiği dini bütün yönleriyle ilk tatbik eden müslüman o olduğu gibi, müslümanlıkta da sürekli olarak rakipsiz zirvede olan yine odur. Hiçbir zaman bulunduğu o zirveden geri kaymayacak, hatta teslimiyette daha da öteye gidecektir. Öyle ki, yeryüzünde kendinden başka bir tek mü’min kalmamış olsa bile, asla yılgınlığa, ümitsizliğe kapılmayacak, gerekirse tek başına mücâdeleye devam edecektir. Tüm kalbiyle, tüm benliği ile Allah’ın buyruklarına boyun eğerek; niyet, söz, fiil ve davranışlarıyla, hayatı ve ölümüyle mü’minlere örneklik edecek, dâima müslümanların ilki ve öncüsü olacaktır. “Korkarım ben, eğer Rabbime karşı gelecek olursam, büyük bir günün azabından korkarım” (Zümer 39/13) beyânı, kötülük yapması halinde Peygamber (s.a.s.)’in de başka insanlar gibi Allah’ın azabına uğrayacağını, prensip olarak kendisine bu hususta bir muhtariyet tanınmadığını haber vermesi bakımından dikkat çekicidir. Hâsılı, Allah’ın azabı peygamberlerin bile titrediği dehşetli bir mâhiyettedir. Onu hafif görmek veya korkmamak imansızlık ve cehâletin bir göstergesidir.
Bu gerçekleri öğrendikten sonra: 15. “Artık siz O’ndan başka kime ve neye isterseniz, ona kulluk ededurun!” De ki: “Gerçek anlamda zarara uğrayanlar, kıyâmet gününde hem kendilerini hem de yakınlarını ziyana sürükleyecek olanlardır. Apaçık hüsrân işte budur!”
16. Onları hem üstlerinden kopkoyu ateş örtüleri kaplayacaktır, hem de altlarından kopkoyu ateş örtüleri. İşte Allah, kullarını bu korkunç azap ile korkutup uyarmaktadır: “Ey kullarım! Bana karşı gelmekten sakınarak azabımdan korunun!”
Allah’a inanmayan ve yalnız O’na kul olmayanlar kıyâmet günü zarara uğrayacaklardır. Çünkü onlar dünyada Allah’a ortak koşmuş, kıyametin ve hesap gününün olmadığını sanmış, böylece kendilerine imtihan için lütfedilen ömür, akıl, sıhhat ve diğer nimetler gibi tüm sermayelerini yanlış yollarda harcayıp İsrâf etmişlerdir. Hatta bunlar, yanlış inançlarının tesiriyle başkalarına da zulmetmiş, onların günahlarını da yüklenmişlerdir. Üçüncü olarak bunlar, sadece kendileri iflas etmekle kalmamış, yanı sıra ailelerini, akrabalarını ve kabilelerini de yanlış inançları yüzünden zarara sokmuşlardır. İşte üst üste katlar halindeki bu üç zararı da Allah Teâlâاَلْخُسْرَانُ الْمُب۪ينُ (el-hüsrânu’l-mübîn) “apaçık hüsrân” olarak vasfeder. Onların kat kat zararlarına takdir edilen ceza ise, kendilerini üstlerinden ve altlarından kopkoyu örtüler ve tabakalar halinde kuşatacak olan ateştir. Cenâb-ı Hak kullarını işte bu ateşten sakındırmakta ve devam eden âyetlerde de bundan sakınmanın yolarını göstermektedir:
17. Şeytânî güçlere kulluk etmekten kaçınıp, gönülden Allah’a yönelenlere müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
18. Onlar ki sözü can kulağıyla dinler ve onun en güzel tarafını, sevabı en çok olanını tatbik ederler. İşte bunlar, Allah’ın kendilerini doğru yola erdirdiği kimselerdir. Gerçek akıl sahipleri de işte bunlardır.
Âytelerin gösterdiği bu yollar:
› Şeytânî güçlere kulluktan kaçınmak:
Bunun ifade işin kullanılan kelime اَلطَّاغُوتُ (tâğût)tur. اَلطَّاغ۪ي (tâğî), âsi demektir. “Tâğût” kelimesi ise, bu vasıfla vasıflanan kişinin aşırı âsî olduğunu bildirir. Biri hakkında “güzel” derken, bir başkasına “güzelliğin ta kendisi” demek arasındaki fark açıktır. Buna göre Allah’tan başkasına kulluk eden “tâğî” ise, kendisini tanrılaştırıp başkalarını kendisine kul etmeye çalışan da “tâğût” olur.
› Gönülden, tam bir teslimiyet ve samimiyet içinde Allah’a yönelmek; Allah’ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınmak.
› Vahyi; yani Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamberimiz (s.a.s.)’in sözlerini can kulağıyla dinlemek.
› Dinlediği o sözlerle emredilen işlerin en güzel şeklini, sevabı en çok olanı tatbik etmek ve o sözlerin sakındırdığı şeylerden de en güzel şekilde sakınmak:
Mesela onlar, dini hususlarda vacip ile mendup arasında kaldıklarında vacibi, mübah ile mendup arasında kaldıklarında mendubu seçerler. Ruhsatlarla değil azimetle amel etmeye gayret gösterirler. Hâsılı sevap bakımından Allah katında ağırlığı en fazla olan ve kendilerini Allah’a daha fazla yaklaştıracak olan amelleri tercih ederler. Yine Allah’ın emirleri içinde Allah’ın rızâsına daha yakın olanı tercih ederler. Mesela kısas da, af da Allah’ın emridir. Bunlar, kısas karşısında Allah’ın daha hoşnut olacağı affı seçerler. Eğer âyette bahsedilen sözlerden maksat, müslümanların duyduğu her türlü söz ise, onlar bunlar arasında Kur’an ve sünneti tercih edip onların sözüne kulak verir ve tabi olurlar. Yine dinledikleri sözler içinde iyi ve kötü olanı varsa, onlar iyi tarafı alıp kötü tarafı terk ederler. İşte Rabbimizin beyânıyla doğru yola erenler ve gerçek akıl sahipleri böyle davranan bahtiyarlardır.
Şâir şöyle der:
“Nâdürür erlik, sehâ vü akl ü din
Kimde kim var bu üçü erdir yakîn
Ol ki yoktur anda bu üçten eser
Kahbe avretten olur dahî beter.”
“«Cömertlik, akıl ve din» üç esaslı meziyettir ki, bunlara sahip olanlar erlik pâyesini kazanırlar. Fakat bunlardan mahrum olanların cemiyet içindeki yerleri pek kötüdür. Hatta bu gibi insanlar sosyal hayat içerisinde en ağır muamelelere maruz kalan iffetsiz ve düşük kadınlardan da beterdirler.”
Öyleyse: 19. Rasûlüm! Hakkında azap kararı kesinleşmiş kişi, hiç kendisine cennet müjdelenen gibi olur mu? Şimdi, ateş örtüleri içinde kalmış kimseyi oradan sen mi kurtaracaksın?
20. Buna karşılık, Rablerine karşı gelmekten sakınanlar için ise, birbiri üstüne kat kat binâ edilmiş ve altlarından ırmaklar akan muhteşem köşkler vardır. Bu, Allah’ın verdiği sözdür. Allah verdiği sözden asla dönmez.
Düşünüp taşınmadan, körü körüne bâtıl yoldaki liderlerini ve atalarını taklit eden, hurafelerin ağından kurtulamayan ve küfür içinde kalan insan Allah’ın azabını hak eder. Böyle biri hakkında azap kararı kesinleşir ve artık kesinlikle cehenneme girer. Bu gibileri Allah’ın azabından, Allah dilemediği müddetçe, Peygamber dâhil hiç kimse kurtaramaz. Âhiret mes’eleleri bu kadar ciddîdir ve ciddiye alınmalıdır. Öte taraftan Allah’tan korkup günahlardan sakınan müslümanların âhiretteki hallerine bakıldığında bunun son derece iç acıcı ve gönül okşayıcı olduğu görülür. Onlar altlarından ırmaklar akan, üst üste binâ edilmiş cennet köşklerinde ikamet edeceklerdir.
Bu âyetlerde cehennem halkının durumuyla cennet halkının durumu birbirinin tam mukâbili olarak sunulur: Cehennem halkı üstten ve alttan, yani her yandan kendilerini saran üst üste yığılmış kat kat ateş tabakaları içinde bulunurken, buna mukâbil cennet halkı kat kat yapılmış saraylarda bulunurlar. Cehennemliklerin altında ateş yanarken, cennetliklerin altından ırmaklar akmaktadır. Bu iki zıt manzara tüm ayrıntılarıyla mukâyese edildiği zaman kimin gerçek akıl sahibi, kimin ahmak olduğu daha net anlaşılacaktır.
Ey insan! Dünyanın fâniliğini göremiyor ve âhiretin varlığından şüphe ediyorsan: 21. Görmez misin ki, Allah gökten bir su indiriyor da onu yerdeki bir takım kaynaklara akıtıp depoluyor. Sonra onunla rengârenk, çeşit çeşit ekinler çıkarıyor. Ardınlar o ekinler kuruyor da, sen onu solmuş sararmış vaziyette görüyorsun. Sonra da onu kuruyup ufalanan bir çöpe çeviriyor. Elbette bütün bunlarda, gerçek akıl ve idrâk sahipleri için dersler, ibretler vardır.
Bu âyette bir taraftan Cenâb-ı Hakk’ın kudret tezâhürleri dile getirilirken, bir taraftan da insan ömrünün ve dünya hayatının gerçek yüzü gözler önüne serilir. Nitekim insan önce küçük bir çocuk, sonra genç, sonra orta yaşlı, sonra da ihtiyar biri haline gelir. Sonra ömrün en rezil çağına varır, nihâyet ömrünün sonunda ölüp gider. Dünya hayatı da böyledir. Onun da aynen insan ömrü gibi çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemleri vardır. Nihâyet kıyâmetle birlikte ömrünü tamamlayacaktır. Kur’ân-ı Kerîm, dünya hayatının bu gerçek yüzünü şöyle bir temsille izah eder:
“Onlara dünya hayatını şu örnekle anlat: Gökten su indiririz de onunla yeryüzünde bitkiler yeşerip gürleşir, sarmaş dolaş olur; sonunda kuruyarak rüzgârın savuracağı çerçöp hâline gelir. Allah’ın her şeyi yapmaya gücü yeter.” (Kehf 18/45)
Önceki âyetlerde âhirete rağbeti artıran hususlara yer verilmişken, burada insanın dünyaya karşı olan aşırı hırs ve tutkusunu frenlemek için dünya hayatının fâniliği dikkatlere sunulur. Çünkü bütün kötülüklerin başı aşırı dünya muhabbetidir. Kendini dünyaya kaptıran insanın yapmayacağı hata, işlemeyeceği kötülük kalmaz. Allah’ı da âhireti de unutur. Bu duruma düşmemek için dünya muhabbet ve tutkusunu belli bir noktada frenlemek ve kontrol altına almak lazımdır.
Âyet-i kerîmede aynı zamanda yer altında su kaynaklarının oluşumuna, yağmur ve kar sularının oralarda depolanışına ve oralardan kaynayarak dere, çeşme ve gözelerden akışına açık bir işaret vardır. İlmî verilere göre, denizlerden buharlaşarak yağmur hâlinde karalara inen suyun üçte ikisi çeşitli yollardan tekrar denizlere döner. Kalan kısmın büyük çoğunluğu, göl ve akarsular gibi kaynaklara yönelir; bir kısmı da yer altı kaynaklarına sızar. Yer altı kaynaklarının, göllerde ve akarsularda bulunan su miktarından binlerce daha fazlasını barındırdığı hesaplanmaktadır.
Allah’ın gökten indirdiği su nasıl ölü toprağı canlandırır, çeşit çeşit ekinler bitirirse, gökten indirdiği vahiy de gönülleri öyle diriltir: 22. (Aralarındaki farkı göremeyecek kadar anlayış kabiliyetinizi kaybeyttiniz de, bütün insanları bir mi sanıyorsunuz? Hayır, gerçek öyle değildir:) Allah kimin göğsünü İslâm’a açmışsa, o Rabbinden bir nûr üzeredir. Yazıklar olsun kalpleri Allah’ın zikrine karşı katılaşmış talihsizlere! Onlar apaçık bir sapıklık içindedir.
Buna göre ruhların hayat kaynağı olan vahye inanan, onu kabul edip buyruklarına uyan gönüller açılır, huzur bulur, incelir, rakîkleşir, hassaslaşır, son derece duyarlı hâle gelir. Allah’ın izniyle göğüsleri İslâm’a açılan yani İslâm’ın her türlü emrini yerine getirmek ve her türlü yasağından kaçınmak, acıkmış bir insanın yemek yemesi, susamış bir insanın su içmesi gibi kendilerine kolay hale gelen o mü’minler, şüphesiz Rablerinden bir nur üzere bulunurlar. Rablerinden gelen o ışık ile istikâmet üzere yürürler. Kalplerine öyle bir nur ve ferâset yerleşir ki gönül ibreleri devamlı Hakk’ın rızâsını gösterir. Bakınca Allah’ın nuruyla bakar, dinleyince Allah’ın nuruyla dinler, konuşunca Allah’ın nuruyla konuşur, yürüyünce Allah’ın nuruyla yürürler. Böyle olunca onların ne kalplerine, ne de göz, kulak ve dillerine Allah’ın razı olmayacağı bir düşünce, söz ve amel yaklaşabilir. Bunların mukabilinde Allah’ın gökten inen vahyini, zikrini, ikazlarını kabul etmeyenlerin kalpleri susuz kalmış çorak toprak gibi kurur, katılaşır; oradan ne itikat ne de amel bakımından işe yarar hiçbir mahsulât çıkmaz. Bunlar gerçekten acınacak bir halde sapıklığın içine gömülmüş kimselerdir. Bu nasipsizleri, imanın aydınlığında yürüyen, gözü gönlü aydınlık ve huzur dolu, hem dünyaları hem de âhiretleri mamur mü’minlerle kıyaslamak mümkün olabilir mi?
Nitekim şu misal, âyette işaret edildiği üzere dünyanın değişik halleri içerisinde gönlü dâimâ Allah’ın zikriyle meşgul ve mamur olanla, gönlü zikirden gâfil kalan insanın hâlini ne güzel aksettirir:
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yetiştirdiği büyük velîlerden Muhammed Pârisâ (k.s.), hacca giderken yolu üzerinde uğradığı Bağdad şehrinde nur yüzlü genç bir kuyumcuya rastlar. Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını aşırı dünyevî meşgûliyetlerle geçirdiğini düşünerek üzülür. İçinden:
“Yazık! Tam da ibâdet edecek bir çağda kendisini dünya meşgalesine kaptırmış!” der. Bir an murâkabeye varınca da, altın alıp satan bu gencin kalbinin Allah ile beraber olduğunu hayretle müşâhede eder.
Bu sefer:
“Mâşallah! El kârda, gönül yarda!..” buyurarak genci takdir eder. Zira bu hâl, “halvet der encümen”, yâni halkın içinde iken bile Hak ile beraber olup, yalnız O’nunla kalabilmek ve kesrette vahdet hâlini yaşayabilmektir.
Muhammed Pârisâ Hazretleri Hicaz’a vardığında da Kâbe’nin örtüsüne sarılmış içli içli ağlayan ak sakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Önce ihtiyarın yana yakıla Cenâb-ı Hakk’a yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak:
“Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem” der ve adamın hâline gıpta eder. Sonra onun da kalbine nazar edince görür ki, bütün dua ve ağlamaları, fânî bir dünyalık talebi içindir. Bunun üzerine rakîk kalbi, mahzûn olur.
İmam Şafi (r.h.), kalbine ilâhî bir nur penceresinin açılmasını isteyen kimsenin şu dört şeyi yapmasını öğütler:
› “Halvet; yani kalben ve bedenen olabildiği kadar insanlardan uzaklaşıp yalnız kalmak.
› Az yemek.
› Akılsız ve kimselerle düşüp kalkmayı bırakmak.
› Bilgileriyle yalnız dünyalık arzu eden ilim sahiplerine buğzetmek.”
İşte bunun gibi iç ve dış âlemimizle, dünya ve âhiretimizle ilgili tüm gerçekleri açıklayan Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın biz kullarına bahşettiği ne büyük bir nimet, ne güzel bir rehberdir: 23. Allah, sözün en güzeli olan Kur’an’ı, âyetleri birbiriyle âhenkdâr, uyumlu, tıklım büklüm hakîkat dolu bir kitab hâlinde indirdi. Rablerine karşı derin bir saygı duymakta olanların onun tesiriyle derileri ürperir; sonra da hem derileri, hem kalpleri Allahın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu kitap, Allah’ın doğru yol rehberidir ki, dilediğine onunla yol gösterir. Allah kimi de saptırırsa artık onu doğru yola getirecek kimse yoktur.
Bu âyet-i kerîmede kıyâmete kadar insanlığın hidâyet kaynağı olacak mûcize kelâm Kur’ân-ı Kerîm’in başlıca hususiyetleri izah edilerek tüm dikkatlerimiz o kelâmın güzelliklerini görmeye, incelemeye ve anlamaya çevrilir:
› Kur’ân-ı Kerîm’i indiren Cenâb-ı Hakk’ın kendisidir. Cebrâil (a.s.) o kelâmı Allah Teâlâ’dan aldığı gibi hiçbir değişikliğe uğratmadan Resûlullah (s.a.s.)’e getirmiş, Resûlull