ÖZLEM DOĞAN
milat.ozlem@gmail.com
Bir Ramazanı daha geride bırakırken, İslam aleminin ezilenlerinin, mazlumların kan ve gözyaşını dindirememenin hüznünü yaşıyoruz. Mehmet Akif'in ifadesiyle medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarın Ortadoğu'da akıttığı kan adeta hepimizin yüzüne düşen bir utanç gölgesi.
Buna rağmen hafıza-i beşer nisyan ile malül olduğu için hayat devam ediyor. Bayram sofraları kuruldu. Bir aylık nefs muhasebesi on bir aylık sürecek bir sekteye uğradı. Kimisi rahmet ayından hissesini alırken kimi bu mübarek aydan eli boş çıktı.
Oruç ayı bu ay da oldukça sıcak yaz mevsimi Temmuza denk geldi. Bektaşi'nin nüktedan yorumuyla müminleri pek sevdiği için her yıl on bir gün daha önce gelen on bir ayın sultanını birkaç yıl daha yaz mevsiminde karşılamaya devam edeceğiz.
Şehir her Ramazan baştanbaşa oruç ayına özel renklerle donatılırken, gerek belediyelerin tertip ettiği Ramazan eğlenceleri, gerekse hemen her semtte kurulan iftar çadırları birlik ve beraberliğin simgesi olarak Müslümanlara huzur veriyor. Eyüp'ten Sultanahmet'e, Üsküdar'dan Fatih'e kadar tüm İstanbul bu kutlu ayı coşkuyla karşılayıp sükunet ve huzurla uğurluyor. Günümüzde gerçekleşen etkinlikler ve programlar herkesin malumu. Peki ya Osmanlı sarayında bayram nasıl karşılanıyordu? Fatih Kanunnamesi'ndeki "Bayramlarda Divan Meydanı'na taht kurulup çıkmak emrim olmuştur" kuralı gereği, Ramazan ve Kurban Bayramında, sabah namazından sonra, sarayın taht kapısı (Babüssaade) önüne mücevherli altın bayram tahtı kurulur; sadrazam ve divan erkanı Kubbealtı'nda; ulema, ocak ağaları, kalemefendileri, hekimbaşıya kadar teşrifat defterinde yazılı olanlar da tören giysili olarak el etek öpmek için beklerlerdi. Padişah taht kapısında görününce çavuşlar topluca: "Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!" diye alkışta bulunurlardı. Tören bitince hareme geçen padişah ailesiyle bayramlaşır; harem taşlığında murassa eğerli atına binerek namaz kılacağı camiye giderdi.
Osmanlıdan kalma geleneksel ikramlarımızdan biri olan akide şekeri ise bir Yeniçeri Ocağı geleneğidir. Yeniçeri ocağının büyük subaylarından kul kethüdası Kubbealtı'na gelerek sadrazamın başkanlığında divan üyelerine para biçimindeki akidelerden sunardı. Bu, Ocaklıların padişaha olan bağlılığının kanıtı sayılırdı. Akide merasimi denen bu saray geleneği, konaklara, evlere, dükkanlara da akide şekeri olarak giderdi. Böylece herkes o sene Yeniçerilerin bir eylem yapmayacağından emin olurdu.
Bununla birlikte Osmanlıda fakir fukarayı gözetmek o kadar ince ve önemli bir ibadetti ki rivayetlere göre halk Ramazan da zekat verecek fakir bulmakta güçlük çekerdi. Şimdi ise nerede o eski bayramlar der gibi nerede o ince hassasiyet denebilir? Artık fakir fukarayı gözeten olmadığı gibi yanı başında komşusunun durumundan dahu00ee bihaber yaşayan bir toplum olmanın gafleti fert fert insanlığı esir almış durumda. Toplum kalkınırken, zenginleşirken, gönüllerin aynı oranda fakirleşmesinin yansıması ise İslam coğrafyasında yaşananlara bir nebze ışık tutabilir. Aslında Ramazan tıka basa yemekten kararan zihinleri ak pak edebilmek için Rabbimiz tarafından bahşedilen bir nimet. Zira zihin ve kalp karardıkça duygu ve eylemler de yalnızca dilde kalıp gönle inmiyor. Bu Ramazan da İsrail'e beddua ettik, ağladık ama elimizden yine hiçbir şey gelmedi. Zengin iftar sofralarımızın başında akşam ezanını beklemekten hiç birimiz vazgeçmedik. Birkaç ay sonra unutulup gidecek olan ambargo ise ancak bir dahaki Ramazan hatırlanacak. Bu yüzden Suriye'den Gazze'ye, Türkistan'dan Arakan'a kadar hakkıyla kutlanacak gerçek bayramlar, ancak orucun hakkını vererek ve kararlılıkta sebat göstererek gerçekleşebilir.