Yusuf suresinin tefsiri

Tefsir açıklamak beyan etmek anlamına geliyor. Meal ise Kuranın tercümesidir. Tefsirin mealden farkı ise ayrıntılı olmasıdır. Kuranda ayetlerin mealinin anlaşılması için tefsire bakılır. Yusuf suresinin tefsirini hazırladık. Kuranı Kerimin 12. suresi olan Yusuf suresinde Hz. Yusuf'un hayatı anlatılıyor. İşte Yusuf suresini tefsiri...

Tefsir açıklamak beyan etmek anlamına geliyor. Meal ise Kuranın tercümesidir. Tefsirin mealden farkı ise ayrıntılı olmasıdır. Kuranda ayetlerin mealinin anlaşılması için tefsire bakılır. Yusuf suresinin tefsirini hazırladık. Kuranı Kerimin 12. suresi olan Yusuf suresinde Hz. Yusuf'un hayatı anlatılıyor. İşte Yusuf suresini tefsiri...

YUSUF SURESİNİN TEFSİRİ

1-2- Elif, Lâm, Râ. (Bunun anlamı için Yunus ve Bakara Sûrelerinin ilk âyetlerine bakınız.) Allah bilir, bakınız ağızlarından tek tek çıkan o hece harfleri nasıl ilâhî sırlarla doludur. Bunlar, bu hece harfleri veya bu harflerle başlayan bu sûre, o mübin kitabın âyetleridir.

Mübin: Hûd Sûresi (11/6) nde de geçtiği üzere den ismi faildi ki, lazım ve müteaddi olarak her ikisi için de kullanılır. Lazım anlamıyla "mübin" kendi özünde açık, seçik ve aydınlıktır. Yani haddi zatında kendisinin ne olduğu açık ve belli, kendisinin ne olduğunu tanıtmaya kendisi yeterli olan demektir Müteaddi (geçişli) fiil olarak anlamı ise beyan edici, açıklayıcı, açığa çıkarıcı, ayırt edici demek olur. Bir de dili ve ifadesi gayet güzel, muradını ve maksadını gereğine göre dilediği gibi anlatır, fasih ve beliğ mânâsına gelir. İşte Kur'ân-ı Azimüşşan "hüda", "nur", "furkan" isimleriyle anılan bir hikmetli kitap, bir tafsilatlı kitap olduğu gibi, aynı zamanda her yönüyle bir "mübin" kitaptır.

Birincisi: Herşeyden önce bütün Arap edebiyatçılarını, şairlerini ve belagatçılarını, hatta bütün insanları ve cinleri icazıyla aciz bırakmış, Allah tarafından mucize olarak nazil olmuş bir kitaptır. Bundan dolayı hak ve Haktan olduğunu, kendisinden başka hiçbir delile ihtiyaç bırakmayacak şekilde, bizzat kendi varlığıyla isbat etmiş olan bir kitaptır. "Bu ne sırf şarka, ne de sırf garba ait olmayan bir ağaçtan tutuşturulur. Onun yağı kendisine hiç ateş dokunmasa bile ışıl ışıl ışıldar." (Nur, 24/ 35) âyetinin zevkiyle bu, bizatihi beyyin, tecrübeyle sabit, hiç şüphe götürmez bir mucizedir.

İkincisi: Ahkam ve şeriat kuralları, mülk ve melekute ait gizlilikler, gaybe ait haberler, kıssalar ve mev'izalar gibi, dinin usul ve mearifini açıklayan, beyan eden bir kitaptır.

Üçüncüsü: Hakkı batıldan, hayrı şerden, doğruyu eğriden, güzeli çirkinden ayırt eden bir kitaptır.

Dördüncüsü: Dilin ifade güzelliği, beyan gücü bakımından da gayet parlak bir kitaptır ki, bunun da üç sebebi vardır:

a. Dilinin Arapça olmasıdır. Arapça ise hece harflerindeki güzellik ve sağlamlık, kelimelerindeki uyum ve ahenk, anlamlarındaki genişlik, iştikaklarındaki asalet ve çeşitlilik, kinayelerindeki müenneslik ve müzekkerlik ve daha başka özellikleri ile icaz içinde vuzuha hizmet eden ince ayrıntıları, edatlarındaki insicam kabiliyeti, pek çok faydalı bağlantıları ve bilhassa terkip ve irabındaki incelik va parıltılı yönleri bakımından ifadei meram etmeye yarayan diller içinde en kuvvetli ve sağlam bir beyan aracı olarak dikkat çeker.

b. Kur'ân bu dilin, en açık, en güzel, en seçkin lehçeleri üzere nazil olmuştur.

Arabî: Arab'a mensup demektir. Arap da Arabî'nin çoğuludur. "Ebu Hayyan Tefsiri"nde ihtar olunduğu üzere, bir de "Arabe" ismi vardır ki, Hz. İsmail Aleyhisselam'ın diyarı olan Mekke ve çevresinin ismidir. Nitekim şair: "Yer yüzünün bir nahiyesi vardır ki, insanlardan zekası keskin, dili tatlı (olan Resululah) dan başka hiç kimse onun haramını helal kılmamıştır." diyerek Hz. Peygamber'in Mekke'yi fethini anlatmış ve şiir zaruretiyle Arabe'nin "ra"sını sakin kılarak, "arbe" yapmıştır. İşte bu kelimenin de nisbesi" Arabî"dir. Buna göre Kur'ân'ın Arabî olması, doğrudan doğruya buna da nisbet edilebilir ki, Arabe diyarının lehçesiyle inmiş demek olur.

c. Kur'ân'ın nazmı, Arap diline öyle yüksek bir insicam, salabet ve halavet ihsan etmiş, öyle güzel bir beyan ve ifade üslubu kazandırmış ki, onun Allah kelâmı olmasından kaynaklanan bu bedi'î üslup ve fıtrî beyan, Arap şair ve belagatçılarını bir benzerini getirmekten aciz bırakma konusunda başlı başına rol oynamıştır. İşte Kur'ân, beyan ve ifadesinde böyle çok yönlü bir kuvvet, katmerli bir güç, seçkin bir güzellik bulunması açısıdan da bir mübin kitaptır.

Aslında birinci mânâ, dördüncü mânânın bu şıkkındaki mânâyı da zımmen içine almakta ise de hadd-i zatında bu husus, Kur'ân'ın üstün bir özelliğini teşkil ve sırf kendisine mahsus olan müstakil bir mânâdır. Velhasıl Kur'ân, bütün yönleriyle eşsiz ve benzersiz olan bir kitaptır.

Demek ki, "İşte bunlar hikmetli kitabın âyetleridir." diye başlayan Yunus Sûresi ile onu "Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri hikmetle donatılmış, sonra da habir ve hakim olan Allah tarafından açıklanmıştır." diyerek söze başlayan Hûd Sûresi'nden sonra, yani Kur'ân'ın hikmet özelliğiyle yakından ilgili olan âyetlerinden sonra, tevil ilmini öğreten böyle bir sûrenin gelmesi, o hikmetlerin nasıl ve ne yönde açıklanması gerektiğine güzel bir misal verecek olan bu sûre de onlar gibi, ezelî güzelliklerden bir remz ve sembol olan harflerle başlamaktadır. Yusuf Sûresi de Kur'ân'ın daha ziyade güzel anlatım demek olan "beyan" özelliği ile ilgili âyetlerindendir. Bundan dolayı buyuruluyor ki:

Muhakkak ki biz, onu Arabî bir Kur'ân olarak indirdik. Yani yalnızca mânâsını değil, lafzını da Arabî olarak vahy-i metluvv (okunan vahy) olarak indirdik. Ki aklınızı kullanıp anlayasınız diye. İyi anlayasınız veya aklınızı kullanasınız da şimdi ihtar olunacağı üzere bunun Allah'dan olduğunu bilesiniz.

3-Ya Muhammed! Bu Kur'ân'ı sana vahyetmemizle en güzel kıssayı, sana biz anlatıyoruz.Yani, bu sûre, kıssaların en güzelidir. Yusuf kıssası, "Yusuf'da ve kardeşlerinde sual edenlere âyetler vardır." (Yusuf, 12/7) uyarınca, haddi zatında çok ibretli ve güzel bir kıssa olduğu gibi, bunun en güzel anlatımı da bu sûrede, bu Kur'ân'dadır. Hiçbir kitapta, hiçbir eserde bu kıssa bu kadar güzel nakledilip anlatılmamıştır. Arabî bir Kur'ân olarak indirilen bu Kitab-ı mübinin âyetlerinden bir bölüm olan bu sûre de sana Kur'ân vahyi ile, yani sözleri ve mânâsı ile birlikte vahyedilmiş bir Kur'ân olduğu ve Kur'ân'ın beyan güzelliği açısından benzersiz ve eşsiz bulunduğundan dolayı en güzel kıssa bu Kur'ân'ın vahiy diliyle sana anlatılmıştır ki, bunu anlatan ancak Allah'dır. Yoksa, şurası bir gerçek ki, bundan, bu vahiyden önce, sen elbette bundan habersizdin. Bu kıssadan haberin yoktu. Buna dair hiçbir bilgiye sahip değildin. Ne aklına gelmişti, ne hayaline, ne işitmiştin ne de düşünmüştün, tamamen habersizdin. Bu ne başka bir kaynaktan alıntı olan bir nakil, ne de senin tarafından tasavvur ve tasvir olunmuş hayali bir romandır. Senin hiç haberin yokken birden bire gayıbtan vahiy yolu ile gelmiş olan gayb haberlerinden bir haberdir. Böylesine güzel bir anlatım, böylesine bir vahy-i metluvv, (okunan vahy) böyle yüce bir gayb haberi hiç şüphe yok ki, ancak bir Allah vergisi olabilir.

İmdi her biri apaçık birer burhan ve belge olan söz konusu üç burhan ile, bu âyetin ifade ve ihtar ettiği bu hakikatleri düşünecek ve güzel beyanı dinleyip anlayacak olanlara sûrenin sonunda açıkça ifade edileceği üzere, aklen ve naklen iyice açıklık kazanır ki, bu sûre "İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir" (12/102). Bu Kur'ân "Uydurulmuş herhangi bir söz değildir." (12/111)

Ahsenü'l-kasas: En güzel anlatış veya en güzel kıssa, öykü, menkıbe anlamına mef'ul-i mutlak veya mef'ul-i bih olur.

"Kâf"ın fethi ile "kasas" aslında mastardır. Ve sözlükteki anlamı bir şeyin izini sürerek arkasına düşmektir. Nitekim (Kehf, 18/64) âyetinde de geçtiği üzere, "İzlerini takip ederek geriye döndüler" demektir. "(Musa'nın) kızkardeşine 'onun izini takip et' dedi." (Kasas, 28/11) âyetinde izini, takip et, arkasını bırakma, demektir. İkinci olarak yine bu anlamdan alınıp izlemeye değer bir haber nakletmek, bir hikaye anlatmak mânâsına gelir ki, Türkçe ayıtmak ve bazı lehçelerde ayırtmak denilir. Üçüncüsü, o anlatılan haber veya hikayede mef'ul anlamında mastar olarak, yani maksus mânâsına kasas, yahut kıssa denilir ki, "kaf" ın kesri ile "kısas" bunun çoğulu olur.

Kıssa da esasen izi sürülmeye değer hâl ve durum mânâsınadır. İşte bundan dolayı şehnameler gibi kaleme alınan, dillerde dolaşan destan ve hikayelere de kıssa adı verilir ki, buna farsçada destan veya efsane denilir. Ancak bizim dilimizde destan deyimi şöhreti yaygın olmak bakımından, efsane deyimi de inanılmayacak gibi acaipliği bakımından, kıssa da ibretli özelliği bakımından kullanılır. Demek ki, bir haber veya hikayenin kıssa adını alabilmesi izlenmeye değer ve yazılmaya değer bir özelliği taşımasına bağlıdır. Bunun içindir ki, edebiyatta kıssanın özel bir yeri ve önemi vardır. Bir hikayenin dillerde dolaşacak bir destan veya efsane halini alması, kalıcı bir güzelliği ifade eden bir olağanüstülükle ilgilidir. Güzellik ise çok yaygın bir şey olmadığından gerçekten de kıssa denilebilecek hikayeler çok nadir olur. Kıssaların gerçeği de, hayalisi de vardır. Şüphe yok ki, en güzel kıssalar, hakiki olanlardır: Yani, gerçek bir olayın, kalıcı güzelliğe delalet eden bedi'î nüktelerle tasviri ve belagatlı bir şekilde anlatılmış olanlar arasındadır. Zira hakiki güzellik, daima hayallerin ötesindedir. Ve ideal güzellik, ancak gerçek güzelliğe bir sembol, bir misal olması bakımından önem taşır. Bir masum güzelliğin en mükemmel bir macerası olan ve ebedî güzelliğin gerçek yüzünü görmüş bir gözün, geçici güzelliğin cilvelerine nasıl bir küçümseme ile baktığını anlatan Yusuf Kıssası, gayb âleminden müteşabih bir sembol ile tecelliye başlayıp, git gide gelişerek meâlini bulmuş bir hakikatın belagatlı bir anlatımı ve aynı zamanda Muhammedî güzelliğin ezelî bir simgesi ve nişanıdır.

Hz. Yusuf'un rüyası, onun masum güzelliğinin gelecekte gelişecek olan olaylara ve mukadderatına ilâhî gayb âleminden nasıl bir sembol ve misal olmuş ise, bütün ayrıntılarıyla Yusuf Kıssası da Muhammedî güzelliğin en yüce anlamına öyle bir başlangıç simgesi ve sembolü olarak nazil olmuş olan bir gaybî hakikattır. Ve bilhassa bu açıdan ve bu özelliğinden dolayı en güzel kıssadır.

Şöyle ki:

Meâl-i Şerifi

4. Hani bir vakitler Yusuf, babasına demişti ki: "Babacığım, ben rüyada onbir yıldızla güneşi ve ayı bana secde ederken gördüm."

5. (Babası) "Yavrucuğum! "dedi, "rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insanın açıkça düşmanıdır."

6. "Ve işte böyle, Rabbin seni seçecek ve sana rüya tabirinden bilgiler öğretecek. Bundan önce ataların İbrahim'e ve İshak'a tamamladığı gibi, nimetini hem sana, hem de Yakup soyuna tamamlayacaktır. Muhakkak ki, Rabbin alîmdir, hakîmdir."

4-6- Ve işte böyle, rüyada gördüğün gibi, o yüksek ve parlak gök cisimlerinin sana secde etmesi misaline benzer bedi' bir seçişle Rabbin seni seçecek, Cenab-ı kibriyası için kendine ayıracak, derleyip toplayıp seçerek halkın en şereflileri, en yüksek makamda bulunanları arasına katacak, parlak bir makama getirecektir. Yani, gördüğün rüya kendi geleceğinin bir misalini görmektir. O misal âleminde o büyük ve yüksek yıldızların sana secde halinde görünmeleri, temsil ve teşbih yoluyla şuna delalet eder ki, ileride Rabbin sana peygamberlik verecek ve büyük büyük adamları sana, senin emrine bağımlı kılacak, sana boyun eğdirecek. Ve sana haberlerin yorumu ile ilgili ilim öğretecek. Düşünce olarak ortaya konan ve vakıa olarak meydana gelip gelmeyeceği belli olmayan sözlerin, vakıa olarak ne anlama geldiğini tayin etmek, yani rüya tabir eylemek veya vahiy ve ilâhî işaretlerin muammalarını, ledünnî hakikatlerini anlamak veyahut olayların en sonunda alacağı şekli ve ondan hasıl olacak sonuçları anlamak ilminden bir şanlı hisse verecektir. Şu halde sen de benim bu söylediklerimin hak ve gerçek olduğunu göreceksin. Kesbi ilimler ile değil, vehbi ilim ile böyle doğru tabirler, teviller ve yorumlar yapıp şan alacaksın. Hem sana, hem de Yakup soyuna nimetini tamamlayacak, daha önce iki atan İbrahim ile İshak'a tamamladığı gibi. Ki peygamberlikte muvaffak kılmış, dünya ve ahiret hayatında tam bir şeref ve şana mazhar eylemiştir. İşte o rüyanın kısaca tabir ve tevili budur.

Ayrıntılı olarak teviline gelince, o da ileride bilfiil meydana gelecek olaylar ile olacaktır. Şüphe yok ki, Rabbin âlimdir, hakimdir. Herşeyi bilir, olmuşu da, olacağı da bilir; her yaptığını ilim ve hikmetle yapar. Bundan dolayı kimin seçilmeye layık olduğunu da yine O bilir. Rüya hadisesinde dahi mutlak bir ilim ve hikmet vardır. (İleride bu sûrenin 43. âyetine bakınız).

Gerçekten de:

Meâl-i Şerifi

7. Andolsun ki, Yusuf ve kardeşleri kıssasında soranlara ibret alacak âyetler vardır.

7- Yusuf ve kardeşleri kıssasında ki, rüyada onbir yıldız ile temsil olunduğu gibi, kardeşleri onbir tane idi, soranlara (yani genel olarak ibret arayanlara, ibret almak için birçok ipuçları bulunduğu gibi, bilhassa yukarıda anlatıldığı üzere, İsrailoğulları'nın Mısır diyarına ne sebeple geçtiğini soranlara, Mekke müşriklerine ve onlara akıl hocalığı yapan yahudi bilginlerine, Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu anlatacak) alâmetler vardır.

Çünkü Yusuf'un kardeşleri, kendi aralarında:

Meâl-i Şerifi

8. Hani demişlerdi ki: "Yusuf ve kardeşi (Bünyamin) babamıza bizden daha sevgili, biz ise güçlü ve tutkun bir grubuz. Doğrusu, babamız belli ki, çok açık bir yanılgı içindedir."

9. "Yusuf'u öldürün, ya da bir yere atın ki, babanızın yüzü (sevgisi) size kalsın, sonra yine salih bir kavim olursunuz."

10. İçlerinden bir söz sahibi şöyle dedi: "Yusuf'u öldürmeyin, bir kuyunun dibine bırakın da ordan geçen kafilenin biri onu bulup alsın. Eğer yapacaksanız böyle yapın."

11. Dediler ki: "Ey babamız! Sen bize Yusuf için neden güvenmiyorsun? Halbuki biz onun iyiliğini istiyoruz."

12. "Yarın onu bizimle beraber gönder de gezsin, oynasın. Kesinlikle biz onu koruruz."

13. Babaları dedi ki: "Onu götürmeniz beni üzer, korkarım ki onu kurt yer de sizin haberiniz bile olmaz."

14. Dediler ki: "Vallahi biz böyle güçlü kuvvetli bir topluluk iken, buna rağmen onu kurt yerse, o zaman biz kesinlikle hüsrana uğrayanlardan olmuş oluruz."

8-14- Usbe: Sıkı, birbirine bağlı, tutkun ve mutaassıp bir topluluk demektir.

Hani bir vakitler dediler ki, hiç şüphesiz Yusuf ve kardeşi... Hepsi kardeş oldukları halde "Yusuf ve kardeşi" deyip de "kardeşimiz" dememeleri, Bünyamin, Yusuf'un ana-baba bir kardeşi olmasından dolayıdır. Bundan da anlaşılıyor ki, diğer on kardeş bu ikisinin yalnızca baba bir, anaları ayrı kardeşleri oluyorlardı. Üvey kardeş olduklarından ve biraz da kıskançlıkları yüzünden bu ikisini kendilerine kardeş saymayarak aralarında böyle söylemişlerdi. ilh...

Meâl-i Şerifi

15-18- 15. Nihayet kardeşleri, Yusuf'u alıp götürdüler ve kuyunun dibine bırakmaya topluca karar verdiler. Biz de ona şöyle vahyettik: "Andolsun ki, sen onlara ilerde hiç beklemedikleri bir sırada bu yaptıklarını haber vereceksin".

16. Ve yatsı vakti, ağlayarak babalarına geldiler.

17. Dediler ki: "Ey babamız! Biz gittik, aramızda yarış yapıyorduk. Yusuf'u da eşyamızın yanına bırakmıştık. Bir de baktık ki, onu kurt yemiş. şu anda biz doğru da söylesek, yine de sen bize inanacak değilsin."

18. Bir de gömleğinin üzerinde yalandan bir kan getirmişlerdi. Babaları dedi ki: "Hayır, nefisleriniz aldatmış da size bir iş yaptırtmış. Artık bana güzel bir sabır gerekiyor. Bu anlattıklarınıza karşılık yardımına sığınılacak olan ancak Allah'dır."

Meâl-i Şerifi

19. Daha sonra bir kafile gelmiş, sucularını da göndermişlerdi. Vardı, kovasını kuyuya saldı, "Müjde hey, müjde! İşte bir çocuk!" dedi. Ve onu satılık bir mal olarak gizleyip korudular. Allah ise onların ne yapacaklarını biliyordu.

20. Ve onu düşük bir değerle birkaç dirheme sattılar. Ona fazla önem vermemişlerdi.

21. Onu satın alan Mısırlı, eşine dedi ki: "Buna güzel bak. Bize faydalı olabilir, ya da evlat ediniriz." Yusuf'u böylece oraya yerleştirdik. Ona rüyaların tabirini de öğrettik. Allah emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.

19-20-21- Mısır'dan onu satın alan adam ki, biraz sonra görüleceği üzere bu adam Aziz idi ve rivayet olunduğuna göre adı da "Kıtfîr" veya "Itfîr" imiş, zürriyeti yokmuş, eşi ise bakireymiş, adı da "Ra'îl" yada "Züleyha" imiş.

Demişlerdir ki, insanlar içinde uzağı gören en ferasetli üç kişi en başta gelir:

Bunlardan birisi, Yusuf'un ilerde büyük adam olacağını kestiren Aziz. Birisi, Hz. Musa'yı çoban tutması için babasına "Bu adam güçlü ve güvenilir biri" diyerek, onu kiralatan Şuayb Aleyhisselam'ın kızı. Birisi de Hz. Ömer'i hilafete aday gösteren Ebu Bekir.

Meâl-i Şerifi

22. O, tam erginlik çağına gelince, kendisine ilim ve hüküm verdik. İşte biz, güzel iş yapanları böyle mükafatlandırırız.

23. Derken, evinde bulunduğu hanım, onun nefsinden murad alıp yararlanmak istedi. Kapıları kilitledi ve "Haydi beri gel!" dedi. Yusuf: "Allah'a sığınırım! Muhakkak ki, o (kocan), benim efendim, bana çok güzel baktı. Doğrusu zalimler hiç iflah olmazlar" dedi.

24. O hanım, ona gerçekten niyeti bozmuştu. Eğer Rabbinin burhanını görmese idi. Yusuf da ona özenip gitmişti. Aslında ondan fuhşu ve fenalığı uzak tutalım diye böyle olmuştu. Çünkü o bizim ihlasa erdirilmiş kullarımızdan biriydi.

22- Ne zaman ki, o eşüddüne erdi, yani beden ve kuvvetinin tam güçlendiği kemal çağına geldi erişti. Biz ona seçkin bir hüküm ve ilim verdik, yani olağanüstü bir nüfuz ve kavrayış üstünlüğü ve bir vehbî ilim verdik. Ve işte biz, muhsinlere, yani, güzel iş yapanlara böyle mükafat veririz. Ona suikast düzenleyenlerin elinden kurtarır, yeryüzünde güvenilir bir yere yerleştirir, onu daima korur, ayrıca hüküm ve ilim veririz. Yani, Ey Muhammed! Sana da işte aynen böyle yapıyoruz.

Gelelim Yusuf'un bundan sonra başına gelenlere:

23-O, öyle erişti, olgunluk çağına geldi, ve evinde bulunduğu hanım, Yusuf'un nefsinden murad almaya kalktı, ve bütün kapıları kilitledi, ve haydi beri gelsene, dedi. Fakat Yusuf'dan ne karşılık aldı bilir misiniz? Yusuf dedi ki: Allah korusun! Doğrusu o, benim efendimdir, veliyyinimetimdir, bana güzel baktı, yer yurt ihsan etti. Benim için "ona güzel bak!" dedi . Allah saklasın, onun iyiliğine karşı hiç böyle şey olur mu? Doğrusu zalimler iflah olmazlar. Yani efendinin yatağına hainlik, iyiliğe karşı kötülük, ihsan ve ikrama karşı nankörlük zulüm ve haksızlıktır. Genel olarak zalimler felah bulmazlar, iflah olmazlar. Şu halde biz şimdi senin dediğini yaparsak ikimiz de zalimlerden oluruz ve asla iflah olmayız.

24- Hanım ona cidden niyet etmişti. Maksadı Yusuf'un iffetli ve namuslu biri olup olmadığını denemek veya şaka yapmak değildi. Ona gönül vermiş ve bütün himmetiyle onunla olmaya azmetmişti. O da, (yani Yusuf da) ona meyletmiş gitmişti, fakat Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı. Yusuf ona aynı şekilde karşılık vermedi, hanımın isteğine ve teklifine uymadı, amma bu onun erkeklik hissinin eksikliğinden veya gücünün zayıflığından dolayı sanılmamalıdır. Öyle olsa idi, Yusuf'un iffetli olmasının büyük bir anlamı kalmazdı. Bu başka hiçbir sebepten değil, yalnızca onun olgunluğundan kaynaklanıyordu.

Durum öylesine uygun bir durum idi ki, doğal şartların hükmünü icra edip, sonucun Züleyha'nın isteği doğrultusunda meydana gelmesi için herşey tamam idi. Ancak Allah korkusundan başka hiçbir engel yoktu. Eğer bu fiil helâl olsa idi, o da zaten kendini kaptırmış gitmişti. Fakat Yusuf'un iffet, ismet ve nezaheti o kadar yüksek idi ki, öyle bir anda bile Rabbinin burhanını görüyordu: Haram'ın çirkinliğini bütün çıplaklığı ile aynelyakın görüyordu.

Ona işte böyle yani yukarıda açıklandığı gibi, burhanını gösteriyordu ki, ondan her fenalığı, özellikle iyiliğe karşılık kötülüğün, hıyanetin çirkinliğini ve fuhşu defedelim diye. Zira o, bizim gerçekten ihlaslı kılınmış kullarımızdandı. İsm-i meful olarak "lâm"ın fethi ile "muhlas", sırf Allah'a itaat için seçilmiş, lekesiz demektir. "lâm" ın kesri ile "muhlis" de dini yalnızca Allah'a tahsis eden, dindar yalnızca Allah rızasını gözeten ihlaslı demektir ki, burada her iki şekilde de kırâet vardır.

Meâl-i Şerifi

25-29- 25. İkisi de kapıya koştular. Hanım, onun gömleğini arkadan yırttı. Ve kapının yanında hanımın efendisiyle karşı karşıya geldiler. Hanım hemen dedi ki: "Senin eşine fenalık yapmak isteyenin cezası, zindana atılmaktan veya acı bir azaba uğratılmaktan başka ne olabilir?"

26. Yusuf: "kendisi benden yararlanmak istedi" dedi. Hanımın akrabasından biri de şöyle şahitlik etti: "Eğer gömleği önden yırtılmış ise hanım doğru söylemiştir, o zaman bu, yalancılardandır."

27. "Yok eğer gömleği arkadan yırtılmış ise hanım yalan söylemiştir, o zaman bu doğru söyleyenlerdendir."

28. Ne zaman ki, gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu gördü, o zaman dedi ki: "Bu iş, siz kadınların tuzağındandır. Gerçekten de sizin tuzağınız çok büyüktür".

29. "Yusuf! Sakın sen bundan bahsetme! Kadın! Sen de günahından dolayı istiğfar et. Sen gerçekten günahkarlardan oldun".

Meâl-i Şerifi

30. Şehirde bazı kadınlar da "Azizin karısı, delikanlısından murad almaya kalkmış, sevgi yüreğini yakıp kavuruyormuş, görüyoruz ki, kadın çıldırmış besbelli..." dediler.

31. Azizin karısı, onların gizliden gizliye dedikodu yaydıklarını işitince, onlara davetçi gönderdi ve onlara mükellef bir sofra hazırladı. Her birine bir bıçak verdi, beri taraftan da Yusuf'a "çık karşılarına" dedi. Görür görmez hepsi onu gözlerinde çok büyüttüler ve (şaşkınlıkla) ellerini kestiler. Dediler ki: "Hâşâ! Allah için, bu bir insan değil, olsa olsa yüce bir melektir."

32. "İşte" dedi, "bu gördüğünüz, beni hakkında kınadığınız (gençtir). Yemin ederim ki, ben bunun nefsinden yararlanmak istedim de o, namuslu davrandı. Yine yemin ederim ki, emrimi yerine getirmezse, muhakkak zindana atılacak ve kesinlikle zelillerden olacaktır".

30-34 Yusuf'un iffetli, namuslu ve nezih kişiliğini anlamalı ki, böyle bir baskı ve tehdit altında bile bu işe yanaşmamıştır. Dedikodunun çevreye yayılması ve şehrin ileri gelenlerince duyulması, bir iki günlük bir mesele olmasa gerek. Buna bakarak Yusuf'un aylar süren bir baskı altında, sürekli olarak hanımı tarafından bu işe zorlandığını düşünmek gerekir. İşte Yusuf Aleyhisselam, böyle uzun süreli bir baskı ve tehdit karşısında:

Meâl-i Şerifi

33. Yusuf dedi ki: "Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni davet ettikleri şeyden daha sevimlidir. Eğer sen, bu kadınların tuzaklarını benden uzak tutmazsan, ben onların tuzağına düşerim ve cahillik edenlerden olurum".

34. Bunun üzerine Rabbi, onun duasını kabul buyurdu da ondan onların tuzaklarını bertaraf etti. Muhakkak ki O, evet O, hakkiyle işiten, hakkiyle bilendir.

Meâl-i Şerifi

35. Bu kadar delili gördükleri halde, sonra yine de Yusuf'u bir süre için zindana atma düşüncesi ağır bastı.

36. Zindana onunla birlikte iki delikanlı daha girdi. Birisi dedi ki: "Rüyada kendimi şarap sıkarken gördüm". Öteki de dedi ki: "Ben de başımın üstünde ekmek taşıdığımı, kuşların da ondan yediğini gördüm.

Bize bunun yorumunu haber ver. Çünkü biz seni iyilik edenlerden görüyoruz."

37. Yusuf dedi ki: "Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun tabirini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben Allah'a inanmayan ve ahireti inkâr eden bir kavmin dinini terkettim."

38. "Atalarım İbrahim, İshak ve Yakub'un dinine uydum. Bizim, Allah'a hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, bize ve insanlara Allah'ın bir lutfudur. Fakat insanların çoğu şükretmezler."

39. "Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok tanrılar mı daha hayırlı, yoksa herşeye hakim ve galip olan bir tek Allah mı?"

40. "Sizin Allah'ı bırakıp da o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Bunlara tapmanız için Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah'a aittir: O, size, kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler."

41. "Ey benim zindan arkadaşlarım! Biriniz efendisine yine şarap sunacak. Diğeri de asılacak, kuşlar başından yiyecekler. İşte öğrenmek istediğiniz iş böylece halloldu."

42. Yusuf, hapisten kurtulacağına inandığı o ikiden birine dedi ki: "Beni efendinin yanında an". (Benden söz et ki, beni kurtarsın). Fakat Şeytan, ona, efendisinin yanında anmayı unutturdu. Bu yüzden Yusuf, daha yıllarca zindanda kaldı.

35-42- Bazı yorumcular demişlerdir ki: Yusuf, o arkadaşına "Beni efendinin yanında an" ki, belki beni buradan kurtarmaya yardımcı olur diyerek, bir kuldan meded ummayacaktı. Eğer Allah'a yönelip "Ya Rabbi, beni buradan bir an önce kurtar" diye yalvarsaydı, o zaman araya şeytan giremeyecek ve Yusuf da daha önce kurtulmuş olacaktı. Yusuf durumunda olan takarrüb ehline yakışan şey, her beklentilerini Allah'dan istemektir.

Fakat Allah, onun kurtulmasını murad ettiği zaman bakınız nasıl bir sebep yarattı. Ve onun zindan kurtuluşu Allah'ın yarattığı bu sebep yüzünden oldu.

Meâl-i Şerifi

43. Bir gün melik (hükümdar) dedi ki: "Ben rüyamda yedi cılız ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Siz rüya tabir edebiliyorsanız benim bu rüyamın tabirini bana bildirin."

44. Dediler ki: "Rüya dediğin şey karmakarışık hayallerdir. Biz ise böyle karışık hayallerin yorumunu bilemeyiz."

43- Ey toplum! Yani, hükümdar o rüyayı görmüş. Hatta ifade muzari sigasıyla olduğu için"gördüm" demiyor, "görüyorum" diyor. Buna göre aynı rüyayı üstüste birkaç defa görmüş olduğu anlaşılıyor. Sonra meseleyi ciddiye alıp meşhur danışma meclisini topluyor. İçinde meşhur bilginlerin ve hikmet sahibi kimselerin de bulunduğu bu meclise gördüğü rüyayı anlatıp, onlara diyor ki: Rüyam hakkında bana bir fetva veriniz. Yani bu rüya benim için önemli bir mesele halini aldı, bunu tabir edip, ne anlama geldiği hakkında beni aydınlatın. Bu müşkülümü halledin. Eğer siz rüyaya geçebilirseniz, yani rüya tabiri ilminde işin derinliğine inebilirseniz, bu konuda mahir ve nüfuz sahibi kimseler iseniz, bunu yaparsınız, yapınız.

44- O meclistekiler, o heyet dediler ki, bu senin rüya dediğin şey bir "adgâsü ahlam"dır. Yani yaşı ve kurusu birbirine karışmış ot demetleri gibi, eskisi ile yenisi birbirine karışmış yığın yığın uyku hayalleri, hakikatte hiçbir mânâsı olmayan eski ve yeni birtakım vehimlerle hayallerin karışımından ibaret şeylerdir. Biz ise, böylesine karma karışık hayallerin tevilini bilmeyiz. Yani ahlamın anlamı yoktur ki bilebilelim.

Görülüyor ki, burada rüya ile ahlam birbirinin karşıtı olarak kullanılmış, ilim ve hikmet ehlinin çözümünden aciz kaldığı ve çözemedikleri için de birçoklarının inkâra kalkıştığı rüya olayında esas olan çok önemli bir nokta aydınlığa kavuşturulmuştur. Yani, rüyadan bahsedilirken şu iki kelimenin hakikatte farklı olduğu unutulmamalıdır: Rüya ve hulüm. Bunlar birbirlerine benzerliği dolayısıyla birbirine karıştırılır ise de Kur'ân ihtar edip uyarıyor ki, rüya denilen şey, ahlamdan başkadır. Rüya tek başına enfüsî bir hadise değildir. Onun altında, girilip, deşilecek ve özüne vakıf olunabilecek hakiki ve gizli bir mânâ yatmaktadır. Hulüm ise gerçekte hiç anlamı olmayan boş bir vehim ve hayalden ibarettir ki, haddi zatında bir dış tesir ile meydana gelmiş olsa bile afakî bir hakikat ifade etmez. Bundan dolayı da tabiri ve tevili olmayan bir ihtilam olayı gibi, sırf nefsani bir hadise veya şeytani bir hayal olmaktan ileri gitmez. İşte böyle değişik ahlamın birbirine karışmasına da adğâsı ahlam adı verilir. Demek ki, hakikat dilinde rüya, sadık olanların adıdır. Yalan olanlarına da ahlam denilmelidir. Bunların her ikisi de uyku halinde enfüste temessül eden hayali birtakım şekil ve suretler olarak görüldüklerinden dolayı, dışyüzünden bakıldığında rüya, bir hulüm, hulüm de bir rüya gibi sanılabilir. Bundan dolayı da avam arasında her ikisine rüya denilir. Oysa gerçekte bunlar birbirinden farklı şeylerdir. Rüya, görmek anlamına gelen "rüyet" kökünden alınmış olduğu için bunda hayalin ötesinde bir hakikat görülmüş olur ki, rüyanın asıl ilişkisi de o hakikat iledir. Görülen hayal, o hakikatın, insanın iç dünyasında temessül etmesidir. İşte bundan dolayıdır ki, rüyanın haddi zatında bir anlamı ve tabiri vardır. Rüya tabiri veya tevili demek de o görülen hayalden bir ipucu bularak onun arkasındaki hakikate geçebilmek demektir ki, bunda en önemli olan nokta, o hayalî görüntünün enfüsî olan özelliği ile afakî olan özelliğini ayırabilmektir. İşte bu anlam lügatte geçirmek mânâsına gelen tabir fiilinden ziyade "ubur" veya "ibare" mastarıyla ifade olunur ki, bir yerden bir yere geçmek demektir. Yani "Rüya tabiri" çok kullanılan bir deyim olmakla beraber "ubûrü'r-rüya" veya "ibaretü'r-rüya" denilmesi Arapça'da daha fasihtir. Bundan dolayı Kur'ân'da sülasi mücerredden ifade buyurulmuş, tef'il babından buyurulmamıştır. Bununla beraber Türkçe'de "tabir" deyimi yayılmış ve tutunmuştur.

Yukarıda gördüğümüz üzere "rüya tabiri" bilgisi, "te'vil-i ehadis" ilmi olarak ifade edilmişti.

Ehadis: Hadis kelimesinin çoğuludur. Hadis söz veya hadis, yani hadise demek olabileceğine göre, esas itibariyle "tevil-i ehadis" tamlaması, ya nefisteki sözün realitedeki anlamının veya nefsin ilişkili olduğu hadiselerin ileride varacağı akıbeti ve nihaî anlamı anlamak demek olur. Demek ki, rüya tabir etmek ya sözü veya hadiseyi tevil etmek mânâsında bir anlayıştır, Bunların her ikisini de birbirine irca etmek mümkün olur. Çünkü söz anlamak bir enfusî hadise olan sözden dışarıya intikal ile onun ötesinde bir olayı anlamak demek olduğu gibi; olaylardan, olayların gidişinden onların ileride alacağı şekli; onlardan çıkacak mânâyı ve sonucu anlamak da, dışarıdaki bir olayı idrak ile onun anlamı olan bir sözü, kendi düşüncesinde hissetmek ve anlamak mânâsına gelir. İşte söz olaya, olay da söze böyle geçişlerle irca olunabilir. Bilinmektedir ki, genel olarak duyuların gerçeği ve sahtesi bulunabildiği gibi sözün de doğrusu ve yalanı vardır. Doğru sözün zihindeki anlamından başka, bir de dış dünyada ifade ettiği gerçek bir anlamı bulunur. Yalan söz ise gerçekte dış dünyada ifadesi ve karşılığı bulunmayan soyut bir hayalî hadiseden ibaret kalır. İşte uyanıkken doğru bir söz veya hakiki bir duyu ile yalan bir sözün veya aldatıcı bir duyunun, yanlış bir idrakin farkları ne ise, rüya ile ahlam arasındaki fark da o demektir. En sonunda iş doğruya ya da yanlışa dönüşür, oraya raci' olur. Şu halde rüya, bir benliğin hak tarafından duyduğu ve algıladığı bir doğru sözün benzeri, ahlam ise onun duyduğu bir yalan sözün benzeridir. Sözün hakikatı, mecazisi, sarihi, kinayesi, iyi tanınmışı, garibi, imalısı, remzisi olduğu gibi, rüya da öyledir. Şu kadar var ki, genellikle rüyalar toplumsal geleneklere ve âdetlere bağlı olarak değil, daha ziyade kişinin kendi iç dünyasındaki, kendi benliğindeki gizli şuur algılamaları özelliklerine göre söylenen bir muamma, bir lügaz ve bir bilmece niteliğinde bir hayal ve garip bir temsil ile meydana gelirler. Velhasıl gibi ledunnî birer remiz, ilâhî birer semboldürler. Bundan dolayı onların te'vili de kesbî ilimler ile değil, vehbî ilimler ile bilinir ki, bunun en aşağı derecesi feraset ve ilhamdır, zirvesi ise vahiydir. Ve bundan dolayı peygamberlerden başkasının rüyası ya da rüya tabiri, ilm-i yakîn ifade etmez. Ancak görenin ve görüşün özelliklerine göre basit bir vehimde başlayarak yüzde yüz kesinlik ifade eden cezme kadar varabilecek çeşitli mertebelerde ferdi anlamda bir bilgi husule getirir. Ve rüyanın asıl tabiri meydana gelen olaylar ile açıklık kazanır. Bazı rüyalar aynen görüldüğü gibi çıkar. Bazılarının tabiri de rüya ile beraber görülür. Bazı rüyalar da gören kimsenin vicdanında tabir olunamamakla beraber, onun sadık bir rüya olduğuna dair mücmel ve fakat kesin bir kanaat hasıl olur. Sözkonusu Mısır hükümdarının rüyası da işte böyle bir rüya olduğundan "Rüyam hakkında beni aydınlatın, eğer siz rüya tabirini biliyorsanız" demiştir. Ve gördüğü şeyi hep "rüya" olarak adlandırmıştır. Çünkü gördüğünün kendince gerçek bir rüya olduğuna kanaat getirmiştir.

İslâm âlimleri, rüya hadisesini üç sınıf olarak tasnif etmişlerdir: Birincisi, Allah tarafından doğrudan doğruya veya bir melek aracılığıyla meydana gelen ilâhî bir telkindir ki, asıl rüya, hak ve gerçek olan rüya budur. İkincisi, benliğin kendinden kendisine yapılan telkin ile meydana gelen görüntüdür ki, geçmişten gelen hatıra birikimlerinin yeni baştan hayal edilmesinden başka bir değer taşımaz. Üçüncüsü ise, şeytanî bir telkin ile meydana gelen zihinsel görüntüdür ki, bilinmeyen bir dış etkenden etkilenerek meydana gelir, fakat yalan bir tedai ve tehayyülden ibaret olur. İşte bu ikisi ahlam veya adğâsü ahlam adını alır. Bununla beraber bütün bunlar nefiste bilgi değeri olmasa bile, hissî bir heyecan uyandırmaktan geri kalmazlar. Şu halde yalnızca bilgi değeri açısından değil, duyguların halden hale geçmesi açısından da düşünüldüğü zaman görülür ki, ahlam denilen kısmın bile psikolojide hesaba katılmaya değer önemli bir yeri vardır. Gerçekten de Hz. Peygamberin hadislerinde rüyaların hem bilgi değeri, hem de duygusal önemi üzerinde durulmuş, her iki faydasına da ayrı ayrı işaret buyurulmuştur. Bu arada şunu da hatırlatmalıyız ki, hadis-i şerifte "Rüya, peygamberliğin kırkaltı cüz'ünden bir cüz'dür" yani, kırkaltı parçasından bir parçadır buyurulmakla, onun ilmi değerine işaret edilmiştir. Ayrıca yine hadisi şerifte "Peygamberlik kesildi, mübeşşirat kaldı" buyurulmuştur. Bu da daha ziyade işin duygusal tarafına aittir. Hiç şüphesiz nübüvvetlerin ekmeli, Hz. Muhammed'in nübüvvetidir. Hatemü'l-enbiya (son peygamber) efendimizin vefatına kadar vahiy aldığı peygamberlik süresi yirmi üç sene idi. Ve bu yirmi üç senelik sürenin ilk altı ayında aldığı vahiy, hep sabah aydınlığı gibi zuhur eden rüyalar şeklinde olmuştu (Fatiha Sûresi'ne bakınız). Yirmi üç senenin ise kırk altı tane yarım sene, yani kırkaltı tane "altı ay" demek olduğu hesaba katılırsa, ilk altı ayda rüyalar şeklinde gelen vahyin, bütün vahiy süresinin kırk altıda biri ettiği ve onun kırk altı parçasından bir parça olduğu anlaşılır.

Burada rüya meselesini biraz da zamanımızın felsefi görüşleri açısından ele almak da faydadan halî olmayacaktır. Psikoloji ve genelde ruhsal bilimlerle meşgul olanların bildiği gibi, uyanıkken bize belli bir şeyi tanıtan, mesela "bir buğday başağı gördüm veya bir ses işittim" dedirten herhangi bir görme ve işitme, tek başına o anda meydana gelen basit bir duyumdan ibaret değildir. O anda aldığımız o duyu ile birlikte hafızamız da ona benzer bir hızla hemen harekete geçer kendisinde daha önceden ona benzer bütün görüntüleri yoklar, varsa aynını bulur, onunla karşılaştırır ve o anda onun buğday başağı olduğuna karar verir. Gördüğü yeni duyu ile daha önce edindiği idraklerin bütünleşmesinden yeni bir tanıma elde etmiş bulunur. Böylece her yeni bir duyudan aldığımız yeni bir görüntünün anlamını, daha önceki hafıza arşivimizden yararlanarak aradaki aynîliğin veya yakınlığın derecesine göre kendimize söyleyebiliriz: Mesela, "şurada bir yaprak gördüm" diyebilir. O andaki bir duyuyu, hafızamızdaki benzerleriyle tedai ve hatırlama yoluyla bir geçit resmine tabi tutarız; ancak o gördüğümüzle daha önce hafızamızda bulunan görüntüler arasında bir aynîlik veya bir benzerlik bulamadığımız zaman da "birşey görüyorum, amma ne olduğunu seçemiyorum" deriz. Çünkü biz hiçbir eşini ve benzerini bilmediğimiz büsbütün yeni olan bir şeyi tanıyamayız. Durum dış gözlemlerde böyle olduğu gibi, iç gözlemlerde de böyledir.Mesela "düşünüyorum, başım ağrıyor" diyebilmemiz için bile, daha önceden benzeri şekilde düşünmüş ve yine daha önceden başımızın ağrımış olması gerekir. Çevremiz veya kendimiz hakkında edindiğimiz bütün bilgiler, yeni bir duyu ile hafızamızda önceden mevcut benzer birikimlerin elele verip yardımlaşması sayesinde meydana gelir. Bütün bilgiler dış duyularla hafızadaki idrak kalıntılarının işbirliği etmesine bağlıdır. Halbuki benliğimiz, uyku halinde de içeriden veya dışarıdan etki alır. Ve kendi kendisiyle konuşabilir, geçmişi çağrışım yapıp hatırlayabilir. Böylece rüya veya ahlam denilen zihinsel olay meydana gelebilir. Ve uykudaki, bir benlik iradesine hakim olamadığı için artık bunlar, benliğin kontrolü dışında başıboş bir şekilde akar gider. Ve bundan dolayı bu tedailerin ilk çıkış noktalarına bağlantıları, benliğin dikkatinden gizli kalacağından bütünün temsil yoluyla toptan ifade ettiği gizli anlam, tefsire ihtiyaç gösterecek şekilde kapalı kalır. Eğer bu tedailer yeni bir etki ile ilgili olmayıp da gerek eğri, gerek doğru yalnızca geçmişteki hatıraların tekrarından ve karışımından ibaret olursa, o zaman ahlam veya edğasü ahlam olmuş olur. Hak tarafından gelen bir etki sebebiyle cereyan eden tedailer de rüyayı sadıka olur. Şu halde görmek, bir basit duyu ile hafızadaki bir tedai zincirinin akışı sayesinde olduğu gibi; rüya olayı da, bir etki ile bir tedai akışının altındaki mânâdır. Görme olayında çağrışımın ayniliğinden veya benzerliğinden o şeyin ne olduğu anlaşıldığı gibi; rüya olayındaki tedainin görüntüsünden de, o etkinin altındaki anlam anlaşılacaktır. Fakat görme olayı, ne kadar zorunlu olursa olsun, onda benliğin bakmak ve dikkat gibi kendi kesbiyle ve iradesiyle ilgili olan hür seçiminin bir hissesi, bir rolü vardır. Hatta görmenin netliği dikkatle doğru orantılı olur. Onun için göze iliştiği halde dikkatten kaçan birtakım şeyler bulunur ki, ya hiç görülmez veya belli belirsiz göze ilişmiş olur. Rüya olayı ise benliğin tamamen dikkati ve iradesi dışındadır, soyut olarak ve zorunlu olarak cereyan eder. Binaenaleyh rüyanın altında yatan anlamı dile getiren görüntü, benliğin iradesine yabancı ve dikkatine gizli kalmak bakımından, bizzat görme olayındaki gibi net ve kesin olmasa da; diğer taraftan benliğin irade ve dikkatiyle ilgisizliği açısından, rüyanın doğrudan doğruya ilâhî bir tasarruf ve hak tarafından bir gaybî telkin olması, bizzat görme olayından daha net ve daha geçerli bir olgudur. Bundan dolayıdır ki, insanlar rüyalarının çıkmasında, gözle gördüklerinin gerçekleşmesinden daha ziyade bir ilâhî burhan görürler. Ve hiç şüphe yok ki, sadık rüyaya, milyonda bir bile rastlansa, yine de olayın gerçekliğine ve önemine asla halel gelmez. Şunu da hatırlatalım ki, rüya olayı yalnızca uyku haline bağımlı bir hadise değildir. Uyanıkken, özellikle karanlık bir yerde veya gözler yumulmuş olarak bir dalgınlık halinde de, bir sinema şeridi gibi görülen birtakım misaller ve manzaralar meydana gelebilir ki, bunlar sıradan hatıralar ve hayaller gibi sönük ve bulanık değildir, tıpkı canlı ve gerçek bir görüntü gibi, parlak, net ve açık seçiktirler. Ve görülenler tıpkı bir rüya gibi misal olarak veya bazı hallerde aynen tabir ve tevil edildikleri gibi, daha sonra tahakkuk da ederler. Bunu kendi hayatlarında yaşamış olanlar şuna inanırlar ki, soyut manevi âlem ile madde dünyası arasında ortada bir misal ve eşbah âlemi vardır. Mânâ maddede, madde mânâda bu misal âlemi yardımıyla temessül eder. Gerek uykuda ve gerek uyanıkken rüya, belli bir hakikatin, soyut olarak bu misal âleminden ruha görünmesidir. Bundan dolayıdır ki, rüya olayı sıradan hatıraların çağrışımından ve ahlamdan başka bir keşif hadisesidir. Rüya tabiri ilmî ve vehbî ve keşfî ilimlerden olduğu için düşünce ve mantıkla çözülmez. Çözülemediğinden dolayı da zahir ehli için gerçek rüya ile ahlam adı verilen şeyin ayırt edilmesi zor ve müşkül bir şey olur. Hatta gaybî sırlardan büsbütün gafil olanlar, âlemlerin Rabb'inin alîm ve hakîm olduğunu bilmeyenler, genel olarak bütün rüyaların ahlamdan ibaret olduğunu iddia edecek kadar ileri giderler. İşte Firavun'un danışma meclisinin söz konusu üyeleri de ya böyle bütün rüyaları ahlam kabul ederek veya eğer inkârcı değillerse de rüya ile ahlam arasındaki inceliği fark edemeyerek, tabirini bilmedikleri için, bilgisizliklerini ve aczlerini örtbas etmek gayesiyle "Biz, ahlamın da tevilini bilecek değiliz ya" dediklerinde:

Meâl-i Şerifi

45. O ikiden kurtulmuş olanı nice zamandan sonra hatırladı da dedi ki: "Ben size o rüyanın tabirini haber veririm, hemen beni gönderin."

46. "Ey Yusuf, ey doğru sözlü! Bize şunu hallet: Yedi semiz ineği, yedi cılız inek yiyor. Ve yedi yeşil başakla diğer yedi kuru başak. Umarım ki, o insanlara doğru cevap ile dönerim, onlar da (senin kadrini) bilirler."

45-46- O ikiden kurtulmuş olan da yani Yusuf'a rüya tabir ettirmiş olan o iki zindan arkadaşından kurtulup çıkmış olan sâkî de uzun bir zaman sonra, bu vesile ile hatırlayıp dedi k: "Size haber vereceğim..." Yusuf ona şu cevabı verdi:

Meâl-i Şerifi

47. Dedi ki: "Yedi sene eskisi gibi ekeceksiniz, biçtiklerinizi başağında bırakınız, biraz yiyeceğinizden başka. "

48. "Sonra onun arkasından yedi kurak sene gelecek, önceki biriktirdiklerinizin biraz saklayacağınızdan başkasını yiyip bitirecek."

49. "Sonra da onun arkasından yağışlı bir sene gelecek ki, halk onda sıkıntıdan kurtulacak, (üzüm, zeytin gibi mahsülleri) sıkıp faydalanacak."

47-48-49-Hükümdar Yusuf'un bu tabirini öğrenince:

Meâl-i Şerifi

50. O hükümdar "Onu bana getirin" dedi. Emir üzerine Yusuf'a gönderilen adam yanına gelince, Yusuf ona dedi ki: "Haydi efendine geri dön de, ona sor bakalım, o ellerini kesen kadınların maksatları ne imiş? Hiç şüphe yok ki, Rabbim, onların oyunlarını çok iyi bilir."

50- Melik de onu bana getirin, dedi. Yani, o sâkî gelip gerçek yorumu haber verince, hükümdar Yusuf'un ilmini ve faziletini anladı ve zindandan çıkarılıp kendisine getirilmesini emreyledi.

Fakat aldığı emir üzerine elçi kendisine varınca yani Yusuf'u zindandan çıkarıp, hükümdara götürecek olan adam, o görevli kişi, Yusuf'un yanına varınca, Yusuf hemen zindandan çıkıvermedi de o görevliye dedi ki: Sen şimdi efendine geri dön, git de ona sor bakalım o ellerini kesen kadınların maksatları ne imiş? Hiç şüphesiz benim Rabbim, (O yüceler yücesi Allah'ım,) onların keydlerini, oyunlarını ve hilelerini bilir. O kadınların bana ne oyunlar yapmak istediklerini bilir. O, bilmek, öğrenmek için sormaya muhtaç değildir. Fakat başkaları işin içyüzünü bilmez. Onun için efendine söyle, sorsun, araştırsın, tahkikat yapsın, yaptırsın da benim sırf kadın hilesi ile ve haksız yere hapse atıldığım herkesçe bilinsin ve anlaşılsın; namusum, iffetim ve suçsuzluğum gereği gibi açığa çıksın da ben de onda sonra buradan çıkayım, diye ayak diretti. Ve çok dikkat çekici bir şeydir ki, asıl suçlu olan kendi hanımının adını vermedi, "ellerini kesen o kadınlar" diyerek ortaya konuştu. Bu kadar sene zindanda kalan Yusuf, zerre kadar sarsılmadıktan başka böylece büyüklük üstüne büyüklük göstererek, yine de nezaketten ayrılmadı. Bunu takdir eden hükümdar da bizzat tahkikata girişerek, kadınları huzura çağırıp sorguya çekti:

Meâl-i Şerifi

51. Hükümdar, o kadınlara "Derdiniz neydi ki, o vakit Yusuf'un nefsinden murad almaya kalktınız?" dedi. Onlar "Hâşâ, Allah için, biz onun aleyhinde hiçbir fenalık bilmiyoruz" dediler. Aziz'in, karısı da: "Şimdi hak ve hakikat olduğu gibi ortaya çıktı. Aslında onun nefsinden ben murad almak istedim. O ise şeksiz şüphesiz doğrulardandır" dedi.

51-Bundan sonraki iki âyetin (52. ve 53. âyetler) yukarıdaki âyetlerin gelişine göre Yusuf'un ağzından söylenmiş olması gerekirse de bir önceki âyete olan bağlantısı sebebiyle yine hanımın ağzından söylenmiş olduğu açıkça belli oluyor. Yani hanım sözünü bu kadarla bitirmiyor ve şöyle devam ediyor: Meâl-i Şerifi 52. (Yusuf dedi ki): İşte bu şunun içindir: Bilsin ki, ben ona arkasından hainlik etmedim. Gerçekten Allah hainlerin hilesini başarıya ulaştırmaz.

52-Bununla beraber:

Meâl-i Şerifi

53. Ben yine de nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis şiddetle kötülüğü emreder. Ancak Rabbimin rahmetiyle yarlığadığı müstesna. Muhakkak ki, Rabbim bağışlayıcı ve merhametlidir.

53- Bununla beraber ben kendimi temize çıkarmak, (nefsimi terbiye etmek) çabasında değilim. Yani Yusuf'un arkasından kendisine hıyanet etmediğimi bilsin diye hakkı söylerken, hakikatı itiraf ederken, kendimi büsbütün tezkiye ve terbiye edip, temize çıkarmıyorum. Böyle bir şeyi söylemem, çünkü daha önce söylediğimi söyledim ve suçumu itiraf ettim. Ne yaptıysam onun gözü önünde yaptım, arkasından, yani yokluğunda ona hainlik yapmadım. Şu kadarını da söylemeliyim ki, Gerçekten de nefis, hep kötülüğü telkin ve emreder. Haddi zatında beşerin nefsi daima fenalık tarafına meyleder, bütün gücüyle kötülüğü telkin eder. Yani genel olarak beşer nefsinin tabiatında şehvete, günaha ve kötülüğe meyil vardır: nefis kendi gücünü ve emrindeki araçları o yönde kullanır. Ve onun böyle bir özelliği vardır. İşte bundan dolayı insan sırf kendi nefsine kalırsa fenalığa sürüklenir, Ancak Rabb'imin rahmet ettiği müstesnadır. Yani, ancak Rabbimin, koruyup kayırdığı nefisler, yani, Yusuf'un nefsi gibi Allah'ın lutfu ve rahmetiyle kötülükten arındırılmış nefisler bunun dışındadır. Onlar pak ve masum nefislerdir. Yahut ancak Rabbim rahmet ettiği vakit, rahmânî kuvvet, nefsanî kuvvete üstün geldiği vakit, onun emrini hükümsüz kılar ve gücünü kırar. Veya nefis ilâhî emre uyar da kendi emrini terkederse fenalıktan uzak kalır. Şüphe yok ki, Rabb'im ğafurdur, rahîmdir. Mağfireti ve rahmeti büyük, çok büyüktür. Şu halde birçok hallerde nefislerin tabiatları icabı uğradıkları meyilleri ve istekleri, Rabbülalemin kendi mağfiretiyle örttüğü ve önlediği, onların fiil alanına çıkmasını engellediği, rahmetiyle koruyup kayırdığı için, günahını itiraf edip bağışlanma dileyenlere de mağfiret ve rahmet eder. Bunun için nefsi emmaremi temize çıkarmayarak hakikatı itiraf ettiğim ve doğruyu söylediğim için de Rabbimin mağfiret ve rahmetini niyaz ve ümid ederim. İşte Aziz'in hanımı böyle itiraf ve istiğfar ederek, gerçeği ıkrar ve Allah'a olan imanını da açığa vurdu. Yusuf'un da Allah katında bilinen iffeti ve nezaheti halkın gözünde böyle parlak bir şekilde ortaya çıkmış oldu. Düşünmeli ki, ilâhî aşk, nefsanî aşka üstün geldi, onu nasıl yendi. Kin, öfke ve ihtiras ile dolmuş düşmanları bile nefsaniyeti bir yana bırakarak, gerçeği söyledikleri ve böyle güzel güzel şahitlikten kendilerini alamadıkları bu temizlik, bu iffet ve fazilet ne büyük, ne kutsal bir mertebedir. Bakınız hakkın tecellisi ile ihtiraslar nasıl sönüyor, gayzlar ve öfkeler nasıl siliniyor, bencillikler nasıl ortadan kalkıyor da hak aşkından başka ayakta kalabilecek hiçbir şey kalmıyor.

İşte hakikat böyle açığa çıktı:

Meâl-i Şerifi

54. Hükümdar dedi ki: "Onu bana getirin, kendime tahsis edeyim." Sonra onunla konuşunca da: "Sen bugün yanımızda gerçekten büyük bir mevki sahibisin, güvenilir birisin" dedi.

55. O da, ona dedi ki: "Beni bu ülkenin hazineleri üzerine getir. Çünkü iyi korurum, iyi bilirim."

54- Hükümdar dedi ki, getirin bana onu, yani Yusuf'u,, onu kendim için istihlas edeyim, yani halis olarak kendime mahsus kılayım. Özel danışmanım yapayım.

Arapçada "Aziz" dahi "Melik" mânâsına kullanıldığından, bazıları bu meliki, daha önce adı geçen ve Yusuf'u satın alan Aziz'in kendisi sanmışlarsa da Kur'ân'ın zahiri ifadesine uygun düşmemektedir. Zira o takdirde Aziz'in "onu kendime özel danışman yapayım" demesi anlamsız olacağı gibi, birine Aziz, diğerine "Melik" diye ayrı ayrı isimler verilmesi de bunların ayrı arı kişiler olduğunu açıkça belli eder. İşte bundan dolayı Aziz, Mısır hükümdarlarına yakın en büyük yetkiye sahip bir vezir veya emir, "Melik" de hükümdar demek olduğu anlaşılıyor. Nitekim bazı rivayetlerde Aziz'in adının "Kıtfîr", Melik'in adının da "Reyyan" olduğu nakledilmiştir.

Eski Mısır'ın hükümdarlarına "Firavun" denilmesi meşhur olduğu halde buna "melik" denilmesi herhalde şu iki inceliği hesaba katmaktan dolayı olsa gerektir:

Birincisi: "Firavun" ünvanı zulum ile şöhret bulmuş ve öyle tanınmıştır. Üstelik "Firavun'un emri reşid değildir" (Hûd 11/97) buyurulmuştur. Oysa Yusuf'u özel danışman seçen bu Melik'in övülmeye layık güzel vasıfları, rüşdü ve seçme yeteneği vardır. İşte bundan dolayı bu Melik'in karakteri itibariyle bir Firavun olmadığına işaret edilmek istenmiş demektir. Nitekim Mücahid'den bu Melik'in hak din üzere olan bir melik olduğu da rivayet edilmiştir.

İkincisi: Esasen Firavun lakabının dil ve soy itibariyle Mısırlı olduğuna göre, bu Mısır Melik'inin, söz konusu Firavun soyundan ve Mısır kıbtilerinden olmadığına böylece işaret olunmuş demektir. Nitekim bazı tarih kaynaklarında Amalika'dandı denilmiştir ki, Mısır tarihinde "Hiksoslar" adı verilen ve Arabistan tarafından geçip dörtyüz sene kadar Mısır'da hükümranlık sürdükleri söylenen sülâleden olacaktır. İsminin "Reyyan" olduğuna ilişkin rivayet de bunun Arabî olduğuna işaret eder. Bakara Sûresi'nde (âyet 49, 50) de geçtiği üzere bazıları, bunun Hz. Musa zamanına kadar yaşadığını ve o Firavun'un da bu Reyyan olduğunu zannetmişlerse de bu, Kur'ân nassının zahirine uygun düşmemektedir. Çünkü Kur'ân'da buna "Melik" denilmiş, "Firavun" denilmemiştir. Musa'nın mücadele ettiği Mısır hükümdarının Firavun olduğu Kur'ân nassı ile belirlenmiştir. Bu Melik, Hakk'ın âyetlerine değer vermiş ve üstelik Yusuf'u en yakınları arasına alarak, ona büyük yetki vermiştir. Firavun ise bunun tam zıddını yapmış, Musa'nın gösterdiği bütün mucizeleri ve âyetleri inkâr etmiş, Musa'ya ve Musa'ya iman eden sihirbazlara yaptıklarıyla tam anlamıyla Firavunluk yapmıştır.

Velhasıl burada söz konusu edilen Melik, kadir kıymet bilen bir zattır. Hz. Yusuf'u henüz görmeden, yaptığı rüya tabiri ile ilmine ve faziletine hükmedip, hemen zindandan kurtarmıştır. Onun eşsiz bir ilim ve fazilet ehli olduğuna karar verip, getirilmesini emretti. Sonra onunla konuştuğunda, yani, Melik'in emri derhal yerine getirildi, Yusuf geldi, Melik onunla konuştu. Böylece Melik, Yusuf'un konuşmasını da gördü. İşte o vakit dedi ki: Sen cidden bu gün, yani bu günden, seninle konuştuğumuz şu andan itibaren katımızda, yanımızda mekin, büyük bir mekanet mevki ve mertebe sahibisin, yetkili kişisin, bir emin kişisin. Her hususta güvenilir, itimat edilir ve itibar edilir bir kimsesin.

Rivayet olunur ki, o görevli, Yusuf'u zindandan almaya gelen o elçi, kendisine geldiğinde Yusuf ayağa kalkmış, zindanın kapısına "burası belalar konağı, diriler kabri, düşman sevindiren, dostlar sınavıdır" diye yazmış ve çıkmış, atalarına dua etmiş, yıkanmış ve yeni elbise giymiş ve Melik'in huzuruna girerken, şöyle dua etmiş: Allahım! Senden senin hayrınla bunun hayrını dilerim, bunun şerrinden ve başkasının şerrinden Sen'in gücüne ve kudretine sığınırım". Melik'in huzuruna girince Arapça selam vermiş ve İbranice bir dua etmiş. Melik "Bu ne dili?" demiş, o da "atalarımın dili" diye cevap vermiş. Melik, birçok dil bilirmiş, bildiği dillerin hepsinden konuşmuş, Yusuf da o dillerden tek tek cevaplar vermiş. Bunun üzerine Melik hayretler içinde kalmış ve "Arzu ediyorum ki, rüyamın yorumunu bir de senden dinliyeyim" demiş. Yusuf da onun rüyada gördüğü sığırları ve başakları tek tek yerleriyle ve renkleriyle tavsif ederek anlatmış. Bunun üzerine Melik, onu kendi seririne oturtmuş ve fikrini sormuş. Yusuf da "Benim düşüncem odur ki, bu bolluk senelerinde çok ekin ektirirsin ve depolar bina edersin, elde edilen ürünleri o depolarda muhafaza edersin, kıtlık seneleri gelince bu fazla ürünleri satarız, böylece hazineye büyük gelirler sağlanmış olur" demiş. Melik "Fakat bana bu işi kim yapıverecek?" demiş. İşte o vakit Yusuf kendini öne sürerek:

55- Beni, dedi, bu arzın hazineleri üzerine tayin et. Yani, bütün bu Mısır diyarının hazinelerinin yönetimini, gelir ve giderinin yetkisini bana ver, bununla beni görevlendir. Doğrusu ben bir koruyucuyum, uzman ve bilgili bir kişiyim. Hakkı hukuku gözetirim, emanetleri iyi korurum, hazineleri haketmeyenlerin çarçur etmesinden iyi korurum ve tasarruf yollarını çok iyi bilirim. Yusuf'un yaptığı bu teklif misal gösterilerek, adaleti ve görevin gerektirdiği hususları hakkiyle ifa edeceğine güvenen bir insanın valilik ve yöneticilik talebinde bulunması ve kendi kabiliyetini açığa vurması, hatta kâfirden bile yöneticilik alması caiz demişlerdir. Fakat âyette bu Melik'in küfrüne delil sayılabilecek bir şey yoktur. Aksine bunun müslüman olduğu Mücahid'den nakledilmiştir.

Bir de "Beni bütün hazinelerin başına getir" diyen Hz. Yusuf, aslında Melik'ten tam yetki talebinde bulunmuştur. Bu söze bakarak bazı müfessirlerin dediği gibi, Melik Hz. Yusuf'un emri altına girmiş ve onun reyine tabi olmuş demektir. Bu da, bütün konularda değil, yalnızca malî işlerde geçerlidir. Şu halde bu şekilde görev kabul etmenin sorumluluğu doğrudan doğruya ahkamı icra etmenin sorumluluğuna dönüşür. Talep meselesine gelince, onun da fıkhî hükmü şudur: Ehliyet ve liyakatları olmayanlara valilik ve yöneticilik vermek haramdır. Bunun talep eden açısından talebi de haram, görevlendiren açısından görev verilmesi de haramdır. Ehliyeti olanlara kabul caiz, talep mekruhtur. Meğer ki, taayyün etmiş olsun, yani o işe ondan başka ehil biri bulunmasın. İşte o vakit talep vacip bile olur. İşte bir peygamber olan Hz. Yusuf, Allah tarafından görevli olduğu hak ve adaletin ahkamını icraya bir yol bulmak, bir vesile bulmak için bu talebiyle o vecibenin ifasına çalışmıştır. Acaba onun bu talebi kabul edildi mi?

Meâl-i Şerifi

56. Ve işte biz böylece Yusuf'u o yerde temkin ettik (yerleştirdik). Neresinde isterse orada makam tutuyordu. Biz rahmetimizi dilediğimize nasip ederiz. Ve iyilik edenlerin mükafatını zayi etmeyiz.

56- Ve işte bu suretle, böyle hıfız ve ilim ile onu temayüz ettirerek, gönülleri büyüleyen şanlı bir emniyet ve yetki ile hazinelerin başına geçirmek suretiyle Yusuf'u o ülkede temkin ettik. Mısır diyarında yüksek bir nüfuz ve iktidarla yerleştirdik.

Burada görülüyor ki, Yusuf'un teklifine Melik'in ne dediği açık seçik bildirilmemiş, sadece sonuç olarak "İşte böyle onu o ülkede yetkiyle donattık ve yerleştirdik" meâlinde bir durum bildirilmiştir. Sözün gelişi, zaten onun yaptığı teklifin reddedilmesi bahis mevzuu olamıyacağını anlatmakta ise de kabul edildiği de kesin olarak ifade edilmemiştir. Ancak fiilin doğrudan doğruya Allah'a isnad edilmesi şunu ifade eder ki, Yusuf'u bu şekilde iktidara getiren Melik değildir, Allahu Azimüşşan'dır. Allah bütün sebepleri hazırlamış, Melik'i de ona müsahhar kılmış, onu da Yusuf için aracı kılmış v