Tefsir açıklamak beyan etmek anlamına geliyor. Meal ise Kuranın tercümesidir. Tefsirin mealden farkı ise ayrıntılı olmasıdır. Kuranda ayetlerin mealinin anlaşılması için tefsire bakılır. Yunus suresinin tefsirini hazırladık. Kuranı Kerimin 10. suresi olan Yunus suresinde Yunus aleyhisselamın kıssası anlatılıyor. . İşte Yunus suresini tefsiri...
YUNUS SURESİNİN TEFSİRİ
Elif-Lâm-Ra, Allah bilir muradını! Görülüyor ki, bu sûre dahi hece harfleri ile başlıyor. Demek ki, bunda da remzî (sembolik) bir ifade var. Özünü akılların kavrayamayacağı ilâhî bir sır ve mucize söz konusu oluyor. Bunun gibi sûre başlarındaki harfler hakkında Bakara Sûresi'nin başında bilgi verilmişti. Burada da bununla ilgili olarak özellikle rivayet olunmuş bulunan bazı görüşler vardır. Bunlar arasından birkaçı şöyledir:
- Rab benim, Ben Rabb'im.
- Ben Allah'ım, görürüm,
- Ben Allah'ım Rahmân'ım,
anlamlarına remz olduğu söylenmiştir. 'dan isminin meydana geldiği de hatırlatılmıştır. Bununla beraber bu harfleri işaret olunan mânâlara bir remz ve terkip olmaktan ziyade, doğrudan doğruya anlamı Allah'a havale olunması gereken müteşabihattan olması dolayısıyla sınırsız ihtimaller içinde bu anlamları da hatırlatması şeklinde anlamak daha uygun olur. Bu "hurûf-u mukatta'a'yı müteşabihattan saymayan tefsir âlimlerinin açıklamalarına göre ise de olduğu gibi herşeyden önce sûrenin ismidir. İkinci olarak elifba ve ebced (yani a, b, c, d) gibi herkesin bildiği hece harflerinin hem tek tek, hem de bileşik durumlarını anlatan yeni bir isimdir ki, mânâlı kelimelerin aslı bulunan bu hece harflerini böyle özel bir şekilde ihtar ederek, bu basit, sınırlı ve belirsiz harflerden Allah'ın hikmetiyle sınırsız bir şekilde anlamlı kelimeler ve cümleler yapılabildiğini ve insanların bu sayede söyleyip anlamak gibi büyük bir nimete erdiğini ve bundan birçoklarının gafil olduğunu, aslında bu durumun ilâhî kudrete gayet ince bir delil demek olduğunu gözler önüne sermektir. İşte Kur'ân nazmının da o basit ve sınırlı alfabe harflerinden meydana gelmiş olmakla beraber öbür kelâmlar gibi değil, herkesin bildiği elifbayı yeni duydukları ve sırrına eremedikleri bu "Elif-Lâm-Ra" gibi yepyeni bir şekilde ve benzeri görülmemiş bir sanat ve estetik anlayışı ile ortaya koyan ve söz dizmede usta olan bütün edebiyatçıları ve belağatçıları bir benzerini meydana getirmekten aciz bırakan fevkalade sanatlı ve seçkin bir hikmetli kitap olması, onun Allah tarafından indirilmiş bir mucize ve bir peygamberlik belgesi olduğuna delalet eden çok açık bir delil teşkil ettiğini anlatır. Bütün inkârcılara tehaddi ile (hodri meydan diyerek) meydan okur.
Ayrıca çok dikkate şayan bir şeydir ki, "Elif-Lâm-Mim" hece harflerinde bütün harflere şamil olan boğaz, dil, dudak, üç mahrecin üçünü de içine aldığı halde "Elif-Lâm-Ra" hece harflerinde ise esas itibariyle boğaz ve dil mahreçleri ile yetinilmiştir. Gerçi "elif" ve "lâm" isimlerinin telaffuzunda birer dudak harfi olan "fe" ve "mîm" harflerine de işaret varsa da yazılışta olduğu gibi "elif, lâm, mîm" deki şekliyle mevcut değildir. "Elif" aksayı halk denilen gırtlağın en dip kısmından çıkar, "lâm" ile "ra" ise ağız içinde dil ucundan çıkar. (elif-lâm-mîm" denilince içerden başlayıp dudaktan dışarıya çıkan bir heceler dizisi söz konusu olduğu halde, (elif-lâm-râ) denilince heceler henüz ağız içinde ve dil ucunda çalkalanıp durmaktadır. Bu zevke göre, bütün Kur'ân'ın bir ismi olabilirse de ancak bir sûre ismi olabilecek bir vahiy sırrı demek olur. Bununla beraber bunun Kur'ân'ın bir ismi olduğu da söylenmiştir ki, bu da o zaman henüz nüzulün tamam olmamış bulunması itibariyle dikkate alınabilir.
Allah bilir.
Onlar, sana nazil olan ve akılları hayrette bırakan o bediî harfler, yani bu sûre veya kâfirlerin şaşıp kaldıkları ve bir türlü kabul etmek istemedikleri diğer sûreler, o hikmetli kitabın âyetleridir.
Hakîm: Hikmetli, hâkim, muhkem, mâbihil-hüküm (kendisi ile hükmolunan), mahkûmun fîh (hükmü kesin olan) anlamlarına gelir ki, Kur'ân hakkında herbiri ayrı açılardan doğrudur. Esasen hikmet sahibi ve hâkim (hüküm veren) anlamlarına Hakîm, Allah Teâlâ'nın esmâ-i hüsnasından olmakla Kur'ân'ın bu isimle adlandırılması, Allah'a olan nisbetini kuvvetle ifade etmek için bir mecaz demek olur.
Âyet (âyetler)'in kitabın bütününe izafeti de ya cüz'ün külle izafeti şeklinde olur ki, meşhur olan budur. Yani bu sûre, ilâhî hikmetleri ve hükümleri içine almış olarak nazil olmakta bulunan o muhkem kitabın, o Kur'ân-ı Azîmüşşan âyetlerinin bir kısmıdır. Veya delilin medlule izafeti olmakla da mümkündür: Nitekim "Elif-Lâm-Râ" hece harflerine işaret olduğuna göre asıl hikmetli kitap, mânâ ve hece harflerinden meydana gelmiş olup, o mânâya delalet eden ilâhî nazım da onun âyetleri, yani delalet eden delilleri demek olur.
Her iki takdirde de kitap hakîm olduğu gibi ona izafetle âyetlerin dahi hakîm olduğu anlaşılır, ki, bu cihet Hûd Sûresi'nde "Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri (önce) muhkem kılındı, sonra ayrıntılı olarak açıklandı." (Hûd, 11/1) diye açıklanacaktır. Gerek Hûd Sûresi'nde, gerek İbrahim Sûresi'nde diye buyurulmuş olması "âyâtü'l-kitab" izafetinde gözlenen birinci vechi destekler görünmektedir. Hasılı Kur'ân, ilmî ve amelî yönlerden ilâhî hikmetle dopdolu, Hakk'ın hükümlerini içermek bakımından mümin ve kâfir herkes hakkında hakim ve öyle hakim ki, Kur'ân ne diyorsa, herkesin başına gelecek olan hüküm olur. Beşer fiilleri ve eylemleri hakkında adalet ve iyilik konularında hüküm vermeye esas ve ölçü edinilecek bir ilâhî kanundur. Halka hidayet rehberi, itaatkârları sevap ve cennetle müjdeleyen, isyankârları ikab ve cehennem ile inzar edip uyaran kesin hükümlü, gerek nazmı, gerek mânâsı her türlü noksandan ârî kılınmış, beyan ve belâğatı bedî' ve güçlü, tahriften korunmuş, özellikle "ümmü'l-kitab" olan âyetleri, neshi kabil olmayacak şekilde ebediyyen muhkem hakikatleri ve ezeli ahkamı dile getirir. Kur'ân bu özellikleriyle Hz. Muhammed'in peygamberliğinin en mükemmel şahidi ve bir benzerinin ortaya konması mümkün olmayan parlak mucizesi olmak üzere, inzaline, itmamına ve ahkamının icrasına Allah Teâlâ'nın kesin hükmü ve iradesiyle ilişkili olmak bakımından "mahkumûn fîh", yani bu vecihlerden her biri ile teker teker ve bütünüyle topyekün hakim bir kitaptır. İşte bu okuyacağınız sûresi de diğer okuduklarınız ve daha okuyacaklarınız gibi o hakim kitabın bir kısım âyetleridir ki, bunlarda kâfirleri şaşırtan ilâhî sırlardan ve hikmetlerden bir kısmını görüp anlayacaksınız.
2- İnsanlar için bir acaiplik mi oldu? Yani, insanlar için tuhaf bulunacak, şaşılacak, vukuuna inanılmayacak, garip kabul edilecek bir şey mi oldu. Onlardan bir ere, melek değil, beşer cinsinden olan bir erkeğe dünya malı ve mülküne yani fazla bir servete ve ihtişama sahip olmayışı bakımından sıradan insanlardan biri sayılan ve fakat yüce faziletleri ve kudsi hasletleri bakımından bütün insanlığın medar-ı iftiharı durumunda en yüksek, en seçkin bir ferdi olan büyük bir erkeğe, insanları inzar et, uyar diye vahyetmemiz, bütün insanların ahirette başlarına gelecek korkunç ahval ve dehşeti haber ver, küfür ve isyanın akıbetinden korkut; iman edenlere de şunu müjdele: Onların Rab'leri katında kendileri için muhakkak bir "kadem-i sıdk" vardır.
Kadem: kelimesi "kıdem" benzeri olarak bir işte önceliği bulunmak, yani bir hususta diğerlerini geçmiş olmak; gerek hâl, gerek hayır, hasenat, bilgi, tecrübe, rütbe v.s. bakımından ilerde olmak demektir. Bunun müennesi "kademe" demektir ki, bu da dilimizde derece anlamına kullanılır. "Kadem" aynı zamanda "ayak" anlamına gelir, yani ayağın topuktan aşağısı, daha doğrusu tabanı demektir. Bir şeyin mukaddemine , yani yarışta en önde gelenine ve kahramanına da söylenir. Filanın, filan hizmette kıdemi, veya kademi var demek, o işte önceliği ve herkesten fazla hizmeti var demektir. "Filanın hayırda bir kademi vardır" demek, diğerlerine önayak olmuş, cesaretle işin başını tutup ileri götürmüş demek olur. "Kadem-i sıdk" deyimine de müfessirler, güzel amel, hayır işlerinde başta olmak, levh-i mahfuzda liste başında gelmek, birincilere takdir edilmiş olan bir mükafata ermek, yüksek bir rütbe ve makam gibi mânâlara tefsir etmişlerdir. Fakat âyetin gelişinden (siyakından) anlaşıldığı, ayrıca Hasen ve Katade'den rivayet olunduğu üzere burada muradın peygamberimize mahsus şefaat olduğu açıktır.
Kadem-i sıdk: Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in Allah katındaki yakınlığı, şefaat makamı ve Kamer Sûresi'nde geleceği üzere "Güçlü padişahın huzurunda doğruluk koltuklarında (hoşnutluk içinde)dırlar" (Kamer, 54/55) âyeti gereğince, müttakilerin cennetlerde Allah Teâlâ'nın yüce katında tespit edilmiş olan "sıdk makamı"na girmeleri için önlerine düşen ve onlara yol gösteren delilleri ve önderleri olması cihetlerini ifade eden bir özel deyimdir. Yani, Allah Teâlâ'nın, bu kitab-ı hakimi vahyettiği o erin, o zât-ı Muhammedi'nin Allah katında öyle yüksek bir değeri, derecesi ve makamı, öylesine yüce bir sıdk u emaneti vardır ki, Allah huzurunda müminler için sıdk ile şefaat edecek ve önlerine düşüp cennetlere ve o Melîk-i Muktedir (güçlü melik) katındaki sıdk makamına vasıl olmalarına kadar onlara önderlik yapacak rehberlik edecektir. Şu halde beşer cinsinden bir ere Allah Teâlâ'nın böyle vahiy ve risalet vermesi, Allah katında onlara önem verildiğini ve şeref bahşedildiğini gösterir, müminler için de büyük bir beşareti ve müjdeyi içerir.
Şimdi böyle, bu inzar (korkutma) ve tebşir (müjdeleme) esası üzerine gönderilmiş olan o hikmetli kitabın âyetlerini vahiy yoluyla insanlar içinden dünya malı ve rütbesi bakımından gücü ve şöhreti olmayan bir adama nübüvvet ve kitap verilmesi, Allah tarafından insanlara peygamber olarak gönderilmesi nasıl olur da yakışıksız, garip ve acaip bir şey sayılır? Ve nasıl olur da bu hakikat, bu ilâhî ihsan, insanlığın medar-ı iftiharı olmaz?... Bu durum o insanlar için bir ucube mi oldu ki, "Kâfirler dediler ki; hiç şüphesiz bu apaçık bir sihirbazdır." Nafî, Ebu Amr, İbnü Amir, Ebu Ca'fer ve Yakub kırâetlerinde okunur, o takdirde gelen âyetler ve vahiy olayının kendisi kastedilerek "Bu hiç şüphesiz apaçık bir sihirdir." anlamına gelir. Kâfirler, bu herhalde beliğ yani apaçık bir sihirbazdır veya apaçık bir sihirdir, dediler. O inzarı ve tebşiri içeren hikmetli kitaba hak vahyi demek istemediler. Bununla beraber fevkalade yüksek olan icazı ve hikmeti karşısında büyülenmiş gibi hayrete kapılmaktan da kurtulamadılar; Peygamber'e sihirbaz, üstelik mübin, usta, ileri derecede bir sihirbaz dediler. Vahiy ve nübüvveti acaip ve garaip ile aldatıcı, göz boyayıcı sihirbazlık, o hikmetli kitabı da bir sihir gibi göstermek istediler. Çünkü beşerden birinin Allah'dan vahiy alıp peygamber olmasını acaip buluyorlar.
Özellikle beşer içinde Arabî, Kureyşî, Mekkelilerden seçilip süzülmüş ihtişamsız bir zatın Allah tarafından kendilerine peygamber olmasından hiç hoşlanmıyorlar, bâri bu Kur'ân iki beldenin birinden azametli bir adama inseydi "Bu Kur'ân iki kentten, büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 43/31) diyorlardı. Bu âyetteki istifhamı, bir istifham-ı inkârîdir ki, onların hayretine hayret ettirmek nüktesini ifade eder. Yani taaccüp ve inkâr edilecek, Allah'a yakıştırılamıyacak bir şey mi var ortada? Allah'a yakıştıramadığınız şey, Allah'ın beşer cinsinden bir erkeğe vahiy gönderip, onu insanlara peygamber yapması mıdır? Şaşılacak şey bu değildir, asıl şaşılacak şey sizin buna sihir demeniz ve inkâr etmenizdir. Daha doğrusu bütün insanlara inzar (korkutma) ve tebşîr (müjde) yapacak peygamber melek cinsinden olsaydı, asıl o zaman şaşmak gerekirdi. Nitekim bunu beyan etmek üzere "Eğer biz onu (peygamberi) bir melek kılsaydık, yine onu bir adam şekline sokardık, onun peygamberliği hakkında şüpheye düşecekleri yine şüpheye düşürürdük." (En'âm, 6/9) buyurulmuştur. Yine bunun gibi, İsrâ Sûresi'nde "De ki; Eğer yeryüzünde uslu uslu dolaşan melekler olsa idi, elbette onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik." (İsrâ, 17/95) buyurulduğu üzere, melekten peygamber meleklere veya melek hasletli kimselere yakışırdı. Zira peygamberliğin faydalı olması için peygamber ile ona muhatap olanlar arasında tecanüsün bulunması büyük önem taşımaktadır. Böyle ilâhî vahye mazhar olup, Allah katında yüce risalet makamına ermiş olan bir zatın durumuna erememekle beraber onun hemcinsi olarak yanında, yakınında bulunmak da büyük bir mazhariyettir, ona inananlar için Allah katında öyle bir "kadem-i sıdk"a nail olmak gibi büyük bir mutluluk, büyük bir bahtiyarlıktır. Bu bahtiyarlığı hor görüp, yüksünüp reddetmek ne kadar aptallık, ne büyük budalalıktır! Asıl esef edilecek, asıl hayret edilecek hâl işte budur.
İnsanlara harfleri öğreten, isimleri ve sözleri türetmeyi belleten, onlardan mânâ çıkarma, anlama ve anlatma nimetini ihsan eden Rabbülâlemin'in bir kuluna o vahyi veremiyeceğini, o inzar ve tebşiri yapamıyacağını, o sadık ve mütevazi kulunu dilediği gibi yükseltemiyeceğini vehmetmek, bu Allah vergisi nimete dudak büküp "nasıl olur?" diye taaccüp etmek, Hakk'ın hikmetine karşı gelmek, Allah'ın Resulü'ne sihirbaz, âyetlerine sihrî demek, hasılı ilâhî saltanatı kontrol altında tutmaya kalkışmak, irşadını, uyarısını iğfal sanmak ne kadar acaip bir tutum, ne tehlikeli bir hareket ve cüret bilir misiniz?
Meâl-i Şerifi
3- Rabbiniz o Allah'dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arş üzerine istiva etti (onu hükmü altına aldı), işi tedbir eyliyor. O'nun izni olmaksızın hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'na ibadet ediniz! Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?
4- Dönüşünüz hep O'nadır. Allah'ın vaadi haktır. Herşeyi ilk baştan yaratan O'dur. Sonra iman edip salih amel işleyenleri hak ettikleri ölçüde mükâfatlandırmak için geri döndürecek olan yine O'dur. Kâfirlere de inkâr ettikleri için kaynar sudan bir içki ve acıklı bir azap vardır.
5- O Allah'dır ki, senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz diye güneşi bir ışık, ayı da bir nur yaptı. Ve aya menziller tayin etti. Allah bunu hak olarak yarattı. O, bilecek olan bir kavim için âyetlerini ayrıntılı olarak açıklar.
6- Elbette gece ile gündüzün birbiri ardınca değişip durmasında ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattıklarında sakınan bir kavim için bir çok delil vardır.
3- Muhakkak ki, Rabbiniz, yani sizden bir eri, sizi uyarsın ve müjdelesin diye vahiyle şereflendirip size peygamber olarak göndermesine hayret edip şaştığınız ve hikmetli kitabına sihir dediğiniz, sizin de malikiniz O Allah'dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. (Â'râf, 7/45 âyetinde bununla ilgili izahat verilmişti, oraya bkz.) Bu gökler ve yer yok iken onları, aşağı yukarı kâinatın bütün bölümlerini (galaksilerini) öyle seri bir dereceleme ile yarattıktan başka sonra da arş üzerine istiva eyledi. Bütün bu kâinat (Cosmos) mülkünü hükmü altına aldı, yaratılmış ne varsa hepsi üzerinde, yani bütün zerrelerin ve kürelerin, cisimlerin ve ruhların ve bütün kuvvet ve enerjilerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde hüküm ve saltanatını icraya başladı. Yani işi tedbir ediyor, arşından arzına varıncaya kadar gerek cüz'î, gerek küllî, kâinatın bütün işlerini tedbir ediyor, yönetiyor ve yönlendiriyor. Herşeyin melekûtunu elinde tutuyor.
Tedbir: Bir işin iyi bir sonuca ulaşması için ardını ve akıbetini, önünü sonunu, bilerek, hesap ederek gözetmek, takdir ve idare etmek demektir ki, burada murad, bütün işlerin birbirine bağlı olarak gelişmesini ve en son akıbetini tayin eden Hakk'ın hükmü ve takdiridir.
O öyle yüce bir Rab'dır ki, O'na karşı hiçbir şefaatçi yoktur. Onun işine karışacak, emrine ve tedbirine müdahale edebilecek bir şeriki ve naziri, yani eşi ve benzeri olmak şöyle dursun, O'nun huzurunda hiçbir kimse için kendiliğinden şefaat edebilecek hiçbir yardımcı bile yoktur. Hiçbir zaman böyle bir yardımcı yoktur. Ancak O'nun izninden sonra. Yani O izin verirse, O'ndan izin çıkarsa ancak o zaman bir şefaat eden bulunabilir. Nebe Sûresi'nde de "O gün Rahman olan Allah'ın izin verdiklerinden başkası tek kelime bile söyleyemeyecek..." (Nebe', 78/38) buyurulduğu üzere, Allah Teâlâ'nın hikmetine ve rahmetine bağlı olarak verilen izin üzerine konuşacak olan şefaatçılar da doğru ve savaptan, yani gerçekten ve doğrudan başka bir şey söyliyemiyecekler. Bu sıdk u sadakat ve istikamet sahibi olan ve şefaat etmekle izinli kılınanlar da ancak şefaate lâyık olanlara şefaat edebileceklerdir ki, bu liyakatın ilk şartı imandır. Onun huzurunda müminlere bir "kadem-i sıdk" tebşiri ile, o inzar ve tebşir emriyle o erkeğe bu kitab-ı hakimin vahyolunması bu izin ve sıdk ile ilgilidir. Yoksa kimin haddine düşmüş ki, O'na yaklaşabilsin kimin haddine düşmüş ki, O'nun hükmüne boyun eğmesin.
İşte Rabbiniz olan Allah O'dur. Eşi ve benzeri olmayan böyle azametli bir zülcelaldir. İşte O'na ibadet ediniz. Yani, O'nun birliğini, biricikliğini bilerek, O'nu gerçek mabud tanıyarak, kemal-i ta'zim ile yalnızca O'na ibadet ediniz. Taştan, ağaçtan yapılmış şekil ve suretler şöyle dursun, ne bir meleği, ne bir nebiyi O'na şerik koşmayınız, O'nun indirdiği vahiy âyetlerine iman ediniz ve âyetlerinin ahkâmına uyunuz. Hâlâ düşünüp aklınızı başınıza almaz mısınız? Bu hakikatleri bilip Rabbinizi bu azamet ve kibriyasını hatırınıza getirip bir düşünmez misiniz? Aklınızı başınıza toplayıp, bu azametli kudret karşısında haddinizi bilmez misiniz?
4- Nihayet hepinizin toptan dönüp varacağınız merci O'dur, dönüşünüz O'nadır. "Andolsun ki, sizi ilk yarattığımızda olduğu gibi yine teker teker bize gelirsiniz" (En'âm, 6/94) âyetinde açıklandığı gibi, ölüm ile dönüş teker teker olduğu için, burada ihtar olunan toptan dönüşten murad da öldükten sonra dirilmek şeklinde olan rücudur. Nitekim bu mânâyı desteklemek açıklığa kavuşturmak ve ispat için buyuruluyor ki:
Hakk'a Allah vaadi böyledir. Gerçekten ve kesin olarak Allah'ın vaadi böyledir. Muhakkak ki O, halkı bed' eder sonra onu iade eyler. Yaratmayı ilk baştan neş'et-i ûla (Ruhun bedene girmesi) ile yapar, sonra döner onu yeni baştan neş'et-i uhra (âhirette yeniden dirilme) ile yaratır. İşte bu iade ve irca' şunun için yapar ki, İman edip salih amel işleyenlere adaletle, yani zerre miktarı haksızlık yapılmamak kaydıyla ecir ve mükafat versin. Kâfir olanlara ise bunlara da hamimden bir şarap yani kaynar sudan bir içecek ve acıklı bir azap vardır. Bunları da böyle cezalandıracaktır. Çünkü küfür ve inkârda direnmeleri sebebiyle bunu hak etmişlerdir.
5- O, O'dur ki, yani bu yeniden dönüşü yaratacak ve cezayı verecek olan Allah, öyle bir yaratıcı, öyle bir düzenleyip tedbir edicidir ki, Güneşi bir ziya yaptı, ayı da bir nur yaptı. Bu ifadelerden ziya ile nurun farklı şeyler olduğu anlaşılıyor. Bunların ikisi de aslında karanlığın karşıtı olan aydınlık olayını ifade ettikleri, bunun da çeşitli şiddet derecelerine göre birtakım mertebeleri bulunduğu bilinen bir şeydir. Bunların hepsine nur adı verilebilir. Fakat nur ziyadan daha geniş kapsamlı, ziya da nurdan daha belirgin ve kuvvetlidir. Ziyada aşırı bir parlaklık, belli bir parıldama, kuvvetli bir yayılma ve şiddet vardır. Göz kamaştıran ve icabında acı veren birtakım özellik bulunmaktadır. Nurda da mutlak olarak karanlığa karşılık olan bir revnak, yumuşak bir yayılma, sükun ve huzuru andıran bir safa ve letafet söz konusudur. Bir tarife göre de nur, ziyanın ışığı ve şuaıdır, karanlığı gideren şu'lesidir. Bu o demek olur ki, karanlığın en yakın karşıtı nurdur. Ziyada nurdan başka birtakım özellikler daha vardır. Mesela, ziyada ısı ve yakıcılık bulunabilir. Nitekim ziya ısı veren ve vermeyen özelliklere ayrıştırılabilir. Fakat nur, sırf zulmet karşıtı olan ve ziyadan birtakım tahliller yoluyla alınabilen bir mânâdır. Ayrıca denilmiştir ki, ziya bizzat olana, nur araz yoluyla olana söylenilir. Şu halde burada ay nurunun güneş dolayısıyla meydana geldiğine işaret vardır. İsra Sûresi'nde de gelecek olan "Gecenin âyetini sildik, yerine gündüzün âyetini aydınlatıcı yaptık." (İsra, 17/12) ilâhî beyanı ile bu konu daha çok açıklık kazanmış olur. Bu suretle aya bir nur verilmiş olması ayın mahvı meselesini de hatıra getireceğinden, burada güneşe tapanlara karşı güneşin de, ayın da sonradan yaratılmış birer mahluk olduğu ve onlar üzerindeki kudret ve hakimiyetin de Allah'a ait bulunduğu, böylece uluhiyet ve rububiyet hakkının yalnızca O'na mahsus olduğu iyice anlatıldıktan başka, güneşin ziya yapılması bir neş'et-i ûla, yani ilk baştan yaratma işini, ayın da nur yapılması neş'et-i uhra, yani yeni baştan yaratma işini ve bir iade işlemini göstermiş oluyor ki, sözün akışı gereği olarak, bu ilk yaratma ve yeni baştan yaratma kudreti aslında güneşin ve ayın sürekli hareketlerinde her an gözlenip duran bir olaydır. Lâkin ayın hallerinden ikinci yaratılış demek olan neş'et-i uhraya delalet, daha açık ve daha ayrıntılı olarak gözlenip okunmaktadır. Gerçekten Allah Teâlâ, gündüz âyeti olan güneşi ilk yaratılışında bizatihi ziya (ışık) kaynağı olarak yaratmış ve henüz onu mahv ve tekvir etmediğinden, o ziya kaynağı istikrarını bulmak üzere şimdi olduğu gibi dönüp durmaya devam etmektedir. Gece âyeti olan ayı ise ilk yaratılışından çıkarıp söndürmüş, yani ilk şeklini mahvetmiş, değiştirmiş ve ona ikinci bir yaratılış aşaması vererek ziyadan yansıyan bir nur ihsan etmiştir. Yani, fiilinin güneşe taalluku bakımından inşa ve aya taalluku bakımından tasyirdir.
Evet Allah odur ki, güneşi bir ziya yaptı, ayı da bir nur. Ve ona, yani aya birtakım menziller takdir etti. Ay, menzilden menzile seyreder ve her birinde nuru değişik tahavvülat ile belli bir miktar arzeyler. Araplar ayın menzillerini yirmi sekiz menzil sayarlardı ki, her birinde ay bir gece bulunur, bütün menzillerin sonunda da bir veya iki gece gizlenir. Menzillerin isimleri de şöyledir: Eşşeratan, Elbütayn, Essüreyya, Eddeberan, Elhak'a, Elham'a, Ezzira, Ennesre, Ettarf, Elcebhe, Ezzübre, Essarfe, El'avva, Essimak, Elfakr, Ezzübana, El'iklil, Elkalb, Eşşevle, Enneaim, Elbelde, Sa'düzzabih, Sa'dübüla', Sa'düssü'ûd, Sa'dül'ahbiye, Elferu'ulmuahbar, Erreşa ki, bunun bir adı da Hut'tur.
Bunlar o burçlar, o menzillerdir ki, cahiliye devri arapları envai müstamtarayı (sığınılacak yıldızları) bunlara nisbet ederlerdi.
Hasılı Allah o ziyayı ve nuru yaptı ve o nura menzil menzil değişik miktarlar tayin etti ki, senelerin sayısını ve hisabı bilesiniz. Yani, o ziya ve nur "ihtilaf-ı mekadir" denilen mikdarların değişmesi sayesinde, gök cisimlerinden ve yer cisimlerinden, maddeden ve mekandan, başlangıç ve sonuç noktalarını idrak etmeye, anlamaya yarayacak olan madde, mekân ve zaman fikrine, âdet ve hesap bilgisine geçip, dinî ve dünyevî işleriniz için bilgi sahibi olasınız. Doğumdan ölüme, dünyadan ahirete doğru ömürlerinizin akışını gösteren senelerin adedini, aylar, günler, geceler v.s. sizi ilgilendiren ve ilgilenmeniz gereken vakitlerin hesabını bilesiniz. Bunları bilesiniz ki, dünyada yaptıklarınızın hesabını Allah'a vermek için kendinizi ve amellerinizi muhasebe edecek hesabı belleyesiniz. İşte bu gibi sebeplerden dolayı Allah onu, başka şekilde değil, ancak hak ile, hikmet ile yarattı. Yani, o ziya ve nur ve o miktarlar ve menziller ile gördüğünüz o güneşi ve ayı batıl ve abes olarak yaratmadı. Bunlar aslı olmayan birer hayal değildir. Yaratılmış da kendiliğinden oluşmuş şeyler, hele hele yaratıcı kudret veya tapınılmaya layık birer tanrı filan değiller. Ayrıca gelişigüzel ve tesadüf eseri olarak veya bir oyun olsun diye yaratılmış da değiller. Allah bunları, hak ile, özünde gerçek birer mahluk olarak ve açık bir hikmetle yarattı. Birtakım gerçeklerin dile gelmesinde işe yarasın diye yarattı.
Hak kelimesi, mastar, sıfat ve isim olur. Ve bundan dolayı değişik anlamlarda kullanılır. En genel olarak masdar mânâsı "sübut ve tahakkuk-ı vücud" diye ifade olunur ise de bunun esas anlamında bir mutabakat mânâsı vardır ki, herşeyden önce zihinde tasarlanan ile gözle görünenin, başka bir deyişle enfüs (subje) ile afak(obje)ın ilim ile malumun (bilgi ile bilinenin) birbirine uygunluğunu ifade eder.
Bundan dolayı bazen düşünceye, bazan da görülen objeye söylenir. Düşüncenin gözleme uygunluğu bakımından kullanıldığı zaman isabet ve doğruluk; söz, fikir, icra, karar, ahkam ve iradenin maksada uygunluğu bakımından da adalet ve hikmet anlamına gelir ve o işin sıfatı olur. Dış olaylar ve maddi konular için kullanıldığı zaman da tahakkuk (gerçekleşme) ve vuku demek olur. Frenkler öncekine "verite", ikinciye "realite" derler. Önceki sübjenin, ikinci objenin özelliğidir fakat tek başına değil biri öbürüne uyum sağlamak şartıyla. İşte hakikat ile gerçeğin aslı bu iki şıkkın birbirine uyumu ve bağdaşması demek olduğundan, hak özünde ve şeklinde her bakımdan varoluş, "vücub-i vücud" diye tarif edilir ki, bu da varlığı zorunlu olan demek olur. Vücub-i vücud ise ya bizatihi veya ligayrihi olarak düşünülebilir. Bizatihi veya lizatihi vücub-i vücud, kendi öz varlığının gereği olup hiçbir yönden başkasına muhtaç olmayan ve hiçbir noksanı kabul etmeyen ezelî ve ebedî bütün kemal sıfatlarını kendinde toplayan Vâcib Teâlâ'ya mahsustur ve "el-Hak" ism-i şerifi O'nun güzel isimlerindendir. Hak Teâlâ enfüsün ve afakın ve bütün izafetlerin üstünde onların uyum noktalarına ve vücub-i vücutlarına (zorunlu varoluşlarına) hakimdir. Hak ile hakikatın bütün mertebeleri O'nundur, O'ndan dolayı ve O'nun içindir. Yine bütün enfüs ile afakın birbirlerine uygunluğu, hakkiyyeti ve tahakkuku, yani masivallah (Allah'ın dışındakiler) bütünüyle kendi zatlarından dolayı ve kendileri için, kendi icapları ve kendi haklarıyla değil, ancak Hak Teâlâ'nın icabı ile ve O'nun hakkı için var ve varolmuşlardır. Kendi kendilerine var olmaları batıl olduğu halde, Allah'ın yaratmasıyla ve Allah için olmaları açısından haktırlar. İşte bundan dolayı bunlar vacibü'l-vücud ligayrihidirler, yani hak ligayrihidirler. Hak Teâlâ'nın tayin ettiği belli ecel ile ve belli miktar ile izafi ve nisbi bir şekilde ve anlamda hak ismini alırlar. Her birinin sınırı, vechi hak ile ilgili bir hakikatı, birbirlerine karşı bir hukuku vardır. Nitekim "Biz gökleri ve yeri ve aralarındaki her şeyi hak ile ve belli bir ecele göre yarattık..." (Ahkâf, 46/3) âyeti de bunu dile getirmektedir. Hak kelimesinin kullanılışındaki çeşitlilik "Hak ligayrihi" mânâsının çeşitli yönlerine aittir. Ve bütün anlamlarında bunun karşıtı "batıl"dır, ki; "imkânsız, yokluk, yok olmak, hata, zulüm, abes ve boş" anlamlarına gelir. "Vacib lizatihi" mânâsına olan "el-Hakk" isminin çoğulu yoktur. Diğer anlamlarda "hak" kelimesinin çoğulu olarak "hakaik" kullanılır. Hak kelimesi, bir de "vacibün leh", yani bir şeyin lehine, faydasına olan vacip mânâsına gelir ki, bu da başlı başına bir ifade olmakla beraber önceki esas mânânın bir ayrıntısı sayılır. el-Hakk ismi şerifi, bunun da mebde' ve zamanıdır. Bu mânâsının çoğuluna da "hukuk" denilir ki, bunun da karşılığı "vacibün aleyh" veya sadece "vacib", "vecibe" ve kendi dil geleneğimizde "vazife", "görev"dir. Bütün hak ve hukukun mercii olan "Hak Teâlâ", vacib lizatihi olduğundan O'nun hukuku vardır: Uluhiyet ve Rububiyet (yani, Tanrılık ve Rablık) O'nun hakkıdır. Fakat aleyhine herhangi bir vecibe ve vazife tasavvur olunamaz. "Ne dilerse onu yapar."(Buruc, 85/16), "Yaptığından sorumlu tutulmaz."(Enbiyâ, 21/23), "Allah'ın vaadi haktır." ve "Rabbin kendi üzerine rahmeti yazdı." (En'âm, 6/12) âyetleri gereğince kendinin kendisine görev kıldığı hususlar vardır. Ve ancak bu anlamda, yani Allah'ın vaad ettiği hususlar açısından kulların Allah üzerinde hakkı söz konusu edilebilir. Ve şeriat dilinde böyle varid olmuştur. Bu âyetteki ifadesini İbnü Cerir gibi bazı müfessirler Allah Teâlâ'nın isimlerinden olan ile tefsir etmişler ki, bu tefsire göre harf-i cerri sebebiyye olmak gerekir. Birçok müfessir ise bunu, "Biz gökleri ve yeri ve ikisi arasındaki her şeyi oyuncak olsun diye yaratmadık." (Duhan, 44/38), "Ey Rabbimiz! Bunu sen boşuna yaratmadın..." (Âl-i İmran, 3/190) âyetlerinin yardımıyla boş, abes, batıl, oyuncak olmamak şeklinde, ayrıca yüce yaratıcının murad ve maksadına uygun bir çok faydaların gerçekleşmesi mânâsına ilâhî ilmi ve iradeyi içine alan belağatli ve hikmetli olarak yaratmak şeklinde tefsir etmişlerdir ki, bu tefsir şekline göre, buradaki hak liğayrihi mânâsınadır ve "bâ" harfi de mülabese içindir.
O yüce Yaratıcı ilim ehli olan, bilen ve anlayan bir kavme âyetlerini tafsil eder, ayrıntılı olarak bildirir. İlmi olanlar ve bilme özelliğine sahip bulunanlardır ki, Hakk'ın hikmet ve ahkâmına delalet eden tekvinî veya tenzilî âyetlerinin tafsilatına (ayrıntılarına) vakıf olabilir ve onlardan faydalanabilir. İlimlerin gelişmesi ve dal budak salması bu tafsilî bilgiler ile ilişkili olarak sonsuz şekilde gelişme gösterir. Anlaşılıyor ki, bu tafsil ve terakkide cemiyetin ilim yönünden gelişmişliğinin de önemi vardır. Burada özellikle ilim sıfatının zikredilmesi, hak konusunda az yukarıda işaret ettiğimiz mutabakat (uygunluk) kaydına bir işarette bulunmaktır. Hakkın ilmi vardır ve ancak ilmi olanlar hak ile ilgilenir.
6-7- Allah'ın ilim ehli olan kavme ayrıntılı olarak açıklayacağı âyetler acaba ne gibi âyetlerdir?
Şurası kesindir ki, gece ile gündüzün ihtilaf edişinde, yani gece ile gündüzün birbiri ardından gelişinde, sürekli değişip durmalarında ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde, yüksekde güneş ve ay ve diğer yıldızlar, gök cisimleri ve bunlardaki ziya ve nur, miktar, yörünge, hareket ve çekim konuları ve yer yüzü ve yer altındaki varlıkları ve zenginlikleriyle dünyamızdaki bütün olup bitenlerde, hepsinin en küçük zerresindeki özelliklere varıncaya kadar bütün varlık çeşitlerinde ittika edecek (yani inceliklerini bilip zararlarından korunacak) bir kavim için nice âyetler vardır. İnsan olanların bunları araştırmaları gerekir. Yalnızca gece ile gündüzün ihtilaf ve ardarda gelişi bile beşer bilgisi açısından bakıldığında, dünya hayatının özelliğini anlamağa başlangıç nedir, sonuç ne olacaktır meselesini düşünmeye ahireti ve hesabı hatırlatıp sevabı ve cezayı göz önünde bulundurmaya, hakka ve hukuka riayet etmeye ve Allah'ın azabından korunmak için Allah'ın rızasını gözetmeye ve hak yolundan ayrılmamak hissini vermeye kâfi gelir.
Meâl-i Şerifi
7- Bize kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olup onunla tatmin bulanlar ve bizim âyetlerimizden gafil olanlar da vardır muhakkak.
8- İşte bunların kendi elleriyle ettikleri yüzünden varacakları yer cehennemdir.
9. Hiç şüphesiz iman edip salih ameller işleyenleri, imanlarından dolayı Rableri hidayete erdirir. Naîm cennetlerinde altlarından ırmaklar akar durur.
10. Onların oradaki duaları: "Allahım, sen yücelerden yücesin"; sağlık dilekleri "selâm", dualarının sonu da "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun." diye şükretmek olacaktır.
Likamızı ümit etmeyenler, yani öldükten sonra dirilip Allah huzuruna varmayı arzu etmeyenler veya Hakk'ın huzurunda hesap vereceklerine ihtimal vermeyenler, bundan dolayı da "Bu da nerden çıktı, öyle şey mi olurmuş?" diyerek bunu kabul edilemez görüp hesabtan ve ikabtan korkmayan veyahut hüsn-i cemal arzusunu duymayıp Allah'ın cemalini görmek ümit ve arzusunu taşımayanlar ve dünya hayatına, pek alçak ve pek yakın olan hayata razı olup onunla mutmain olanlar, dünya nimetleri ve zevkleri ile yetinip bununla kalbi sükunet bulanlar ve gelecekleri (istikballeri) tehlikelerden arınmış gibi, dünyaya kanaat edip ilerisini düşünmeyenler ve âyetlerimizden gafil bulunanlar, bir kısmına az önce işaret olunduğu üzere, kâinat kitabının sahifelerinde ayrıntılı olarak açıklanmış veya o açıklamalara dikkat çekilmek üzere indirilmiş olan, dünya hayatının alçaklığına, faniliğine ve Allah'a kavuşmanın gerçekliğine ve önemine delalet etmekte anlamları ittifak halinde olan, ilim ve ittika ile faydalanılması gereken ilâhî delilleri, alâmetleri ve işaretleri asla göz önünde bulundurmayan, düşünmeyen ve tefekkür etmeyen o aldırışsız gafiller
8- işte onlar, bu kötü vasıflarla vasıflanmış olan o imansızlar yok mu işte onların son yatakları ateştir. Yani, o gönül verip yetindikleri ve mutmain olup huzura erdikleri dünya hayatı ve zevkleri böyle kendilerine kalacak değildir, cehenneme gideceklerdir: sebebi de kendi kazandıkları şeylerdir. Dünyada o ümitsizlik, o dünyaperestlik, o gaflet huylarını kesbetmiş olmaları ve gönül işlerinin en kötüsü bir çok mâsiyetlerin, günah ve fenalıkların kaynağı olan bu kötü huyların kazanılmasını alışkanlık edinmiş bulunmalarıdır. Bunlara karşılık:
9- İman edip salih ameller, imana yarışan işler yapanları muhakkak Rab'leri kendilerini, imanları sebebiyle dosdoğru muradlarına erdirecek. Naim cennetlerinde altlarından ırmaklar akacak, öyle bir nimet ve saadet akışı ki,
10- oradaki davaları, bütün dua ve nidaları sübhanekellahümme, yani Allah'ım sen ne yücesin, ne büyüksün diye dua etmek olacak. Çünkü yok olma tehlikesinden ve gelecek endişesinden kurtulmuş, Hakk'ın vaadine ermiş, rıdvana kavuşmuş, aynelyakin imanı geçmiş, hakkalyakin imana ulaşmış, artık başka bir istek ve arzuları kalmamış bulunacağından, duaları hep böyle, Allah'a, tesbih ve tenzih sunmaktan ibaret olacak ve orada tahiyyeleri, Allah'dan ve meleklerden aldıkları iltifat ve birbirlerine sundukları sağlık ve afiyet dilekleri, dil ucuyla söylenmiş, nezaket sözleri değil, selâm, hep selâm ve kayıtsız şartsız selâmettir. Hoşa gitmeyen bütün çirkinliklerden mutlak ve daimi bir selâmettir. Ve davalarının ahiri: dua ve niyazlarının sonu, hakikaten elhamdü lillahi Rabbilalemin "hamd, âlemlerin Rabb'inedir" demekten ibaret olacaktır. Her tesbihin, her duanın, her dileğin ve her türlü sevincin sonunda onlar "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun." diyerek sözlerini bitireceklerdir.
Bu ifade bilindiği gibi Fatiha Sûresi'nin başıdır. (Daha geniş izahat için oraya bakınız). Nimeti verene bir özel saygı ifadesi demek olan hamdin zevki, nimeti takdirden meydana gelen yüksek bir sevinç ve sürur ifade ettiği ve bunu açıkça dile getirdiği ve bunun mertebelerinin izahı Fatiha sûresinde geçmişti. Bundan dolayı burada nimetin ve nimeti verenin kadrini takdir edip, hakkına saygı göstermek zevkinin, Fatiha'dan anlaşıldığı üzere hidayet ve saadetin yalnızca başı değil, bütün nimetlerin ve saadetlerin sonucu, en son kemal mertebesi ve nihai gayesi olduğu ve bu suretle cennet nimetlerinin sonsuzluğu ve hakkın rızasının herşeyin üstünde olduğu gösterilmektedir. Cennet ehli naim cennetleri içinde, beşerin kalbine doğmamış olan ebedi nimetler ve lezzetlerle lezzet alır ve nimetlenirken dünya hayatında birçoklarının yaptığı gibi nimete sahip olma hırsıyla nimeti vereni unutmayacak veya alışkanlık ile nimeti hor görmeyecek, "O mahiler ki, derya içredir deryayı bilmezler." cinsinden olmayacak, nimetin kadrini hakkıyla bilecek, nimetleri vereni görecek, O'nun hakkını, şan ve azametini bütün zevkiyle duyacak ve gerçek tatminin nimete ulaşmakta değil, nimeti verene kavuşmakta olduğunu görecektir. Onun içn cennette hiçbir noksan ve hiçbir ihtiyaç bulunmadığı ve ibadet için mükellefiyet dahi bulunmadığı halde cennet ehli yine de en büyük lezzetin ve heyecanın Cenab-ı Kibriya'yı tekrim ve tenzih etmekle duyulacağını görecek, Allah'a dua ve senadan ayrılmayacak. Bütün dua ve davaları sadece Allah'ı tesbih ve tahmid olacak. Yaptıkları her duada, Allah'dan ve meleklerden tahiyyat ve selâm alarak bambaşka bir saadete erecekler şu halde dualarının hepsi mutlaka hamd ile sona erecektir. Dünya hayatında bu zevk ve lezzetin bir benzeri namazdır. Bundan gafil olan ve herhangi bir alay ve eğlence seyretmek için koşan çocuklar ve cahiller, namazı bir külfet sayarak ancak bir teklif ve baskı altında kılarlar ve başları dara düşmeden Allah'a dua ve ibadet etmezler.
Arifler ise bunu büyük bir zevk ve bir mirac bilirler. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'i "Namaz benim gözümün nurudur." ve "Namaz müminin miracıdır." buyurmuştur. Yine, cennet ehlinin bu zevkine dünya hayatında iken erişmiş olmak için müslümanlar tahiyyatları selam olduğundan, her dua ve ibadetin sonunda bir fatiha okurlar. Çünkü insanlar dünyada elde ettikleri ve alışkanlık haline getirdikleri yaşayışla ve ruh halleriyle ölecekler ve hangi halde öldülerse onunla dirilip haşrolacaklar. Ve bundan dolayı bir günü, mutlaka bir gecenin takip etmesi muhakkak ve sonucun da ölüm olduğu kesin olan bu dünyayla yetinip onunla tatmin bulan, Allah'a kavuşmayacağını zannederek yaşayanlar, ölümden sonra elim bir azab yeri olan cehenneme giderken, iman ehli ve şükür ehli olanlar selam ve selamet tezahüratları arasında "Hamd, âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur." diyerek cennete girecekler.
Şimdi, Allah'a kavuşmayı arzu veya ümit etmemek, dünya hayatına razı ve mütmain olmak Hakk'ın âyetlerinden gafil olmak, dolayısıyla seyyiatlarının sürüklediği şekilde işledikleri günah ve hatalarından dolayı hak ettikleri azabı, bir iyiliği acele elde etmek istercesine acele ederek: "Hani Allah öyle kadir ve kahhar da neden kâfirlere ve asilere hemen azabını vermiyor, ne diye tehir ediyor? Şimdiden hesabımızı görse ya, başımıza taş yağdırıverse ya!" mı diyorlar? Veya dünyada başlarına bir sıkıntı geliverse sabredemeyip "Allah canımızı alsa" mı diyorlar?
Meâl-i Şerifi
11- Eğer Allah, insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi, şerri de alelacele verseydi, onların hemen ecellerini getiriverirdi. Fakat bize kavuşmayı ummayanları kendi hallerine bırakırız da azgınlıkları içinde bocalayıp giderler.
12- İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, gerek yan yatarken, gerek otururken, gerek dikilirken bize dua eder. Kendisinden sıkıntısını gideriverdik mi sanki kendisine dokunan o sıkıntı için bize hiç yalvarmamış gibi aldırmadan geçer gider. İşte o aşırı gidenlere yaptıkları şeyler böyle güzel gelir.
11-12- O müsriflere, ki burada anlatılan fena huylarla vasıflanmış olanlardır. Bunlar aslında hakkı tanımak ve güzel ameller yapmak için kendilerine bahşedilmiş olan akıl, zeka ve iradeyi, dünya zevkleri ve dünyanın geçici lezzetleri uğrunda kötüye kullanarak, hakkın âyetlerinden gafil olarak, ebedi olan naim cennetlerini gelip geçici dünya hayatına feda ederek ömürlerini boş yere harcadıkları için müşrik, zalim ve mücrimdirler.
Ey bu kitap ile o peygamberin kendilerine gönderildiği bugünkü insanlar:
Meâl-i Şerifi
13- Andolsun ki, sizden önceki devirlerin bir çok kavmini, peygamberleri kendilerine bir çok belge ile geldikleri halde zulmettikleri ve imana gelmedikleri için helak ettik. İşte günahkârlar topluluğunu biz böyle cezalandırırız.
14- Sonra onların ardından sizi yeryüzüne halifeler yaptık ki, bakalım nasıl ameller işleyeceksiniz.
13-14- Ki, nasıl amel yapacaksınız bakalım, görelim diye. Yani nice devirlerin helake uğratılmasından sonra, sizin onların yerine istihlaf olunup geçirilmenizin ve dünyaya getirilmenizin hikmeti eğlenmeniz değil, iradenizle ortaya koyduğunuz emek ve gayretleriniz, faaliyetleriniz ve çalışmalarınızdır. "Hanginiz daha iyi işler yapıyor diye sizi imtihan etmek içindir." (Mülk, 67/2) âyetinin de işaret ettiği gibi, en güzel amellere çalışmanız sorumluluğunuzdur. Çalışmalarınızda gözeteceğiniz en büyük maksat, ameli güzelleştirmenizdir. Çünkü sizin amellerinizden zuhura gelecek güzellik Allah'ın nazarına sunulacak, O'nun takdirini ve beğenisini kazandığında, O'nun emriyle size o güzel ameller karşılığında "Naim cennetleri" verilecek ve size ebedî seadetler sunulacak. İşte bundan dolayı iyilik yapan ve yaptığı iyiliği en güzel şekilde yapmaya çalışan muhsinlere daha ileriki âyetlerde de görüleceği üzere "En güzellere daha ziyadesiyle en güzel karşılık vardır." (Yunus, 10/26) vaadi böylece yerine gelmiş olacak. Yoksa çirkin fiiller ve fenalıklar yaratılış gayesinin dışında olan şeylerdir.
Halbuki ey Peygamber:
Meâl-i Şerifi
15- Böyle iken, âyetlerimiz, kesin birer belge olarak kendilerine okunduğu zaman, o bizimle karşılaşmayı ummayanlar, "Bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir." dediler. De ki, "Onu kendiliğimden değiştiremem, benim açımdan bu olacak bir şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Rabbime isyan edersem, şüphesiz büyük bir günün azabından korkarım."
16- De ki, "Eğer Allah dileseydi ben onu size okumazdım. O da onu hiçbir şekilde size bildirmezdi. Bilirsiniz ki, ben sizin içinizde bundan önce yıllarca bulundum. Siz hâlâ aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?"
17- Artık bir yalanı Allah'a iftira eden veya O'nun âyetlerini inkar edenden daha zalim kim olabilir? Hiç şüphesiz o mücrimler iflah olmayacaklar.
18- Allah'ı bırakıyorlar da, kendilerine ne fayda, ne de zarar verebilecek olan şeylere tapıyorlar ve "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir." diyorlar. De ki, "Siz Allah'a göklerde ve yerde O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" Allah onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir.
19- İnsanlar, aslında bir tek ümmet idiler, sonra ihtilafa düşüp ayrı ayrı oldular. Eğer Rabbinden bir karar çıkmamış olsa idi, ihtilaf edip durdukları şeyler hakkında şimdiye kadar aralarında çoktan hüküm verilmiş olurdu.
20- Bir de "Ona Rabbinden daha başka bir âyet indirilse ya!" diyorlar. De ki: "Gaybı bilmek ancak Allah'a mahsustur, bekleyiniz bakalım, ben de sizinle beraber bekleyeceğim şüphesiz."
21- İnsanlara dokunan bir sıkıntıdan sonra kendilerine bir rahmet tattırdığımız zaman, âyetlerimiz hakkında derhal bir takım hilekârlıklara girişirler. De ki: "Allah'ın hilesi daha çabuktur. Haberiniz olsun ki elçilerimiz yaptığınız hileleri yazıp duruyorlar".
22- Sizi karada ve denizde gezdirip dolaştıran O'dur. Hatta gemilerde bulunduğunuz ve o gemiler, içindekilerle beraber hoş bir esinti ile akıp gittikleri ve tam keyiflendikleri sırada o gemilere şiddetli bir fırtına gelir çatar ve her taraftan onlara dalgalar gelmeye başlar. Bütünüyle kuşatılıp artık bittiklerini sanırlar. İşte o vakit tam ihlas ile Allah'a yalvarır ve dindar olurlar: "Eğer bizi buradan kurtarırsan, andolsun ki, şükredenlerden olacağız." derler.
23- Sonra Allah onları oradan kurtarır, kurtulur kurtulmaz yeryüzünde çeşitli taşkınlıklara başlarlar. Ey insanlar taşkınlığınız sırf kendi zararınızadır. Şu değersiz dünya hayatının bir süre tadını çıkarınız, sonra nasıl olsa dönüp bize geleceksiniz. Biz de bütün yaptıklarınızı tek tek size haber vereceğiz.
15- Ayetlerimiz kendilerine birer belge olarak okunduğu zaman. Burada dış görünüşüyle sözün gereği muhatap zamiri ile denilmek gerekirken diyerek gıyaba geçilmiş olması, helâk edilen geçmiş devirlerin halkı gibi imansızlık eden, yani yaptığı işlerin Allah katında makbule geçmesine önem vermeyen ve karşılığını hesaba katmayan, yaratılış ve istihlaf (birini yerine geçirme) gayesinin aksine hakkı inkâr edip, hakka karşı mücadeleye kalkışan mücrimlerden yüz çevirmek ve bunları muhataplık şerefinden uzak tutmak içindir. Bundan dolayıdır ki, bu şerefsiz mücrimlerin cinayetlerini tek tek sayıp dökmek üzere Resulullah'a teveccüh buyurup ona tevcih-i kelâm eyleyen bir iltifat nüktesidir. Tilavet fiilinin diye muzari sigasıyla gelmesi de tilavet yenilendikçe onların geçmişteki cürümlerinin ve cevaplarının ara sıra da olsa, mutlaka tekrarlanacağını akla getirir ki, o takdirde meâl şu demek olur:
Ey hak peygamber! Senin gönderildiğin insanlar arasında genellikle muhatap tutulmaya layık olmayan, haktan hoşlanmayan öyle kimseler vardır ki, Hakk'ın hükümlerini gösteren ve şirkin (Allah'a ortak koşmanın) batıl olduğunu ortaya koyan âyetlerimiz, bütün yönleriyle birer kesin belge olarak onlara okunduğu veya okunacağı zaman Bizimle karşı karşıya geleceklerini ummayan, hakkın huzuruna çıkacak yüzleri bulunmayan, o kalpleri ve amelleri, düşünceleri ve emelleri bozuk, hak ve hakikat düşmanları, bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir, dediler veya derler. Yani işimize gelmiyen, hoşumuza gitmeyen, olmasına ihtimal bile vermek istemediğimiz yeniden dirilişten, Allah huzurundaki hesaptan, cezadan, ikabtan bahseden, Allah'dan başka tapındığımız putlarımızı zemm ve ibtal eden, gözümüzün ve gönlümüzün tesellisi o kıymetli ve sanatlı putlarımızı ayıplayan, bizim de ayıp ve kusurlarımızı yüzlerimize vuran ve bizi durmadan Allah'a yönelmeye çağıran, doğruluktan dürüstlükten ayrılanları cehennem azabı ile tehdit edip duran, şu dünya hayatı içinde yoğurulmuş süfli beşeriyetin haline ve mizacına uymayacak temiz ve aynı zamanda faal ve mücahedeli yüksek ve nezih bir yaşayış isteyen bu Kur'ân'ı bırak da bize okuyacak başka bir kitap, bizim huyumuza ve mizacımıza uygun başka bir okuma kitabı getir veya bunu büsbütün bırakma da biraz değiştir, tebdil ve tağyir et. Hoşlanmadığımız bazı âyetlerini olsun hoşumuza gidecek şekilde değiştir. Bunda birtakım değişim tadilat ve tebdilat yap, başka bir şekle koy. Belki o vakit halimize ve çağımıza uygun okuyabileceğimiz bir şey olur gibisinden dedikodular yayarlar, bununla da sanki Kur'ân'ı Peygamber'in kendisi yapıyormuş gibi bir ortam oluşturmak isterler ve acaba bu suretle kandırıp bir kaç kelimesini tebdil ettirir de daha sonra bunu aleyhinde bir delil olarak kullanabilir miyiz, diye düşünürler.
Sen de de ki: bana, onu kendi yanımdan değiştirmek diye birşey yoktur, ben hiçbir şeye değil, bana ne vahyolunuyorsa ben ancak ona uyarım. Yani, kesinlikle ve yalnızca vahye uyarım, onu hiç tebdil ve tağyir etmeksizin bana vahyolunduğu şekliyle ona uyarım. Şayet bazı âyetlerde birtakım nesih ve tebdil olursa, o da ancak vahiy ile olur, böyle birşey olduğu zaman ona da yine olduğu gibi uyarım. Bunun dışında başka ihtimal yoktur. Zira muhakkak ki, ben Rabbime isyan ettiğim takdirde büyük bir günün azabından korkarım. Yani vahye uymamak veya onu çok az da olsa değiştirmek, beni terbiye edip yetiştiren ve o vahyi göndererek bana peygamberlik vermek suretiyle bana Rablığını gösteren, âyetlerini açıklayan, emrini bildiren ve "Onun izni olmaksızın hiçbir yardım söz konusu olmayan " (Yunus, 10/3) o malik ve hakimin Allah'a isyan olur. Bunun cezası da gayet korkunç bir günün pek korkunç olan azabıdır. Bunu bilen bir kimse nasıl olur da öyle bir isyana cür'et eder?
16-Fakat bu senin kendi sözün, sırf kendi kendine ileri sürdüğün iddiaların, diyecek olurlarsa, yalnızca bu haberle kalmayıp, bunu yani Kur'ân'ın vahiy olduğunu akıl yoluyla da isbat etmek ve gözler önüne sermek için ey Muhammed, de ki; eğer Allah dileseydi ben size karşı bunu okumazdım bile ve Allah, size onunla ilgili hiçbir bilgi vermezdi. Benim dilimle size onu bildirmezdi, hiç duyurmazdı, sizi ondan haberdar bile etmezdi. Allah, benim bu Kur'ân'ı size okumamı ve size bunu bildirmemi dilemeseydi, ne ben bunu böyle size okurdum, ne de benim dışımda başka bir yolla sizi ondan haberdar ederdi. Siz böyle birşeyi asla duymazdınız. Fakat Allah dilediği için böyle oluyor. Zira bundan önce bu kadar sene sizin aranızda ömür sürdüm durdum. Yani Kur'ân vahyolunup, peygamberlik verilmeden önce bütünüyle bir ömür denecek uzunca bir süre, yani kırk yıl kadar sizin içinizde, sizinle birlikte yaşadım, içinizde bir ömür geçirdim, Ta çocukluğumdan beri bütün ayrıntıları ile hayatımı nasıl geçirdiğimi bilirsiniz, ve pekâlâ bilirsiniz ki, ben bütün o süre içinde birşey okuyor muydum? Kur'ân'ın gerek icazkâr nazmına, gerek içindeki mânâ ve hakikatlere ait size birşey söylüyor muydum? Nazım veya nesir olarak edebiyat ile hiç meşgul olduğum var mıydı? Size şairlik, hatiplik, müelliflik taslıyor muydum? Okuma-yazma bilmeyen fakat şiir ve inşa ile uğraşan cahiliyye şairleri kadar olsun şiirle uğraşıyor muydum? Bir gün gelip âleme meydan okumak ve müsabakaya davet etmek için hazırlanıyor muydum? Kimseye tahakküm etmek, didişmek, saldırmak gibi huylarımı hiç gördünüz mü? Yalan söylemek şöyle dursun, hakkımda bir şüphe veya şaibe uyandıracak bir davranışımı gördünüz mü? Hepinizce iffet, doğruluk, dürüstlük, sadakat ve emanet sahibi olarak bilinen Muhammedü'l-emin ben değil miydim? Hiç aklınız yok mu? Bir kerre akıl edip düşünmez misiniz? Yani bana ve Allah'ın âyetlerine karşı şimdi söylediğiniz sözler, ettiğiniz tarizler, yaptığınız işler ve ileri sürdüğünüz teklifler hep akılsızlık eseridir. Yoksa başka hiç bir delil, belge ve kanıt olmadan, hiçbir habere gerek bulunmadan, yalnızca aklınızı başınıza alsanız, benim bundan önce içinizde geçirdiğim o uzun süre boyunca hayatımı ve ahlakımı bir düşünseniz hiç şüphesiz beni tasdik edersiniz. Allah şimdi de önceki halimde kalmamı dileseydi, bana vahiy ve peygamberlik vermese idi benim bunları size okumam ve Allah tarafından bildirmem ve ilan etmem ihtimali yoktu. Ben kendi kendime ne böyle bütün belağat ve edebiyat sahiplerine meydan okuyan bir kitap meydana getirebilirdim, ne de bütün insanlara karşı böyle bir inzar ve tebşir görevinin, böyle hiç kimsenin tek başına yapamıyacağı ağır yükün altına girebilirdim. Lâkin işitiyorsunuz ki, şimdi ben bunları size okuyorum ve tebliğ ediyorum. Bundan da anlamanız gerekir ki, Allah Teâlâ öyle değil böyle olmasını istedi: Bana eğitim ve öğretim ile elde edilemiyecek vahiy ve nübüvvet ihsan etti ve bunları bildirdi. Bunlar size şahsen benim değil, Rabbimizin bildirisi ve öğretisidir. Ve ben O'nun vahyine uymaktan başka birşey yapamam. Bütün güçlerin ve sebeplerin üstünde işleri tedbir eden ve merci-i küll (herşeyin mercii) olan "O'nun izni olmadan hiçbir yardımcının söz konusu olmadığı" Allah Teâlâ'nın emir ve iradesine müdahele, O'nun âyetlerine itiraz yine hakkın âyetlerinden biri olan akıl ile asla bağdaşabilir birşey değildir. Siz nasıl oluyor da Allah'ın vahyini tebdil etmemi, onu değiştirip başka bir şekle sokmamı teklif ediyorsunuz? Hiç Allah'dan korkmadan yalana ve iftiraya cür'et ediyorsunuz?
17- İmdi bir yalanı Allah'a karşı iftira edenden veya Allah'ın âyetlerine yalan diyenden daha zalim kim olabilir? Şurası kesindir ki, mücrimler iflah olmazlar, felah bulmazlar. Mücrimler arasında zalimler, zalimler arasında da en zalimler elbette hiç felah bulmazlar.
Yalan, özü bakımından bir cürüm, bir haksızlıktır, iftira onun daha zalimce olanıdır, Allah'a karşı yalan ve iftira ise en zalimce olanıdır. Allah'ın yarattığı ve indirdiği âyetleri veya delilleri inkâr etmek veya onun asılsız olduğunu, yalan olduğunu söylemek, iftiranın en zalimane yapılmış olanıdır ki, biri batıla hak demek zulmü, diğeri hakka batıl demek zulmüdür. Peygamberlik taklidine kalkışmak, müşriklik etmek birinci şıktan, Kur'ân'ı ve peygamberi inkâr etmek ise ikinci şıktan olan zulümdür. Bunlara benzer daha başka zalimane işler bulunabilirse de bunlardan daha zalimanesi bulunamaz. Batıla hak veya hakka batıl demek zulmünü irtikap eden iftiracıların yapamayacağı kötülük ve zülum yoktur. Ve böylece zulmün zirvesine varan müfteri mücrimlerin felah bulamıyacakları muhakkaktır. Bu kadar büyük zulüm ve cürmü irtikap etmek akılsızlığı da Allah'a kavuşma ümidi olmayanların özelliğidir. Ondan dolayı bunlar böyle derler ve Kur'ân'ın değiştirilmesini isterler.
18- Ve Allah'ı bırakırlar da kendilerine ne zarar, ne de fayda sağlayacak şeylere taparlar. Aciz şekil ve resimlerden, fetişlerden ve putlardan medet umarlar, onlardan teselli beklerler. Ve bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir derler. (En'âm Sûresi'nde İbrahim Aleyhisselam ile ilgili kıssanın tefsirine bkz. (âyet: 74) Orada putperestliğin doğuşu hakkında gerekli bilgiler verilmişti. Burada da denilmiştir ki:
1- Bunlar, her bir iklim için yüce ruhlardan birer belli ruh vardır diye inanıyorlardı. Bundan dolayı onlar adına birer put yapıp dikiyorlardı ve o puta tapmaktan maksatları o ruha tapmak ve onun yardımını dilemek oluyordu.
2- Yıldızlara tapıyorlardı ve o yıldızlar adına diktikleri putlara tapıyorlar ve esas maksatları da o putun temsil ettiği yıldıza oluyordu.
3- Putlara ait bazı tılsımlar uyduruyorlardı ve tılsımlarda bir takım esrarlı güçlerin bulunduğuna inanıyor ve hayal ediyorlardı. O konudaki beklentileri için de onlara tapıyorlardı.
4- Büyük saydıkları kimselerin suretlerini yapıyorlar ve bu timsallere saygı gösteriyor ve tapınıyorlardı. Böyle yapmakla o yüce ruhların, azizlerin kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlardı. Allah katında onlar makbul kimseler oldukları inancıyla onlardan şefaat umuyorlardı.
İşte bütün putperestlik felsefesi bu dört şekil içinde özetlenebilir. Bununla beraber âyetin içeriği daha geniş kapsamlıdır. Bütün şirkin ve putperestliğin kökü doğrudan doğruya Allah'la karşı karşıya gelmeyi ümit edememek ve Hak Mabud'a karşı yalan ve hayalden fayda ve teselli beklemektir.
Taif halkı el-Lât adındaki puta, Mekke ahâlisi "Uzza, Menat, Hübel, İsaf, Nâile" adındaki putlara taparlardı. Hz. Peygamber'in, kıyamet gününe iman konusundaki uyarılarına karşı Taifli mitoloji şairi ve filozof Nadr b. Hâris'in "Kıyamet günü olduğu vakit el-Lât bana şefaat eder." dediği rivayet olunmaktadır.
Ey hak peygamber! Sen onlara kestirme bir cevap olarak, de ki, Allah'a onun göklerde ve yerde bilgisi dışında bir şey bulunduğunu mu haber veriyorsunuz? Bütün gizlileri bilen Allah Teâlâ'nın bilgisinin ulaşamadığını söylemek, vücud ve imkanın ortadan kalkması demek olduğundan, bu ifadede "putlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" sözünün gerçekte hiç aslı olmayan ve olmak ihtimali bulunmayan bir yalan ile Allah'a karşı açık bir iftira olduğunu gayet acı bir istihza ile onların yüzüne vurma vardır. Güyâ putlar Allah katında kendilerine şefaat edecekmiş de bundan Allah'ın haberi yokmuş. Hâşa, süme hâşa! Allah onların koştuğu şirkten münezzeh ve yücedir.
19- İnsanlar aslında bir tek ümmetten başka bir şey değil idi. Yani ilk yaratılışta hepsi aynı hukuk ve aynı dine bağlı bir tek türden ibaret idi. Bugünkü gibi birbirini insan yerine koymayan çeşitli milletler ve cemaatlar yoktu. "Yeryüzünde yürüyen hiç bir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar." (En'âm, 6/38) âyetinin de işaret ettiği gibi, hayvanların ve kuşların her türü kendine mahsus bir yaratılış kanununa bağlı bir ümmet olduğu gibi, insanlar da bir tek ümmet idi. (Bu âyetin Bakara Sûresi'nde geçen benzerinin tefsirine bkz. 2/213) Rivayet olunduğuna göre: Âdem Aleyhisselam devrinden Kabil ve Habil (Maide 5/27-31) olayına kadar insanlar bir tek ümmet idi. İdris Aleyhisselam zamanına kadar böyleydi diyenler de olmuştur. Nuh tufanında hiçbir kâfir kalmadığından, tekrar küfrün yayılmasına kadar bir tek ümmet oldukları, ayrıca bugün birbiriyle ihtilaf içinde bulunan birtakım kavimlerin İbrahim Aleyhisselam zamanında bir tek ümmet halinde bulundukları da söz konusu edilmiştir, ki böylece buradaki "belli insanlar"dan maksat Arap ve İbrani gibi akraba kavimler demek olduğu, öbürlerinin de aslında onlar gibi olduğu mukayese yoluyla anlatılmış olur. Nitekim tarihte dillerin çeşitliliği (tebelbül-i elsine) olayı da bu anlamda kavimlerin akrabalığına benzer bir hadisedir.
Daha sonra ihtilaf ettiler, ayrılıklara düştüler. Bir kısmı tevhid i-nancını bıraktı, şirke geçti, sapıtmalar ve yoldan çıkmalar başladı. Türlü türlü mabutlar peşine düşüp, birbirleriyle niza ve vuruşmaya başladılar. Birbirlerine karşı hak hukuk tanımaz, her zulmü reva görür çeşitli soylara, gruplara ve milletlere ayrıldılar. Öyle ki, başlangıçta bir tek tür olan insan soyu, hayvan türlerinden daha fazla sayıda cinslere bölündüler.
Rabbinden çıkmış bir karar olmasa idi. Yani "Rabbin kendi üzerine rahmeti yazdı, hiç şüphesiz sizi kesinlikle gelecek olan o günde bir araya toplayacak..." (En'âm, 6/12), "Her ümmet için takdir edilmiş bir ecel vardır, işte o ecelleri geldiği vakit ne bir an ileri, ne bir an geri gidebilirler." (A'raf, 8/34) buyurulduğu üzere, her şeyden önce rahmeti gerektiren veya azaba müstahak olan her ümmete belli bir ecel takdir edip, her şeyin kesin çözümünü sağlayacak olan hükmünü kıyamet gününe tehir etmiş olmasa idi ve biraz önce geçen "Eğer Allah, insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi, şerri de çarçabuk vermiş olsaydı, elbette onlara hemen ecelleri gelip çatardı. Fakat Biz, Bize kavuşmayı ummayanları kendi hallerine terk ederiz, onlar da bocalayıp dururlar." (Yunus, 10/11) gibi daha önce alınmış ilâhî kararlar olmasa idi. Anlaşmazlığa düştükleri her konuda derhal ilâhî karar aralarında hükmünü icra ederdi. Allah'ın hükmü derhal icra edilirdi. Yani, haklıyla haksı