Yunus Suresi iniş (Nüzul) sebebi nedir?

Dinimizin direği olan namaz için okunması şart koşulmuş, olmazsa olmaz denilmiş sure olan Yunus suresinin iniş (Nüzul) sebebi merak ediliyor. Bu haberimizde, Yunus Suresi iniş (Nüzul) sebebi nedir? sorusunun cevabını bulacaksınız.

Dinimizin direği olan namaz için okunması şart koşulmuş, olmazsa olmaz denilmiş sure olan Yunus suresinin iniş (Nüzul) sebebi merak ediliyor. Bu haberimizde, Yunus Suresi iniş (Nüzul) sebebi nedir? sorusunun cevabını bulacaksınız.

1. Elif. Lâm. Râ. İşte bunlar, o hüküm ve hikmet dolu kitabın âyetleridir.

Yüce Rabbimiz söze Kur’an’a yemin etmekle başlamakta ve Kur’an’ın “hakîm” ismine dikkat çekmektedir. Kur’an’ın “hakîm” olması şu mânalara gelir:

› Hikmetli, hikmet dolu,

› Hükmeden, karar veren, mes’eleleri çözüp açıklığa kavuşturan,

› Muhkem, hem lafız hem mâna yönünden kuvvetli ve sağlam,

› İçinde yalan, çelişki ve tutarsızlık bulunmayan,

› Kendisiyle hüküm verilen,

› Hükmü kesin olan.

Bu mânaların hepsi Kur’ân-ı Kerîm için uygun düşmektedir. Hakîm, aynı zamanda Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden biridir. Kur’ân-ı Kerîm’in de bu isimle zikredilmesi, onun Allah’a olan nispetini kuvvetle ifade etmektedir.

Peygamberimiz (s.a.s.)’e gelince:

2. Kendi içlerinden birisine: “İnsanları azap ile uyar; iman edenlere de, dürüstlükleri ve iyi işler yapmaları sebebiyle kendileri için Rableri katında ötekilerini geçen emin bir makam olduğunu müjdele” diye vahyetmemiz onların çok tuhafına mı gitti ki, kâfirler kalkıp: “Besbelli ki bu adam sihirbazın teki!” diyorlar?

Allah Tealâ, Hz. Muhammed (s.a.s.)’i peygamber olarak gönderdiği zaman kâfirler onu inkâr ettiler ve: “Allah, Muhammed gibi insanlar arasından bir elçiyi göndermekten uzak ve yücedir” ve “Allah, peygamber olarak göndermek üzere Ebu Talib’in yetiminden başkasını bulamadı mı?” dediler ve işte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 107; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 270)

İman edenlere müjdelenen قَدَمُ صِدْقٍ (kademu sıdk) şudur: Dünya hayatında Allah Teâlâ’ya sadâkat, doğruluk, ihlas ve samimiyetle kulluk eden mü’minler, amellerinin keyfiyetine göre Rableri katında yüksek bir dereceye nâil olacaklardır. Dünyada hayırda yarışanlar, öne geçenler ve hayırda çığır açanlar âhirette de mükâfat bakımından öne geçeceklerdir. Bu ifadede, müttakîleri Allah’a götürmede en güvenilir ve en doğru rehber olan Resûlullah (s.a.s.)’in şefaat-i uzmâsına da bir işaret vardır.

Takvâ sahibi talihli kulların cennette varacağı yüksek makamı beyân sadedinde bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Allah’a gönülden saygı besleyen, O’na karşı gelmekten sakınıp emirlerine titizlikle uyanlar cennet bahçelerinde ve ırmak kenarlarındadırlar. Gücü her şeye yeten ve hükmü her şeye geçen Hükümdar’ın huzurunda, hoşnut olacakları çok şerefli bir hak ve dürüstlük meclisindedirler.” (Kamer 54/54-55)

Kâfirler, Kur’an’ın insan üstü bir kaynaktan geldiğini itiraf ediyor, fakat Allah’tan geldiğini de inkâr ediyorlardı. Kibir ve inatçılıkları onları imandan alıkoyuyordu. Zira Allah’ın gönderdiği peygamber ve ona indirdiği kitapla insan hayatına müdâhale ve onu istediği gibi düzenleme yetkisini kabullenmek ve bu imana göre hayatı yeni baştan tanzim etmek hiç işlerine gelmiyordu. Halbuki Allah, yarattığı varlıkları kendi haline bırakmamıştır. Onlarla irtibatı ve onlara müdahalesi her an çok etkili bir şekilde devam etmektedir:

3. Şüphesiz Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa hükümrân olan, her şeyi ve her işi yerli yerince yöneten Allah’tır. O’nun izni olmadan şefaat edebilecek hiç kimse yoktur. Rabbiniz Allah işte budur. Öyleyse O’na kulluk edin. Hâlâ düşünüp ders almayacak mısınız?

Allah Teâlâ gökleri ve yeri altı kozmolojik devirde yarattı. Sonra varlıkları kendi hâline terk etmedi. Bütün bu kâinat mülkünü hükmü altına alarak, zerreden küreye, cisimden ruha yaratılmış ne varsa hepsi üzerinde hüküm ve saltanatını icraya başladı. (bk. A‘râf 7/54) “Allah, sayısız isim ve sıfatlarıyla her an sınırsız tecellî ve yaratma halindedir” (Rahmân 55/29) âyet-i kerîmesi gereğince her an yaratıkları, bütün işleri idare etmekte, yönetmekte ve yönlendirmektedir. Kâinatta olup biten her türlü işin, hâdisenin birbirine bağlı olarak gelişip meydana çıkmasını ve bir sonuca ulaşmasını sağlayan, Cenâb-ı Hakk’ın onlar üzerindeki hükmü, tasarrufu ve takdiridir. O, bütün işlerini kendisi yaptığına ve yönettiğine göre, kendisine ortak koşulmasına gerek yoktur. Dolayısıyla âyet, putperestliği reddetmekte ve belli işler için başka tanrılar edinmenin bir anlamı olmadığını beyân buyurmaktadır. Üstelik O’nun izni olmadan hiç kimsenin en küçük bir şefaat etme salâhiyeti bulunmadığına göre, hiçbir fayda ve zarara gücü yetmeyen putları Allah katında şefaatçi kabul etmenin de bir mesnedi kalmamaktadır. O halde tek çıkar yol, Rabbimiz olan Allah’ın nasıl eşsiz bir ma’bud olduğunu tanıyıp, bütün ihlâs ve samimiyetimizle O’na kulluk etmektir. Bu yolu bulabilmek için aklımızı çalıştırmak, olan bitenden ders ve ibret almak yeterli olacaktır:

4. Hepinizin dönüşü yalnızca O’nadır. Bu, Allah’ın verdiği kesin bir sözdür. Çünkü O, varlıkları önce yoktan yaratır; sonra da iman dip sâlih amel işleyenleri âdil bir şekilde mükâfatlandırmak için ölümlerinin ardından tekrar hayata döndürür. Kâfirlere gelince, sürekli küfür içinde bulunduklarından dolayı onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.

Herkes ölecek ve Rabbinin huzuruna dönecektir. Bu, Allah’ın verdiği kesin bir söz, koyduğu ilâhî bir kanun ve karşı gelinmez bir sondur. Bunu anlamak için yaratılış gerçeğine bakmak yeterli olacaktır. Allah Teâlâ, canlı cansız bütün varlıkları başlangıçta yoktan yarattı, onlara bir düzen verdi, her birinin mükemmel bir sistem içinde işleyişi için şaşmaz kanunlar koydu, bunların idâresini kendi kudret eline aldı. Gökleriyle, yeriyle ve bunlar arasında bulunan her şeyle birlikte bütün kâinatın işleyişini tekrar ettirip durmaktadır. Hem yaratma hem de onun tekrarı her an devam etmektedir. Kâinatta bu işleyişin tek gâyesi vardır: O da iman edip sâlih ameller, güzel güzel işler yapan akıllı kulların mükâfâtını adâlet ölçülerine göre ihsan etmek; bu kadar muhteşem kâinatın yaratanını tanımayıp ona başkaldıran, inkâr eden, O’nun sayısız nimetlerine nankörlük eden kâfirlerin hak ettikleri cezayı vermektir. Bunun için de Allah, öldükten sonra özellikle mükellef olan varlıkları tekrar diriltecek, onları hesaba çekecek ve onlara iyi veya kötü amellerine göre bir karşılık verecektir. Cennette mü’minlerin yepyeni nimetlerle nimetlenmeleri, kâfirlerin de cehennem de yeni yeni azaplarla cezalandırmaları için “yaratma ve yaratışın iâdesi” orada da devam edecektir.

Yüce Allah’ın, haber verdiği bu işleri yapmaya gücü yeteceğini görmek isteyenler güneş ve ayda tecelli eden şu muazzam kudret akışlarına ibretle bakabilirler:

5. Güneşi parlak bir ışık kaynağı, ayı ise bir nûr yapan, yılların sayısını ve vakitlerin hesâbını bilmeniz için aya menziller takdir eden O’dur. Allah, bütün bunları boş yere değil gerçek bir gaye, sebep ve hikmete dayalı olarak yaratmıştır. O, bilip anlayacak kimseler için âyetlerini bu şekilde detaylarıyla açıklamaktadır.

Allah Teâlâ güneşi “ziyâ”, ayı ise “nûr” yapmıştır. اَلضِّيَاءُ (ziyâ’), güçlü ışık, اَلنُّورُ (nûr) ise güçlü olsun olmasın ışık mânasına gelir. Diğer âyetlerde güneş için اَلسِّرَاجُ (sirâc) “kandil” (bk. Nûh 71/16) ve سِرَاجًا وَهَّاجاً (sirâcen vehhâcen) “parıl parıl, alev alev yanan kandil” (bk. Nebe’ 78/13) ifadeleri geçer. Ay için de “nûr”dan ayrı olarak قَمَراً مُن۪يراً (kameren münîran) “aydınlatıcı bir ay” (bk. Furkan 25/61) ifadesi kullanılır. Bu açıklamalardan güneşin alev alev yanan bir enerji ve ışık kaynağı; ayın da bir ışık yansıtıcısı olduğu anlaşılır. Sirâc, ışığı kendi ateşinden doğan kandildir. Bunun verdiği ışığa “ziyâ” denilir. Yani “ziyâ”, kaynağın bizzat kendisinden oluşmaktadır. Günümüzde bilimsel çalışmalar, güneşin ışığının, hidrojeni helyuma dönüştüren zincirleme nükleer patlamalardan oluştuğunu söylemektedir. Güneş her an sayısız atom bombalarının patladığı bir kaynaktır ki, bu patlamalardan kendisine tabi yıldızlara korkunç miktarlarda enerji ve ışık gitmektedir. Güneşin kendinden olan enerjisi, kendi sisteminin hayat kaynağıdır. İşte onun bizzat kendinden olan ışığı “ziyâ” tabiriyle anlatılmıştır. Ay ise sönmüş, soğumuş, kabuk bağlamış bir gezegendir. Kendinden bir ışığı yoktur. Ancak güneşten kendisine vuran ışığı yansıtır. İşte aydan yansıyan bu ışığa da “nûr” denmiştir. (Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, IV, 204)

Güneşle ayın yaratılış hikmetlerinden biri de yılların sayısını ve vakitlerin belirlenmesini sağlamaktır. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“…Allah, güneş ve ayı vakitlerin tespiti için birer hesap ölçüsü olarak yaratmıştır.” (En‘âm 6/96)

“Biz geceyle gündüzü kudretimizin büyüklüğünü gösteren iki delil yaptık. Onların her biri için de bir alâmet var ettik. Sonra gecenin alâmetini sildik. Gündüzün alâmetini ise bizatihî ışıklı ve aydınlatıcı kıldık ki, hem Rabbinizin lütfedeceği nimetleri araştırıp elde edesiniz, hem de yılların sayısıyla birlikte zamanı hesaplamayı bilesiniz. İşte biz, her bir şeyi böylesine yerli yerine koyup tüm ayrıntılarıyla açıkladık.” (İsrâ 17/12)

Bu âyet-i kerîmeler hem güneşin hem de ayın, zamanın hesaplanmasına yardımcı olduğunu belirtir. Ancak tefsiri sadedinde olduğumuz Yûnus sûresi 5. âyette sadece ayın bu husustaki fonksiyonuna temas edilmiş, onun için menziller takdir edilmesindeki maksadın bu olduğu haber verilmiştir. Bugünkü ilmi açıklamalara göre ayın bir ay boyunca her gece konakladığı 28 ayrı menzil bulunmaktadır.

Kâinattaki bir diğer kudret tecellisi gece, gündüz ve yaratılmış başka nice varlıklardır. Onları da ibret nazarıyla seyretmemiz istenmektedir:

6. Şüphesiz geceyle gündüzün, süreleri değişerek ardı ardına gelmesinde, Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı her varlıkta, kalpleri Allah’a karşı saygıyla dopdolu olan ve hayatları boyunca O’na karşı gelmekten sakınanlar için elbette nice işaretler, deliller vardır.

Güneş ve ay gibi, geceyle gündüzün aksamaksızın peş peşe gelmesinde; göklerde bulunan, yıldızlar, gezegenler, yörüngeler, hareket ve çekim kanunlarında; yeryüzünde bulunan varlıklarda ve orada olup biten her şeyde de, bunların inceliklerini bilip zararlarından sakınacaklar için; yine bunlardaki ilâhî azamet tecellilerini görüp Allah korkusuyla günahlardan uzak duracaklar için açık deliller bulunmaktadır. Gelişen ilmî usullerle bu varlık ve olayların mâhiyetlerinin araştırılması, bunlara hâkim olan ilâhî kanunların keşfedilmesi ve fert ve toplum olarak Allah’a kulluğun her alanında bunlardan faydalanılması gerekir.

Gerçekten de kâinattaki ilâhî azamet işaretleri ve kudret tecellileri akılları dehşete düşürecek keyfiyettedir. Gökleri yarıksız, çatlaksız tabakalar ve yollar halinde yaratması, atmosferi yaratıklar üzerine koruyucu bir tavan olarak çekmesi, bütün varlığı kuşatan arşı direksiz yükseltmesi, ırmakları ve dereleri durmadan akıtması, rüzgârları hiç engelsiz göndermesi O’nun tek olduğuna delâlet eder. Gökler O’nun kudretini; yıldızlar, gezegenler O’nun sanatının güzelliğini gösterir. Rüzgârlar bereketinin ılıklığını yayar. Gök gürültüsü azametinin delillerini seslendirir. Yeryüzü hikmetinin kemâlini anlatır. Irmaklar kendilerine ilham edilen ilâhî emrin hoşluğu ile kaynayıp akar. Ağaçlar, çiçekler onun sanatının eşsizliğini, güzelliğini haber verir.

Kâinat kitabının sayfalarına nakşedilmiş bunca ilâhî sanat hârikalarına ve apaçık işaretlere rağmen, bunların hiç farkında olmayan nice gâfiller var:

7. Mahşer günü huzurumuza çıkacaklarını hiç hesaba katmayan, dünya hayatını âhirete tercih ederek nihâî mutluluk, tatmin ve huzuru onda arayan ve hem kevnî hem de kavlî âyetlerimize büsbütün ilgisiz kalanlara gelince:

8. Kazandıkları günahlar yüzünden onların varacağı yer cehennemdir.

“Allah’a kavuşacaklarını ummayanlar”; âhirete, yeniden dirilişe, hesaba inanmayanlar, cenneti ümit etmeyen ve cehennemden korkmayanlardır. Bunların Allah’a ve âhirete ait herhangi bir gönül bağları, beklenti ve korkuları olmadığı için, bütün himmetlerini dünyaya çevirir, onun muhabbetiyle yatar kalkar, orada elde ettikleri nimetlerle, nefsânî haz ve lezzetlerle huzur bulurlar. Böyle olunca onlar, Allah’ın varlığını, dünya hayatının fânîliğini ve âhiret hayatının bâkiliğini gösteren; kâinat kitabının sahifelerinde tafsilatlı olarak açıklanmış veya o açıklamalara dikkat çekmek üzere indirilmiş olan ilâhî delilleri, işaretleri, alâmetleri tefekkür etmez ve bunlara aldırış etmezler. Bu konuda koyu bir gaflet içindedirler. Bir insan ne kadar Allah’tan ve O’nun âyetlerinden gafil olursa, o kadar çok günaha dalma tehlikesi artar. Dolayısıyla bahsedilen zümre gafletleri sebebiyle günah işlerler ve neticede cehenneme girerler. Buna karşılık:

9. Buna karşılık iman edip sâlih amel işleyenlere gelince, Rableri onları imanları sâyesinde doğru yola erdirecektir. Neticede onlar, içinde her türlü nimetin kaynadığı cennetlerde yaşayacak; bahçelerinin arasından, köşklerinin altından ırmaklar akacaktır.

10. Onların cennette: “Allahım! Sen her türlü kusurdan ve ortaktan uzaksın!” diye dua edecek; birbirlerine olan iyilik ve âfiyet dileklerini ise: “Selâm!” sözüyle sunacaklardır. Dualarının sonunda da: “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun!” diyeceklerdir.

Allah Teâlâ’nın, kendilerine iman ve amel-i sâlih nasip ettiği bahtiyar kullar, dünyada doğru yol üzere bir ömür sürerler; âhirette de nimetlerle dolu cennetlere erişirler. 10. âyette cennetliklerin gönüllü olarak yaptıkları zikir ve tesbihleri, birbirlerine iyilik ve âfiyet dilekleri ve duaları haber verilir. Onların:

› Nidâları, zikir ve tesbihleri سُبْحَانَكَ اللّٰهُمَّ (sübhânekellahumme) “Allahım! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim; sen çok yücesin, çok büyüksün!” sözüdür. Onlar bütün korku ve hüzünlerden kurtuldukları, hakke’l-yakîn imana ulaştıkları için gönüllerinin ta derinliklerinden gelen bir muhabbet ve iştiyakla, tabii olarak, zorlanmaksızın Allah’ı tesbih ve tenzih ederler.

› Birbirlerine iyilik ve âfiyet dilekleri سَلَامٌ (selâm) “Her türlü kötülüklerden, çirkinliklerden ve hoşa gitmeyen durumlardan dâimî bir selâmet” talebidir. Bu iltifat onlara meleklerden de gelecektir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Melekler her kapıdan yanlarına varıp onlara: «Sabrettiğinizden dolayı size selâm olsun! Bakın, dünya hayatının mutlu sonu ne kadar güzelmiş!» derler.” (Ra‘d 13/23-24) Bu iltifat onlara Cenâb-ı Hak’tan da gelecektir. Bu hususta da şöyle buyrulur: “Merhameti pek bol olan bir Rabden onlara hitâben «Selâm!» sözü vardır.” (Yâsîn 36/58)

› Dualarının sonu ise اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ (elhamdu lillâhi rabbil âlemin) “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun” demeleridir. Cennetlikler her dualarının, her zikir ve tesbihlerinin, her türlü surûr ve neş’elerinin sonunda Allah’a hamdederler.

Bu yüce ve sonsuz cennet nimetlerine erişebilmek için insanın fıtratındaki acelecilik hastalığını sabır ilacıyla tedavi etmesi, gözünü peşin dünya lezzetlerinin ötesinde uhrevî nasiplere çevirmesi ve kendini o nimetlere ulaştıracak kulluk yolunda gayret, samimiyet ve dürüstlükle yürümesi istenmektedir:

11. Eğer Allah insanlara müstahak oldukları cezayı, onların faydalarına olan şeyleri çarçabuk elde etmek istedikleri hız ve çabuklukta hiç geciktirmeden verseydi derhal sonları gelir ve yok olup giderlerdi. Fakat biz, bize kavuşma arzusu, ümidi ve beklentisi içinde olmayanları belli bir süre kendi hallerine bırakırız da, azgınlıkları içinde gayesiz bir şekilde şaşkın şaşkın bocalayıp dururlar.

İnsan aceleci bir tabiata sahip olduğu için kendisi için hayırlı olan şeyleri acele istediği gibi, kötülüğüne olan şeylerin de bir an önce başına gelmesini isteyebilmektedir. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“İnsan, hakkında hayırlı olacak şeyler için dua ettiği gibi şer olacak şeyler için de dua eder. Çünkü insan, çok acelecidir.” (İsrâ 17/11)

Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’in karşısında müşriklerin sergiledikleri tavır, bunun tipik bir misâlidir. Onlar: “Ey Allah! Eğer bu Kur’an, senin katından gelen gerçek bir kitap ise, hiç durma hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem verici bir azap gönder” (Enfâl 8/32) diyorlardı. Hatta bu âyet, işlediği günahlar sebebiyle fiilî olarak cezayı acele isteyen herkes hakkında geçerlidir. Bu acele istemeye kişinin kendisi, çocukları ve akrabaları için edip de kabul edilmesini istemediği beddualar da dâhildir. Mesela bir insanın kızdığı zaman çocuğuna beddua etmesi, lânet okuması, kendisinin ölümü için dua etmesi bu kabildendir. Ancak Cenâb-ı Hak, kullarına olan merhameti sebebiyle bunlara hemen karşılık vermemekte, ertelemekte veya affetmektedir. Çünkü bu isteklerin hemen kabulünde ve onların hemen öldürülüp helak edilmelerinde hiçbir fayda yoktur. Kâfir iseler belki bundan sonra iman edebilirler; ya da onların neslinden mü’min kimseler gelebilir. Günahkâr iseler tevbe edip günahlarından vazgeçebilirler. Bu sebeple Allah onlara cezayı ulaştırmada acele etmez. Bilakis affettiğini affeder, helakini dilediklerine mühlet tanır, onları kendi hallerine bırakır, azgınlıkları içinde bir müddet şaşkın şaşkın bocalayıp dururlar. Sonra da helak olurlar.

İslâmî bir terbiye ve tezkiye tezgahından geçmemiş ham ruhlu insanın bir başka zaafiyeti de şudur:

12. İnsan bir sıkıntıya uğradığı zaman yanı üzerine yatarken, otururken, ayakta iken devamlı bize yalvarır durur. Sıkıntısını giderdiğimiz zaman ise, kendisine dokunan o sıkıntı sebebiyle sanki bize hiç yalvarmamış gibi eski inkâr hâline döner gider. İşte ömür ve akıl sermayelerini boşa harcayıp haddi aşanlara yaptıkları şeyler böyle süslenip püslenmektedir.

İnsan, sağlığı yerindeyken, durumu müsait iken hayatın akışına kendisini kaptırır; hata eder, günah işler, azgınlık yapar ve ölçüleri çiğner. Allah’ın koruduğu ve rahmetiyle kuşattığı kimselerin dışında, hiç kimse güçlü ve kuvvetliyken, ilerde güçsüz ve zayıf düşeceğini hatırına getirmez. Bolluk zamanı insana çok şeyi unutturur. Kendini zengin görmek, insanı azdırır. Sonra kendisini kıskıvrak yakalayan bela sebebiyle birden boynu bükük, korkak bir zavallı haline gelir. Hemen bol bol dua etmeye, uzun uzun niyazlarda bulunmaya başlar. Bu zor şartlar karşısında bunalır ve sıkıntının gidip ferahın çarçabuk gelmesini diler. Duası kabul edilip felâketten kurtulduğunda ise artık bir daha geriye bakmaz, düşünmez ve işin sonunun nereye varacağını hesaplamaz. Daha önce olduğu gibi tekrar dünya hayatına dalar.

Kur’an’ın akışı, ifade safhalarını ve tesirli dokunuşlarını, gözler önüne sermeye çalıştığı psikolojik durum ve sunmaya çalıştığı insan karakteriyle paralel ve âhenkli biçimde ayarlamaktadır. Buna bağlı olarak felaket manzarasını âdeta ağır çekimle, yavaş yavaş, üzerine basa basa ve uzun uzun tasvir etmektedir: “Yanı üzerine yatarken, otururken, ayakta iken devamlı bize yalvarır durur.” (Yûnus 10/12) “Yatma” hali, insanın istirahat ettiği, dinlenmek istediği ve dua dâhil her türlü fiilinden vazgeçtiği bir haldir. Halbuki başı dara düşen bu kişi, sıkıntıdan kurtulmak için bu halinde bile rahatını terk edip yalvarmaktadır. Artık diğer hallerde onu yalvarmaktan vazgeçirecek bir engel yoktur. Zaten diğer durumlar da “otururken, ayaktayken” şeklinde peşi sıra zikredilmekte, duanın gerçekleştiği alanlar genişletilmektedir. Zira makam, sözü uzatma makamıdır. O kişinin yalvarışındaki kararlılığı, devamlılığı ve ısrarı canlandırmaktadır. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XI, 110)

Fakat zarar defedilip engel ortadan kalkınca insan, başına gelen sıkıntıdan dolayı hiç Allah’a yalvarmamış gibi geçip gider. Düşünmek, ibret almak ve şükretmek aklına gelmez; bunlar için zaman ayıramaz. Hiçbir şeye aldırmadan hayatın akışına kendisini kaptırır. İşte bahsedilen bu kötü vasıflara sahip kimseler, “müsrifler”lerdir. Çünkü bunlar esasında hakikati bulmak, tanımak ve güzel ameller yapmak için kendilerine bahşedilmiş olan akıl, zeka ve iradeyi, dünya zevkleri ve dünyanın geçici lezzetleri uğrunda kötüye kullanarak, hakkın âyetlerinden gafil olarak, ebedi olan cennet nimetlerini gelip geçici dünya hayatına feda ederek ömürlerini boş yere harcamaktadırlar. Önceki toplumları helake sürükleyen amillerden biri budur. Buna ilaveten diğer amilleri bildirmek üzere şöyle buyruluyor: