Batı dünyasının gelişmiş olarak kabul edilen demokrasilerinin günümüzdeki seviyelerine ulaşana kadar pek çok anti-demokratik ve insanlık suçu olarak nitelendirilen uygulamalara imza attıkları tarihi vesikalarıyla bilinen bir gerçek. Bugünlerde benzer tartışmalar ileriki yıllarda küresel siyasetin ağırlık merkezini teşkil edecekleri tahmin edilen Hindistan ve Çin gibi ülkelerle ilgili olarak gündemde. Ortaya koydukları devlet vizyonları, medeniyet tasavvurları ve 'grand stratejileri' itibarıyla uluslararası siyasetteki davranışları ilgiyle takip edilen Çin ve Hindistan’ın benzer performansı demokratik ve insani gelişme açısından da sergileyebildiklerini iddia etmek zor. Öyle ki iki ülkenin bugünlerde uluslararası toplumu en çok meşgul eden gündemi, kendi azınlıklarına reva gördükleri muamele üzerinde odaklanıyor.
Hindistan bir taraftan Assam eyaletindeki birçok etnik Bengalliyi vatandaşlık kayıtlarında isimleri olmadıkları gerekçesiyle gözaltı kamplarında toplarken, diğer taraftan bu kampları başta Keşmir olmak üzere ülke geneline yayarak güvenlik için tehdit olarak algılanan kesimleri 'ılımlılaştırma' sürecine tabi tutacağını açıklıyor. Çin ise aşırıcılıkla mücadele gerekçesiyle Sincan Uygur Özerk Bölgesi'ndeki Uygur kökenli vatandaşları bölgesel yönetimler aracılığıyla kitlesel olarak politik eğitim kamplarına kapatıyor. İsimleri farklı olsa da aynı amaca hizmet eden bu kamplar, bizlere Batı'nın yakın tarihindeki karanlık dönemleri hatırlatırken, kamplarla ölümlerin arttığına ilişkin uluslararası basına yansıyan haberler, Asya’nın yükselen güçlerinin de Batı’ya benzer karanlık bir süreç içerisinden geçtikleri izlenimini uyandırıyor. Tarihleri sınır çatışmaları ve karşılıklı jeopolitik rekabet ile geçmiş bu iki devletin kendi ülkelerindeki Müslüman azınlıklara yönelik uygulmaları, İslamofobi hastalığının sadece Batı dünyasında olmadığını ortaya koyuyor ve iki devletin hem medeniyet tasavvuru hem de dış politik meşruiyet kapasitesinin seviyesiyle ilgili bilgi veriyor. Bu kapsamda özellikle Modi iktidarı döneminde ulusal kimliğini dışlayıcı bir yaklaşımla yeniden biçimlendiren Hindistan'daki gelişmeleri dikkatle ele almak gerekiyor.
Gözaltı kamplarının tarihiAssam’daki Bangladeşli göçmen sorununun kökenleri sömürge dönemine kadar geri götürülebilecekken, gözaltı kamplarının hikâyesi ilk olarak 2008 yılında başladı. Hem Hindistan genelinde hem de Assam’da Kongre iktidarının olduğu Temmuz 2008’de Guwahati Yüksek Mahkemesi, 50'den fazla Bangladeşlinin Hindistan vatandaşlığını "hileli olarak" edindiği gerekçesiyle sınır dışı edilmesine karar verdi. Bölgede Müslümanlar zaten 1980’li yıllardan beri yabancılar olarak isimlerinin seçmen listesinden silinmesi ve sınır dışı edilmeleri gibi siyasi kampanyalara maruz kalıyorlardı. 2008 kararı ise bölgede şiddet eylemlerinin fitilini ateşledi ve Ekim 2008’de Guwahati’deki bombalı saldırılarda 70 kişi hayatını kaybetti. Patlamalarla ilgili olarak ilk etapta doğrudan göçmen Müslümanlar suçlandı, ancak daha da önemlisi Müslüman göçmenler konusu artık siyaseti ikiye bölen temel konulardan birine karşılık geliyordu.
2008 patlamalarını Ocak 2009’daki bir dizi benzer saldırı takip edince, Assam’daki göçmen Müslümanlar artık Hindistan devletinin güvenliği için en büyük tehditlerden biri olarak algılanmaya başladılar. Bu doğrultuda merkezî yönetimlere ve eyalet yönetimlerine yasadışı göçmenlerin tespit edilmesi ve gözaltına alınması için büyük bir baskı yapılıyorken, Temmuz 2009’da Assam Meclisi yasadışı göçmenleri kapatmak için iki gözaltı kampı kurulmasını onayladı. İlk olarak Mankaçar ve Mahisaşan'da kurulan kampları, 2010 yılında Goalpara, Silçar ve Kokrajhar'da kurulan kamplar takip etti. 2010 yılı sonrasında da sayıları artmaya devam eden kampların amacı, sınır dışı edilene kadar mahkemeler tarafından tespit edilen yasadışı göçmenleri barındırmaktı. 2012 yılında olduğu gibi gerginliği azaltmak adına Kongre hükümetleri tarafından yabancılar için beyaz bir sayfa açma girişimlerinde bulunulsa da, Modi yönetiminin ülkede iktidara yükseldiği 2014 sonrası dönemde konu tamamen çatışmacı bir boyuta sürüklendi.
Modi yönetiminin göçmen politikasıModi yönetiminin 2014’te iktidara yükselmesinin ardından, her geçen gün kademeli olarak artan Hindu milliyetçiliğinin en önde gelen gündemlerinden biri de Bangladeşli göçmenlerin sınır dışı edilmeleri olageldi. 2014’te yasadışı göçmenler konusu üzerinden büyük bir negatif kampanya yürütülmüşken, ülkede yargının 1951 Ulusal Vatandaşlık Yasası’nın güncellenmesi gerektiği kararı Modi yönetimine ayrı bir ivme kazandırdı. Söz konusu ivmeyle 2016’daki Assam seçimlerini kazanan Modi’nin partisi BJP, o dönemden beri bir taraftan Hindu oylarını Kuzeydoğu Hindistan’da arttırmak bir taraftan da Batı Bengal seçimlerini kazanmak için yasadışı göçmenler üzerinden Ulusal Vatandaşlık Kaydı konusunu en büyük vaatlerinden biri haline getirmiş bulunuyor.
Geride bıraktığımız yılın sonlarında genel seçimlerin de etkisiyle Assam’da pilot uygulama olarak işleme sokulan Ulusal Vatandaşlık Kaydı’nın 1.9 milyon yasadışı göçmeni vatansız bırakacağı uluslararası bir gündemde oldukça tartışılmıştı. Ardından karara bağlanan Keşmir’in yeni statüsü, Babri Camisi kararı, Vatandaşlık Yasası Değişikliği gibi düzenlemeler ve akabinde Ulusal Vatandaşlık Kaydı uygulamasının tüm ülke çapında uygulamaya konulacağı ülkede büyük bir protesto dalgası ortaya çıkardı. Bugün gelinen noktada Modi yönetimi yeni Hindu milliyetçisi gündemleriyle ilgili geri adım atmış olsa da temel gündem yasadışı göçmenler için kurulacak olan gözaltı merkezlerinin tüm ülke çapına yayılacak olması. Sadece Assam’da 10’a ulaşması beklenen gözaltı kamplarının, başta Batı Bengal olmak üzere Karnataka, Maharaştra gibi ülkenin diğer eyaletlerinde de kurulması planlanıyor. Fakat kurulan kamplar kadar tartışılan mesele, kampların işleviyle ilgili olarak içeride başvurulan şiddet repertuarıdır.
Kamplardaki insanlık dışı uygulamalarAssam’daki kampların fiziksel kapasitesiyle ilgili yoğun taleplere rağmen yeterli bilginin olduğu söylenemez. Fakat kamplarla ilgili bir gerçek var ki, o da her geçen gün ölüm sayılarının artıyor olması. Son olarak 30’lu rakamlara ulaşan ölümler konusunda işkence ve fiziksel baskı ile ilgili birçok iddia dolaşmakta. Bu iddialar reddedilse de en azından bu ölümlerin içeride bulunan kötü koşullarla ilgili olduğu savunuluyor. Şu ana kadar buralarda hayatını kaybedenlerin tek suçu ise vatansız kabul edilmeleridir.
Diğer yandan meselenin bir de Dalitler boyutu bulunuyor. Dalitler, ülkede kast sisteminin dışında kalan sosyal düzenin paryalarına karşılık geliyorken; Assam’da vatandaşlık listelerinde adı bulunmayan ve Hindulardan oluşan kısmın çoğunluğu da yine bu gruptan üyelere karşılık geliyor. Listelerde Müslümanlardan fazla Hinduların bulunması ise Modi yönetiminin şu ana kadar elini gerçek anlamda bağlayan noktaya karşılık geliyor. Öyle ki Müslümanların sınır dışı edilmeleri üzerinden pazarlanan oyunun, gerçekte Müslümanlardan çok Dalitleri vatansız bırakacağı ortaya çıkmış oldu. Bu durum gözaltı kamplarının diğer bir karanlık yüzüne karşılık gelmekteyken; Modi yönetiminin kamplarda Hindulara yeniden vatandaşlık verileceğini açıklamasının ise tartışmaları yatıştırmaktan ziyade derinleştirdiği söylenebilir. Netice itibariyle Hindistan’daki gözaltı kamplarının ülkenin sosyal düzeninde gömülü eşitsizliğin kurumsal bir çıktısı olarak tartışılmaya devam edeceği öngörülebiliyor.
“Pax-Sinica” & “Pax-Indica”?Hindistan’da şu an milyonlarca insan vatansız kalmamak için kökenlerinin Hindistan’a dayandığını açıklamak zorunda. Keşmir’deki militarizmden ülke genelinde tartışılan gözaltı kamplarına kadar ülkede son bir yılda yaşanan olaylar ise geçmişte yaşanan İslam karşıtı Ayodya veya Gucarat Olayları gibi çoktan Hindistan şiddet tarihi içindeki yerini aldı. Hindistan’da yaşananlar sosyolojik açıdan Çin’e göre daha karmaşık olsa da, her iki aktör de kendi eylemlerini meşrulaştırmak için söz konusu benzer projelerinin şiddeti önlemek için olduğunu iddia ediyor ve iç meselelerine karışılmaması gerektiğini söylüyor. Uluslararası alanda İslam düşmanlığını kullanıyor ve hedef olarak da Müslümanları gösteriyorlar. Uluslararası insan hakları savunucusu ülkeler uyarı dışında bir eyleme girişmezken Türkiye ve Malezya dışında İslam dünyasından birçok ülke de çıkarları uğruna meseleleri bu ülkelerin içişleri olarak yorumluyor.
Tüm bu davranış kalıplarına binaen söz konusu aktörlerin yeni gelişen makro-sosyolojik dünya, ulus ötesi sosyal bölünmeler ve küresel normlar gibi fenomenleri kaçırdıkları iddia edilebilir. Şu an küresel elit siyaseti üzerinden çıkarlarını devam ettirebilen ülkelerin, uygulamada karşılaşılan adaletsizliklere karşı tabanda biriken öfkeyi kaçırdıkları söylenebilir. Bugün Çin, Hindistan, İran ya da diğer Ortadoğu ülkelerinde yükselen protestolarda, insanların küresel bir sorun olarak gördükleri sorunlara karşı ortak dayanışma ağları geliştirerek birbirlerine selam yollamalarına şahit olunabiliyor. Hindistan ve Çin gibi ülkeler ise insanlık dışı uygulamalarıyla, Keşmir, Assam ve Sincan gibi meselelerin kendileri aleyhlerine gelişen küresel bir norm haline geldiğini göz ardı ediyor. Söz konusu uygulamalar hem kendi medeniyet tasavvurlarının ne kadar dışlayıcı olduğunu hem de yumuşak güç kapasitelerinin ne kadar düşük olduğunu, ayrıca Pax-Sinica ya da Pax-Indica gibi hegemonik iddialarda bulunmaları için ise henüz çok erken olduğunu gösteriyor. Bu açıdan bu ülkelerin öncelikle uluslararası güveni sağlamaları büyük bir ihtiyaç olarak ortaya çıkıyor. Aksi takdirde “Hindistan Fikri” ve “Tek Çin” gibi politikalarını devam ettirmeleri bile zorlaşabilecektir.
[Dr. Hayati Ünlü]