YERLİ GÖZ

Milat'a konuşan Prof. Dr. Erol Göka, çözüm sürecinde "üçüncü göz" olacak İzleme Kurulu'nun yerli bir oluşum olması gerektiğini belirtti. Göka, 'Çözüm sürecinin muhatabı millettir. O yüzden de üçüncü göz yerli olmalıdır' dedi.

EZGİ ÇELİK ANKARA

Prof. Dr. Erol Göka, gündeme ışık tutacak analizlerde bulundu. Alevi meselesi, Eski Türkiye ile Yeni Türkiye tartışmaları devam ederken yaşanan haksızlıkları, Başbakan'ın tarihdaşlık vurgusunu, 6-8 Ekim olayları ile Çözüm Süreci'nde yaşananları ve üçüncü göz meselesi ile ilgili soruları Milat'a cevapladı.

ESKİNİN YERİNE NE KONULACAK MESELESİ

Vesayet sisteminin belinin kırıldığını da vurgulayan Göka, "12 Eylül 2010 tarihi itibariyle Post-Kemalist döneme girildi. Beş yıldır da vesayet sisteminin yerine inşa edilecek yeni-demokratik sistem için mücadele sürdürülüyor. Türkiye, sistemini yenilemek ve demokratikleştirmek için bundan sonra tehlike arz eden ve darbelere zemin oluşturabilecek fay hatlarını tamir etmeye çalışıyor" dedi.

İşte o söyleşi;

SON BEŞ YILDA VESAYET SİSTEMİ TASVİYE OLDU

* Vesayet sistemi ve dayatılan bir ulusalcılık var. Ancak son beş yıldır bu dayatmanın kırıldığını ve bir değişimin başladığını görüyoruz. Bir medeniyet vurgusu var ve millileşme söz konusu. Bu değişimi siz nasıl yorumluyorsunuz?

Son beş yılda yoğunlaştığını söyleyebiliriz ama vesayet sistemine karşı mücadelenin çok partili sisteme ve hatta öncesine kadar götürülmesi mümkün. Türkiye'de milletin kendine özgü bir demokrasi mücadelesi yöntemi var. Kendine özgü dememin nedeni de şu: Batı'da demokrasi mücadelesi deyince coşkulu meydanları görmeye alışık olanlar, Türkiye'deki mücadelenin niteliğini fark edemiyorlar. Her şeyden önce Türkiye'de yaşayan insanlar, imparatorluk bakiyesi bir toplum. İstiklal Savaşı'ndan sonra dişiyle tırnağıyla bu toprakları elinde tutabilmiş ve var kalma çabasının sonucunda burada bir devlet kurabilmiş bir millet. Sonradan bakmış ki bu devletin nitelikleri kendiyle çok uyuşmuyor, kendine özgü bir mücadele yöntemi geliştirmiş. Onu yıkmadan, zarar vermeden değiştirmenin yollarını aramış. Hayırsız evladı karşısında titizlenen ebeveyn gibi adeta... Çok partili sisteme geçince, sandıkta gücünü gördüğünde, bu yolla değişimi sağlamanın en iyi olacağını düşünmüş. Vesayet sisteminin sahipleri de bu durumu fark etmişler; sandıkta milletin gücünü görmüşler ve sandığın sonucunda ortaya çıkan iradenin hep darbelerle önüne geçmeye çalışmışlar. Demokrat Parti, ANAP ve AK Parti, bu sessiz demokrasi mücadelesi bayrağını taşıyarak halkın vesayet sistemine karşı çabasına ön ayak oldular. Son AK Parti ile birlikte, özellikle Avrupa Birliği Uyum yasaları çerçevesinde vesayet sistemine karşı mücadele hızlandırıldı. 12 Eylül 2010 referandumu ile birlikte vesayet sisteminin beli kırıldı ve bu tarih itibariyle Post-Kemalist döneme girildi. Beş yıldır da vesayet sisteminin yerine inşa edilecek yeni-demokratik sistem için mücadele sürdürülüyor. Türkiye, sistemini yenilemek ve demokratikleştirmek için bundan sonra tehlike arz eden ve darbelere zemin oluşturabilecek fay hatlarını tamir etmeye çalışıyor. Kast ettiğim, etnik ve mezhebi iki büyük fay hattı. İşte Çözüm Süreci, Kürt meselesini demokrasi içinde halletmenin bir yoludur ve milli bir projedir, esası da Kürt kimliğinin kendisini ifade etmesinin önündeki engelleri ortadan kaldırmaya yöneliktir. Aynı şekilde Alevi meselesini nasıl çözmemiz gerektiğinin de yollarını düşünmek durumundayız.

ALEVİ MESELESİNE HEP TEOLOJİK BAKILDI

Alevi inancı ve Alevi yurttaşlar konusunda da hükümet adımlar atmak istiyor. Ancak hükümette bu konuda bir kararlılık göremiyoruz. Var olan sorunun çözüme kavuşturulması çok mu zor?

Şimdiye kadar, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın da etkisiyle Alevi meselesine bakış hep teolojik gerekçelerle oldu ve bu gerekçelere sıkıştırıldı. Oysa Alevi meselesi de siyasi oalrak ele alınmış ve çözüme özgürlük çerçevesinde bakmış olsaydık, bugün çözüm noktasında daha ileri gitmiş olurduk. Alevi meselesinin herkes farkında, bu konuda açılım yapmak isteyen bir irade hep var ama teolojik kaygılar yüzünden kimse köklü bir adım atmaya cesaret etmiyor. Alevi meselesini de mutlaka çözüme kavuşturmak zorundayız yoksa bu fay hattında da ülkemiz, milletimiz aleyhine döşenmiş ve her an patlatılabilecek mayınlar döşenmiş durumda. Teolojik gerekçelere takılmadan, Alevi meselesini de demokrasi yürüyüşümüzü sürdürerek, özgürlük anlayışı içinde çözmeye mecburuz.

ALEVİ MESELESİ, ÖZGÜRLÜK MESELESİDİR

Alevilerden bir bütünlük olmaması bu mesele de etken midir?

Alevi kardeşlerimizden yekpare, tek bir ses gelmiyor. Bu nedenle ne istedikleri belirsiz kalıyor ve çözümü bu da geciktiriyor. Aleviler, talepler konusunda yekpare bir tavır içinde olmasalar da, çözüm yine Yeni Türkiye'nin omuzlarındadır ve Yeni Türkiye'ye yakışan bakış, sorunları özgürlükler içinde halletmek, kimin ne istediğine kulak vermek ve ona uygun çözümler geliştirebilmektir.

MODERN UYGARLIĞI AŞMAYA TALİBİZ

Peki, Sayın Davutoğlu'nun tarihdaşlık ve vatandaşlık vurgusunu nasıl okumak lazım?

Sayın Başbakanımız tarihdaşlık ve vatandaşlık formülüyle, benim ve birçoğumuzun dile getirmeye çalıştıklarını, çok daha özlü biçimde ifade etti ve bir netliğe kavuşturdu. Tarihdaşlık açısından baktığımızda, buradaki millet varlığını ve tarihteki olayları açıklamak çok daha kolaylaşıyor. Mesela 1924 Anayasası'nda niye "Türk" kavramının etnik ve ırki bir anlama gelmediğini, bu adlandırmaya niye Kürtlerin itiraz etmediğini anlayabiliyoruz. Yok yok yanlış anlaşılmamalı, köprülerin altından çok sular aktığının, şimdi 1924 Anayasası'nın da dertlere çare olamayacağının farkındayım, örnek olsun diye söylüyorum. Tarihdaşlıkla bakarsak bin yıldır birlikte barış içinde yaşayabilmemizin nedenlerini daha iyi görür, Yeni Türkiye'ye bu anlayışı nasıl aktarabileceğimiz üzerine sağlıklı düşünceler geliştirebiliriz. Tarihdaşlık ve vatandaşlık vurgusu, ayrıca bu toprakların kendine özgü kökleri olduğunun ve bu kalıcı kökler üzerine bir kimlik inşa etmememiz gerektiğinin de işareti. Batılı modern ulus devletler kendi tarihsel gelişimlerine göre kendi demokratik inşalarını gerçekleştirdiler. Ama onların çizgisi ile bizim çizgimiz aynı değil. Modern ulus devletler, kapitalizmle feodalizmin güç mücadelesi neticesinde ortaya çıktılar. Mücadeleyi ulusal burjuvaziler kazandı ve güç temerküzünü, emperyalizme kadar sürdürdüler. Sonunda sömürgecilik ve emperyalist paylaşım savaşları gündeme geldi. Bu tarih, bizim tarihimizle aynı değil. Tarihdaşlık ve vatandaşlık formülüyle biz şimdi, hem kadim bağlarımızdan hem modernliğin kazanımlarından yararlanmak istiyoruz. Bunu başarabilmemiz, bir anlamda modern uygarlığı aşmak anlamı da taşıyacak.

* Tarihdaşlık vurgusunda bazı eleştiriler var. Daha doğrusu tersten bir propaganda var. Emperyal perspektife doğru yönelecek şeklinde. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Tam tersine. Eski Türkiye'de etnik temelli bir emperyal vurgu daha barizdi. Şimdi bir arada yaşama iradesi ve barış ve huzur içinde nasıl yaşayacağımıza dikkatler çevriliyor. Emperyal bir vurgu asla yok. Kast edilen Osmanlı bakiyesi topraklar ile kurulan bağlar ise, bu çok yanlış bir okuma. Bizim kimsenin toprağında gözümüz yok, tarihdaşlık komşu ülkelerle sorunlarımızı çözerken ve ortak gelecek planları yaparken de bir imkan sağlıyor, hepsi bu.

MODERN UYGARLIĞI, ETNİKÇİ BAKIŞA İNDİRGERMEMELİYİZ

* Eski Türkiye ile Yeni Türkiye tartışmaları devam ediyor. Ancak bu tartışma devam ederken Tek Parti Dönemi ile bugün yaşananları bir tutanlar var. Bu siyasi iktidara haksızlık değil mi?

Haksızlık ötesi... Böyle bir anlayışın şahikasını geçenlerde Sayın Demirtaş adına atılmış bir HDP tweet'inde gördüm. Mealen diyor ki; "Bunlar şimdi farklı gibi gözüküyorlar. Ama Dersim'de hepsi tek partiydiler." Bu insafsızlıktır. Bu tamamen saplantı içerisinde sorunlara bakmaktır. Türkiye'de ki demokrasi mücadelesini göz ardı etmektir. Bunları söyleyerek, tarihi gerçekleri ideolojik saplantısı adına görmezden gelen bir bakışa söylenecek çok söz vardır. Mesela, Güneydoğu topraklarında, Diyarbakır'da eskiden HDP yoktu. Hatta Diyarbakır CHP'nin kalesiydi... Bizim eski Türkiye'deki resmi ideolojinin ve Demirtaş'ın yaptığı gibi etnikçi, ideolojik saplantılı yorumlara değil, tarihi gerçekleri aydınlatmaya ve ona göre yürümeye ihtiyacımız var. Tarihi gerçek, hep bir aradaydınız diyor, şimdi nasıl bu izi sürebileceğimizi, birlikte mutlu ve huzur içinde yaşayabileceğimizi düşünmeliyiz.

* Hukuk ve adaletin hakiki manada tesisi için topluma düşen görev nedir peki?

Toplumumuza düşen birçok görev var. Büyük sıkıntılarımızdan biri, Türkiye'de insan yaşamının çok ucuz ve kolay vazgeçilebilen bir şeymiş gibi algılanması. Mesela iş kazaları, trafik kazaları, kadına yönelik şiddet gibi büyük dertlerimiz var. Tamam, ceberut devlet anlayışının bu topraklardaki her kötülükte payı var ama büyük dertlerimizi yalnızca devlete havale ederek, yalnızca cehalet ve ekmek kavgası ile açıklayamayız. Bunların ortaya çıkmasında çok daha köklü sosyo-psikolojik nedenler var. Çözümü için de toplumun topyeku00fbn elini taşın altına sokması şart. Batılı olmadığımızı, insaniyet ve merhamette onlardan ileride olduğumuzu hep övünçle söylüyoruz ama kapitalist uygarlıkla birlikte Batıda sağlanan gelişmeleri, onların toplumsal yaşamda kazandıkları olumlu davranış kodlarını da görmeli ve takdir etmeliyiz. Bizimkine benzer sorunlarını nasıl çözdüklerini araştırmalı, örnekler çıkarmalıyız. Demokrasi mücadelesinde ve Türkiye'deki yaşam kalitesinin artması konusunda hepimize düşen görevler var. Sorunları demokrasi içinde, diyalog yoluyla çözdükçe, toplumumuz kendine düşen rolleri daha iyi anlayacak, taşın altına ellerini daha rahat koyacaktır. Ama bazıları, özelikle Batı'yı yere göğe sığdıramayanlar, böyle yapmak yerine ya devleti, hükümeti olmadı halkımızı kötülemek, aşağılamak yolunu tercih ediyorlar.

* 6-8 Ekim Olayları ile Çözüm Süreci askıya alındı haberleri oldu. Kandil farklı açıklamalar yaptı. Ama son günlerde bir hareketlilik var. HDP'nin Yalçın Akdoğan'la görüşmeleri oldu. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

6-8 Ekim'de benim "çılgın vahşet" diye adlandırdığım sahiden ciddi psikolojik izahatlara ihtiyaç duyulan görüntüler ortaya çıktı. Bu Kürtlük davası ile de izah edilemeyecek bir şeydi, zira Kürtler, Kürtlere acımasızca kıydı. Bütün bunlara baktığımızda şöyle bir durum görüyorum. Kürt kimliği adına etnikçi bir saplantı ile silaha yönelen PKK, Eski Türkiye gibi Batılı ulus- devlet tecrübesinden ve bakışından etkilenmiş ama bununla da kalmayıp hatta bundan daha çok sosyalizmin en feci uygulaması Stalinizmden de derin izler taşıyor. Son olarak Rojova'da yapmak istediklerine baktığımızda bunu üzülerek görüyoruz. Kendilerinden başka hiçbir şeye tahammülleri yok. Etnikçi, seküler, tek biçimli bir ekonomi, tek tip insana dayalı bir yapı arzu ediyorlar. Nasıl bir ülke, nasıl bir devlet vaat ettiklerini açıkça söylemeseler de uygulamalarından bunları rahatlıkla çıkarabiliyoruz. Bugüne kadar etnik kimlikleri için verildiği söylenen mücadele adına onlara ses çıkarmayan Kürtler de bu gerçeği görüyorlar. Her ne kadar romantik bir muhayyile ile süslenmeye çalışılsa da demokratik bir ülkede, kimliklerini özgürce sergileyerek yaşayabilmek isteyen Kürtlerin, Rojova tecrübesine hiç de müspet bakmadıklarını sanıyorum. Ortada devrim falan değil, tamamen Suriye'deki iç savaşın ortaya çıkardığı vakum üstüne bina edilen despotik bir yapı olduğunu, dünyanın siyasi bilinci en yüksek halklarından birisi olan Kürtler elbette görüyorlar ve kendilerini bu despotik arzulardan ayrıştırmak istiyorlar. 6-8 Ekim Olayları'nda sözüm ona Kürtler adına ayrılıkçı, hayalci, seküler-despotik bir yapı isteyenler, Çözüm Süreci'ni Kobani'de yaşananları, IŞİD vahşetini gerekçe göstererek baltalamak, sonlandırmak istediler ama başaramadılar.

HER KÜRT NERDE, NASIL YAŞAMAK İSTEDİĞİNİ SÖYLEMELİ

Bugüne kadar haklı olarak hep devletin Kürt meselesini nasıl çözmesi, Çözüm Süreci'nde ne yapması gerektiğini konuştuk etnik sorunu çözmeye çalışırken, ama artık dikkatimizi örgüte de çevirmek zorundayız. Bu süreçte, hepimize düşen görevler var. Mesela her Kürt, nasıl bir ülkede, nasıl bir devlette yaşamak istediğini düşünmek ve söylemek durumunda... Kendi adıma ben onların bunu hep düşündüklerini ve verdikleri cevabı biliyorum ama Çözüm Süreci vesilesiyle bunlar daha yüksek sesle söylenmek ve gideceğimiz yol aydınlatılmak durumunda. Çözüm Süreci'nin miladı, gidilecek yolu işaret eden meşhur Nevruz bildirisi de aslında bu soruya cevap veriyor ama maalesef özellikle şiddetten beslenenler, sis yaparak bu gerçekleri örtmeye çalışıyorlar. Bir de araya İmralı-Kandil farklılıkları ve bu farklılığa sızmaya çalışan uluslararası güçler giriyor. Bölgede zaten büyük bir güç mücadelesi yaşanıyor. Bütün bunlar Çözüm Sürecini zora sokan durumlar olarak karşımıza çıkıyor. Ama sevinçle söylemeliyim ki çözüm iradesi, sanılandan çok daha güçlüdür, zorluklarla dolu olsa da bu yol yürünecek ve başarıya ulaşılacaktır.

OLAYLAR DEVAM ETSEYDİ ÖRGÜTÜN İNTİHARI GERÇEKLEŞİRDİ

Akiller toplandığında Sayın Başbakan'a bir soru sordum. "6-8 Ekim olayları nasıl durdu? İmralı mı durdurdu yoksa güvenlik güçlerimiz mi durdurdu?" Başbakanımız, çok net cevap verdi. Çözüm sürecine destek veren halk durdurdu ve bu olaylara karşı tavır aldı dedi. Bence de doğru cevap budur, çözüm iradesi dediğim şey de budur. 6-8 Ekim Olayları, çözüm sürecine hasar verdi ama bu hasar tamir edilecektir. Çözüme karşı olanları, demokratik bir Türkiye'de yaşamak istemeyenleri halkın derin hafızası kaydediyor. Bakın çok net söylüyorum, 6-8 Ekim olayları, asıl zararı örgüte vermiştir, eğer olaylar 3 gün daha devam etseydi örgütün intiharı gerçekleşmiş olurdu.

ÖRGÜT NE YAPIYOR? ASIL ÖRGÜTÜ KONUŞMAMIZ LAZIM

Son günlerde gündemimizde olan üçüncü göz meselesi var. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Çözüm Süreci'nin temel ihtiyacı İmralı, Kandil farkının ortadan kalkmasıdır. Devletin adımlarının daha şeffaf olmasına, örgütün yaptıklarının gözle görülür hale gelmesine ihtiyaç var. Bunları halkımız da daha net bir şekilde görmek istiyor. Ben "üçüncü göz"den bunları anlıyorum tabi ki Amerikalılar üçüncü göz olsun anlayışını bu nedenle komik buluyorum. Devletin, hükümetin yaptıkları nispeten ortadadır ve tamamen eleştiriye açıktır. Asıl örgütü görebilmek için "üçüncü göz"e ihtiyaç var. Mesela ben, eğer medyada yazılanlar doğruysa, "sürekli şöyle olursa Çözüm Süreci biter" gibi sözler sarf ediyor, tehditler savuruyorlarsa Kandil sözcülerinin barışı ve Çözüm Sürecini anladıklarını hiç sanmıyorum. Onların gerçekte ne söylediklerini öğrenmek istiyorum.

ÜÇÜNCÜ GÖZ YERLİ OLMALIDIR

Kandil her şeye açık ama İmralı'nın koşullarının değişmesi gerekmez mi?

Çözüm Süreci'nin önemine binaen, bazı girişimler yapılabilir. Öcalan'ın dünyadan, yaşananlardan daha fazla haberdar olması sağlanabilir. Görüşmelerin kayıt altına alınması ile ilgili olarak örgüte mensup olan bazı mahku00fbmların da İmralı'ya nakledilerek sekretarya oluşturmaları iyi bir çözüm olabilir. Ama İmralı'nın Kandil gibi rahat hareket etmesi en nihayetinde beklenemez. Bu gibi gerçekler, İmralı-Kandil söylem farkının ortadan kaldırılması ihtiyacı nedeniyle de üçüncü göze ihtiyaç var. O yüzden de üçüncü göz yerli olmalıdır. Çözüm sürecinin muhatabı millettir.

Hep PKK ve çevresi muhatap alınarak onlarla müzakere yapıldı. Aslında diğer Kürtlerin paydaş haline getirilmemeleri bir eksiklik değil mi?

Çözüm Süreci'nin esasen sivil inisiyatiflere dayanması gerektiği açık. Aynı şekilde, Kürt kimliği adına söz söyleyen herkese kulak verilmesi, görüşlerinin alınması da şart... Mutlaka her Kürt siyasi oluşumu, ben burada muhatap alındım duygusunu yaşamalıdır. Bakın, Çözüm Süreci'nin nihai amacı, demokrasimizi güçlendirerek tüm etnik kimlik sorunlarını, özellikle Kürt meselesini çözüme kavuşturmaktır. Ama bu aşamada asıl odaklanmamız gereken husus, silahların susması, örgütün silah bırakması, sorunların barışçı, demokratik siyaset içinde çözülmesidir. Bu nedenle silahlı örgütle ilgili sorunlarla daha çok ilgilenilmesi işin tabiatı gereğidir. Şimdi silaha başvuran örgütle konuşuluyor olması diğerlerinin muhatap alınmadığını göstermez. Diğerlerini muhatap alalım derken asıl amacımızdan sapma tehlikesini de görmeliyiz. Burada önemli bir denge var.