Yasin suresinin okunuşu nasıldır? Yasin suresinin meali nasıldır? Yasin suresi okumanın faydaları nelerdir? Yasin suresi kendi içinde bir çok sır barındırır. Yasin suresi özellikle ölülerin arkasından okunur. İşte Yasin suresinin okunuşu ve meali....
YASİN SURESİ’NİN FAYDALARI HAKKINDA BAZI RİVAYETLER
“Ağrıyan dişinin üzerine şehâdet parmmağını koyup Yâsin-i şerîfin son tarafını nihhayete kadar oku, biiznillah teâlâ şifâ bullur.” (Suyûtî, el-Câmi’us-Sağîr, no: 5218) “Ölüm alâmetleri zuhur eden hastalarınnız üzerine Yâsin-i Şerîfi kıraat ediniz.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 19-20) “Her gece Yâsin-i Şerîfi okuyan mü’mmin mağfiret olunur.” (Beyhakî, Şuab, II, 480) “Yasin-ı şerîfi her gece okumaya devvam eden kimse vefât ederken şehîd olarak vefât eder.” (Heysemî, VII, 218) "Her kim bir gece içerisinde Yasin-i Şerifi okursa, sabaha affolunarak çıkar." (Beyhaki, es-Sünenü’l-Kübra, 5/154; Zebidi, İthafü’s-sâde, 5/154.) "Bir kişi, Allah’ın rızasını ve Ahiret yurdunu isteyerek Yasin suresini okursa, mutlaka bağışlanır." (Darimi, Fezaiü’l-Kuran, 21, no.3418; Münziri, Tergib ve Terhib, 2244.) "Kim bir gecede Allah’ın rızasını kazanmak için Yasin okursa, o gece bağışlanır." (Darimi, Fezailü’l-Kuran, 21, no. 3420; Beyhaki, Şuabü’l-İman, 2/480.)
YASİN SURESİ’NİN FAZİLETLERİ VE SIRLARI Yasin Sûresi okuyunuz. Çünkü onda on türlü bereket vardır; Aç kimse okursa doyar. Çıplak bir kimse okursa giyinir. Bekâr okursa evlenir. Korku içindeki okursa emniyyete kavuşur. Mahzun okursa ferahlar. Sefere çıkan bir kimse okursa seferinde Allah’ın yardımına mazhar olur. Bir şeyi kaybolan kimse okursa kaybettiğini bulur. Meyyite okunursa azâbı hafifler. Susuz kalan okursa susuzluğu gider. Hasta okursa şifâ bulur.” (Kaynak: Mahmud Sami Ramazanoğlu, Dualar ve Zikirler, Erkam Yayınları) YASİN SURESİ’NİN KONUSU NEDİR? Yasin Sûresi’nde üç ana mevzu üzerinde durulur.
1. Öncelikle Rasûlullah (s.a.v.)’e hitap edilerek, kesinlikle peygamber olduğu ve ona indirilen Kur’ân-ı Kerîm’in de Allah’tan geldiği beyân edilir. Efendimiz (a.s.)’ı, İslâm’ı tebliğ ederken müşriklerden gördüğü eziyetlere sabredip katlanmaya teşvik ve teselli etmek için önceki peygamberler ve onlara inananların mücâdelelerinden dikkat çekici misâller arz edilir. Bunun en güzel misâllerinden biri, dini uğruna canını fedâ edip şehâdet şerbetini içen Habîb-i Neccâr’ın kıssasıdır. Bu misâllerde aynı zaman da inkârcılara da ciddi bir ikaz ve tehdit vardır.
2. İkinci olarak sûrede Allah’ın varlığını, birliğini, nihâyetsiz ilim ve kudretini gösteren kevnî delillere ve Allah’ın insanlığa olan müstesnâ lutuflarına yer verilerek beşeriyet tevhide çağrılır.
3. Üçüncü olarak da âhiret gerçeği işlenir. Ölüm ve kıyâmetten, mahşerden, cennet ve cehennemden son derece canlı; bir taraftan ümitlendiren, bir taraftan korkutan manzaralar sunulur. Neticede insanın dikkat nazarı, kendi yaratılışı üzerine çekilerek, hiç olmazsa buradan hareketle göklerin ve yerin melekûtuna, açık ve gizli hükümranlığına sahip olan Allah’ın birliğini, kudret ve azametini anlaması istenir.
YASİN SURESİ TEFSİRİ
Rahmân Rahîm Allah’ın ismiyle…
1. Yâ. Sîn.
“Ya. Sîn” harfleri, diğer sûre başlarındaki hece harfleri gibi, kendinden sonra gelecek âyetlerin mânasına dikkat çekmekte ve Kur’an’ın i‘câzına işaret edip bununla Araplara meydan okumaktadır. Yüce Allah böylece dikkatleri çektikten sonra Kur’an’ın indiriliş ve peygamberin gönderiliş hikmetlerini şöyle açıklıyor:
2. Baştan sona hüküm ve hikmet dolu Kur’an’a yemin olsun ki,
3. Rasûlüm! Hiç şüphesiz sen peygamberlerdensin.
4. Dosdoğru bir yol üzerindesin.
5. Bu Kur’an da, kudreti dâimâ üstün gelen ve çok merhametli olan Allah’ın sana peyderpey indirdiği bir kitaptır.
6. Ataları uyarılmadığı için dinî gerçeklerden habersiz kalmış bir toplumu uyarman için.
Kur’ân-ı Kerîm’in burada yer verilen bir ismi اَلْحَك۪يمُ (hakîm) dir ki, bu yönüyle o: ❖ İtikat, ibâdet, ahlâk ve muâmelâtla alakalı sağlam, değişmez ve değiştirilemez hükümler ihtivâ eden, ❖ Hikmetli, hikmet dolu; her bir âyet ve cümlesi nice hikmetler barındıran, ❖ Herhangi bir tutarsızlık ve çelişkiye maruz kalmayacak şekilde son derece sağlam ve muhkem kılınmış bir kitaptır. (bk. Hûd 11/1) Kur’ân-ı Kerîm, “Azîz: mağlup edilemez bir kudret sahibi”nden geldiği için kimse ona karşı koyamayacak, bütün sözleri ezip geçecek ve gâlip gelecek; “Rahîm: çok merhametli” olandan geldiği için de inananlara rahmet olacaktır. Ne hüzün verici bir durumdur ki:
7. İnsanların çoğu üzerine Allah’ın azap sözü kesinleşmiştir; çünkü onlar iman etmeyecekler.
8. Biz onların boyunlarına demir halkalar geçirdik. O halkalar tâ çenelerine kadar dayanmıştır da bu yüzden başları yukarı doğru çivilenmiş gibidir.
9. Onların önlerine bir set, arkalarına bir set yaptık; böylece onları öylesine perdeleyip kuşattık ki artık hiçbir şey göremezler.
Kesinleşen söz, “İnsanların ve cinlerin azgınlarıyla cehennemi kesinlikle ağzına kadar dolduracağım” (Secde 32/13) şeklinde vârid olan “azap” sözüdür. Allah Teâlâ, Kur’an ve sünnet-i seniyye ile beyân ettiği İslâm dininin dışına çıkanları cezalandıracaktır.
Yasin Sûresi 8. âyette kullanılan اَلإقْمَاحُ (ikmâh) kelimesi “başı kaldırıp gözü yummak” mânasına gelir. Hakka karşı çıkıp imandan mahrum kalan bu kimselerin dünyadaki hâlet-i rûhiyeleri canlı bir tablo hâlinde şöyle tasvir edilir:
Kâfirler, yapılan her dâveti red için başını arkaya doğru kaldıran kibirli kimselerdir. İşte red için başlarını kaldıra kaldıra âdetâ inkârları, boyunlarının altına kalın bir kelepçe gibi geçirilmiş, çeneleri kalkmış, başları arkaya doğru ve gözleri yumuk vaziyette kalmıştır. Yine inkârları önlerine ve arkalarına birer set oluşturmuş, üstlerini de kapatmıştır. Buna ferdin yaratılış kabiliyetlerini yanlış hedeflere sevk eden toplum baskısını, imandan uzaklaştırıp küfür ve günahlara yönlendiren temâyüllerini, yaygın hâle gelen bâtıl inançlar ve çirkin alışkanlıkları da ilâve edebiliriz. Bahsedilen bu ferdî ve içtimâî kötü şartlar insanı, alıştıra alıştıra menfî yönde değişmez bir yapıya ulaştırmaktadır. Böyle insanlar artık ne başlarını hareket ettirebilirler, ne de bir tarafı görebilirler. İnkârlarının ve cehâletlerinin içinde bocalayıp dururlar. Ancak şuna dikkat etmek gerekir ki bu, tamâmen kendi tercih ve istekleri doğrultusunda ortaya çıkmış bir neticedir. Kendi inkârları, inat ve câhillikleri yine kendilerini böylece engellemekte, basîretlerini kapatıp karanlıklar içinde bırakmakta ve gerçeği göremez duruma getirmektedir. (bk. Fussilet 41/5) Bununla birlikte İslâm’ı tebliğ ederken muhatap kitlenin birbirinden farklı psikolojik ve sosyolojik durumlarını dikkate almanın gerekliliği hususunda şöyle buyruluyor:
10. Böylelerini uyarsan da uyarmasan da birdir; onlar iman etmeyecekler.
11. Sen ancak Kur’an’a uyan ve görmediği halde Rahmân’dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte böyle olanları büyük bir bağışlanmayla ve çok güzel, bol ve ardı arkası kesilmeyecek bir mükâfatla müjdele!
Peygamber (s.a.v.) ve onun temsilcileri dini her zaman ve mekanda tebliğe devam edeceklerdir. Fakat netice itibariyle iman etmeyecek olanlara hidâyetten bir nasip erişmeyecek, ne kadar uyarılsalar da onlar küfür içinde kalacaklardır. Dolayısıyla 10. âyet-i kerîme, Efendimiz (s.a.v.)’in ısrarla tebliğde bulunduğu, fakat buna rağmen kalplerinde zerre kadar kıpırtı olmayan müşriklerin durumu hakkında onu teselli etmekte ve ona bu hususta aşırı gitmemesini tavsiye etmektedir.
Yasin Sûresi 11. âyette peygamberin uyarısına kulak verip iman edecek insanların kalbî durumlarından bir kesit sunulur. Bunlar, önceki her dâveti başlarını kaldırıp reddeden kibirli bedbahtların aksine:
❋ Nasihata kulak veren, öğüt dinleyen, kendini buna muhtaç gören mütevâzı ve iyi niyetli kimselerdir. Söz dinler, faydalı olan şeyleri benimseyip uygularlar. En güzel öğütlerin ve hikmetlerin kaynağı ise Kur’ân-ı Kerîm’dir. ❋ İnsanların arasında bulundukları sırada olduğu gibi, kimsenin görmediği yerlerde de Rahmân olan Allah’tan korkan, O’na saygı gösteren kimselerdir. Onların korku, saygı ve haşyetleri, Allah’tan başka hiç kimsenin vâkıf olamadığı kalplerinin derinliklerindedir. Çünkü onlar ihsân seviyesinde bir kulluk şuuruna sahiptirler. Kendileri Allah’ı göremeseler de, Allah’ın kendilerini gördüğünü ve dâimâ ilâhî kameralar altında bulunduklarını hiç unutmazlar. İşte böyle insanlara tebliğ ve uyarı fayda verir. Zira:
12. Şüphe yok ki ölüleri diriltecek olan biziz. İnsanların yapıp önceden gönderdikleri amelleri de, geride bıraktıkları eserlerini de biz yazıyoruz. Esâsen biz, olmuş olacak her şeyi apaçık bir kitapta tek tek sayıp kaydetmiş bulunuyoruz.
Âyette geçen مَا قَدَّمُوا (mâ kaddemû) ifadesi, “insanların namaz, oruç, sadaka vb. bizzat yapıp önden gönderdikleri ameller veya işledikleri günahlar” anlamına gelir. اٰثَارَهُمْ (âsârahüm) ise sâlih evlat, faydalı, ilim, sadaka-i câriye gibi güzel şeylerden veya insanlara zarar veren kötü şeylerden geride bıraktıklarıdır.” Nitekim Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurur: “İnsan öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak şu üç şey bundan müstesnâdır: Sadaka-i câriye, istifade edilen ilim ve kendisine duâ eden hayırlı evlât.” (Müslim, Vasıyet 14) “İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Ancak onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye açtığı kötü çığırın günahı vardır. O kötü yolda yürüyenlerin günahından da ona pay ayrılır. Fakat onların günahından da hiçbir şey nokşanlaşmaz.” (Müslim, Zekât 69; Nesâî, Zekât 64) اِمَامٌ مُب۪ينٌ (imâmun mübîn)den maksat, Levh-i Mahfûz’dur. (Levh-i Mahfûz: Sözlük olarak “korunmuş sayfa” demektir.) Allah Teâlâ olmuş ve olacak her şeyi burada kaydetmiştir. Dolayısıyla insanların yaptıkları hiçbir şey zâyi olmayacak, kaybolmayacak; her şey vukuundan önce yazıldığı gibi vukuundan sonra da bütün izleri ve gölgeleriyle yazılacak, böylece herkes yaptığından sorumlu tutulacaktır. Şimdi buraya kadar açıklanan temel dinî esasların pratik hayata nasıl yansıtalacağını gösteren canlı bir örnek olarak şu ibret verici kıssaya kulak verin:
13. Rasûlüm! Onlara şu şehir halkının hâlini misâl olarak anlat: Hani onlara elçiler gelmişti.
14. Önce onlara iki elçi göndermiştik. İkisini de yalanlayınca, biz de üçüncü bir elçiyle onları destekledik. Üçü birlikte: “Ey insanlar! Gerçekten biz size gönderilmiş elçileriz” dediler.
15. Şehir halkı: “Siz de tıpkı bizim gibi birer insansınız. Rahmân’ın bir şey indirdiği falan yok; siz ancak yalan söylüyorsunuz” dediler.
16. Elçiler şöyle karşılık verdiler: “Rabbimiz biliyor ki, biz kesinlikle size gönderilmiş elçileriz.”
17. “Bize düşen Allah’ın mesajını tam olarak, açık ve anlaşılır bir şekilde size ulaştırmaktır.”
18. Şehir halkı: “Biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer dâvanızdan vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlayarak öldüreceğiz ve bizim elimizden size çok acıklı bir azap dokunacak” diye tehdit ettiler.
19. Elçiler de cevâben: “Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Size öğüt verildi diye mi böyle tepki gösteriyorsunuz? Aslında siz sınır tanımayan, Allah’ın verdiği kabiliyet ve imkânları boşa harcayan bir toplumsunuz!” dediler.
Verilen bu misâlde bir şehir halkı, oraya gönderilen din tebliğcileri ve bunlar arasında vuku bulan konuşmalar, tartışmalar ve fiilî sataşmalar söz konusu edilir. Bahsedilen şehrin neresi olduğu, şehir halkından maksadın kimler olduğu ve onlara gönderilen elçilerden kasdın ne olduğu hakkında farklı görüşler vardır: Şehirden maksat Antakya, şehir halkından maksat Antakya’da yaşayan insanlar, onlara gönderilen elçilerden maksat da Hz. İsa’nın havarileridir. Yalnız bir kısım müfessirler tarafından bu görüş zayıf kabul edilir. Bunlar Allah tarafından gönderilen üç ayrı peygamberdir. Kâfirlerin “Siz de tıpkı bizim gibi birer insansınız” (Yâsîn 36/15) sözü bu görüşü kuvvetlendirmektedir. Zira bu söz, kendisinin Allah’tan gelen bir peygamber olduğunu iddia eden kişiye söylenir. Şehirden maksat dünyadır. Şehir halkından maksat dünyadaki insanlardır. Onlara gönderilen iki elçi son olarak gönderilen iki büyük peygamber olan Hz. Mûsâ ile Hz. İsa’dır. Onları takviye için en son gelen Peygamber ise Âlemlerin Sultanı Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’dir. Kıssanın nakledilmesindeki maksat şudur: Misâl verilen şehir halkı nasıl inat ve ısrar içinde peygamberlere karşı gelmişlerse, Mekke’de müşrikler de aynı inat ve ısrarla Allah Rasûlü (s.a.v.)’i inkâr ediyorlardı. Onlarla elçiler arasında yaşanan tartışmalar, hemen hemen aynı muhtevâ içinde Peygamberimiz (s.a.v.) ile müşrikler arasında yaşanıyordu. Dolayısıyla aynı yolu takip edip inatlarında ısrarlı oldukları takdirde, müşriklerin sonu da misâl verilen o şehir halkı gibi olacaktır. Ayrıca, Kur’an’ın anlattığı ve her çağda benzerlerinin yaşandığı bu örnekleri, ondan ders alan mü’minlerin, kendi yaşadıkları hayata uygulamaya ve ondan gerekli olan dersleri çıkarmaya çalışmaları gerekir. Tıpkı şimdi kıssası anlatılacak Habîb-i Neccâr gibi:
20. Derken, şehrin tâ öbür ucundan bir adam koşarak geldi. Ayağının tozuyla şunu söyledi: “Ey kavmim! Gelin, bu elçilere uyun!”
21. “Uyun, yaptıklarına karşılık sizden hiçbir ücret istemeyen ve bizzat kendileri de doğru yolda olan bu güzel insanlara!”
22. “Hem ben, niçin beni kendime has özelliklerle yoktan yaratana kulluk etmeyeyim? Sonunda siz de O’nun huzuruna çıkarılacaksınız.”
23. “Ben hiç O’ndan başka ilâhlar edinebilir miyim? Çünkü Rahmân bana bir zarar vermek istese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve hiçbiri beni kurtaramaz.”
24. “Kaldı ki, başka ilâhlar edinecek olursam, o zaman ben apaçık bir sapıklığın içine yuvarlanmış olurum.”
25. “Doğrusu ben, sizi de yaratan ve yaşatan Rabbinize iman ettim; öyleyse gelin beni dinleyin!”
Şehrin en uzak ucundan koşarak gelen o talihli adam, Habîb-i Neccâr’dır. Gelip ayağının tozuyla elçilere arka çıktı. Halka nasihat edip, onlardan elçilere tâbi olmalarını istedi. Çünkü kalbine iman dürbünü takmış o Allah adamı, elçilerin nasıl bir şahsiyet ve husûsiyette seçkin insanlar olduğunu derhal anlamıştı. Bunlar sıradan insanlar değildi. Allah’ın dinini tebliğ ediyorlar, tebliğlerine karşılık hiçbir ücret talep etmiyorlardı. Doğru yol üzere bulunuyor, insanları da o yola çağırıyorlardı. Bu tespiti yaptıktan sonra Habib-i Neccâr sözü tevhide getirip kendisinden misâl vererek nasihatlerine devam etti, kavmini gerçek tevhid inancına çağırdı. Fakat o zâlim halk, Habib-i Neccâr’ı dinlemediler:
26. Öldürülmek üzereyken ona: “Buyur cennete!” denildi. O ise: “Keşke” dedi, “keşke kavmim bilseydi”;
27. “Rabbimin beni bağışladığını ve beni husûsî ikrâmına mazhar olan kullarından kıldığını!”
28. Onun şehâdetinin ardından kavmini helâk için gökten bir ordu indirmedik, indirmeye gerek de duymadık.
29. Yalnız korkunç bir çığlık onlara yetti; hepsi bir anda cansız yere düşüp, söndü gittiler.
Nakledildiğine göre onu dövdüler, bağırsakları çıkıncaya kadar çiğnediler, taşladılar ve şehîd ettiler. O sırada bile: “Ya Rabbi, kavmimi hidâyete erdir. Ya Rabbi, kavmimi hidâyete erdir” diye duâ ediyordu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXII, 192-193) Ruhunu teslim eder etmez Allah Teâlâ onu cennete yerleştirdi. Bu cennet, kıyâmetten önce berzah âleminde şehitlerin kaldığı, müstesnâ bir hayat yaşadığı ve rızıklandığı bir cennettir. O kadar merhametli bir insan ki, kendini öldürenlere bile kızmadı, öfkelenip beddua etmedi. Bilakis onlara olan şefkat ve merhamet hislerini devam ettirdi: “Keşke kavmim, Allah’ın beni bağışladığını, imanım sebebiyle beni böyle güzel bir cennete yerleştirdiğini, burada bana sayısız nimetler ihsân ettiğini bilselerdi de, onlar da bu nimetlerden mahrum kalmasalardı” diye temenni etti. Bu, gerçekten yüksek bir ahlâk numûnesidir. İnsanlara tamâmen gizli bu gaybî hâdiseyi, her şeyi bilen Rabbimiz, Habib-i Neccâr’dan naklen bize haber vermekte, kalbimize mânevî âlemi seyredebileceğimiz bir pencere açmaktadır. Habîb-i Neccâr’ı şehit etmeleri üzerine Cenâb-ı Hak o kavmin helâkini çabuklaştırdı. Cibrîl (a.s.), gelen ilâhî tâlimat istikâmetinde bir çığlık attı. Bir tek kişi sağ kalmamak üzere hepsi öldüler:
30. Yazıklar olsun o kullara! Ne zaman kendilerine bir peygamber gelse mutlaka onu alaya alırlardı.
31. Onlardan önce nice nesilleri inkârları yüzünden helâk ettiğimizi görmezler mi? Gidenlerin de hiçbiri geri dönmüyor?
32. Sonunda onların hepsi yakalanıp hesapları görülmek üzere huzurumuzda toplanacaklar.
Allah Teâlâ’nın bütün bunları yapacak güce sahip olduğunu görmek isteyenler, etraflarında sergilenen şu muazzam kudret tecellilerine baksınlar:
33. Ölü toprak, onlara Allah’ın sonsuz kudretini ve yeniden dirilişi ispatlayan muhteşem bir delildir. Şöyle ki, her bahar biz o toprağa hayat veriyor ve oradan canlıların yiyip beslendikleri çeşit çeşit ekinler, ürünler çıkarıyoruz.
34. Yine o yerde hurma bahçeleri, üzüm bağları var ediyor; oradan pınarlar, gözeler fışkırtıyoruz.
35. Tâ ki, var ettiğimiz bütün bu ürünlerin meyvelerinden ve bunlardan bizzat kendi elleriyle imal ettikleri şeylerden yesinler. Hâlâ şükretmeyecekler mi?
Hz. Mevlânâ (k.s.) der ki: “Bu ağaçlar toprak altındaki insanlara benzerler. Ellerini topraktan dışarıya çıkararak, halka yüzlerce işaretler ederler. Kulağı olana, anlayana sözler söylerler, nasihatler ederler. Yemyeşil dilleri ile, up uzun elleri ile toprağın gönlünden sırlar açarlar. Ağaçlar, kış gelince başlarını kazlar gibi su içine çekerler. Onlar soğuklarda çirkinleşmiş, kargalaşmışken, ilkbahar gelince çiçeklerle, yaprak ve meyvelerle süslenir, güzelleşir, tavus hâline gelirler. Allah, onları kış mevsiminde hapseylemişti; hapiste sıkılmışlar, kargaya dönmüşlerdi. Allah acıdı da bahar gelince onları tavus hâline getirdi. Kış onları öldürdü ama, bahar gelince hepsini de diriltti. Yapraklarla süsledi.” (Mevlânâ, Mesnevî, 2009-2014. beyitler) Eşsiz bir nizam içinde bunları yapabilecek bir kudrete sahip olan Allah (c.c), elbette ki birdir ve ölüleri diriltmeye de kadirdir. Hem bu nimetleri Allah Teâlâ, iş olsun diye yaratmamış, bilakis kâinatın güzîde misâfiri insana ikram ve ihsân olsun diye lutfetmiştir. Bir fâninin ikram ettiği bir bardak suya bile minnet ve teşekkürü kendine vazîfe addeden insan, hiç olmazsa, bu sayısız ilâhî lutuflara asgari bir teşekkür sadedinde, bunları ihsân edeni tanımalı, O’na inanmalı ve O’na şükretmeye gayret göstermelidir. İkinci delil olarak bildiğimiz ve bilmediğimiz alanlardaki çift yaratılış gerçeği üzerine dikkat çekiliyor:
36. Her türlü kusurdan, eksiklikten, eşi ortağı olmaktan uzaktır o Allah ki, yerin bitirdiği her şeyi, bizzat kendilerini ve henüz mâhiyetini bilmedikleri nice şeyleri çiftler hâlinde yaratmıştır.
Görüldüğü üzere çift yaratılma özelliği hem bitkiler hem canlılar hem insanlar hem de Allah’ın dışında bilmediğimiz bütün varlıklar için geçerlidir. Mesela elektrikte artı ve eksi kutuplar, cisimler arasında itme ve çekme kuvveti, atomlardaki pozitif ve negatif elektronlar bile bu âyetin mûcizevî olarak haber verdiği şeyler arasında sayılır. Âyetin açtığı ufkun aydınlığında yapılacak ilmî çalışmalar, bu alanda daha nice dikkat çekici ince sonuçların ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Bütün bunlardan maksat ise, her şeyi çift yaratan Allah’ın tek olduğunu; O’nun eşi ve ortağı bulunmadığını beyândır. Diğer delillere gelince:
37. Gecenin gelişi de onlar için Allah’ın birliğini gösteren bir delildir. Gündüzü ondan soyup çıkarırız da birden karanlığa gömülüverirler.
Dünyanın kendi etrafındaki dönüşü sırasında, güneş ışığı alan bölge, gezegenimizin çevresinde ince bir beyaz kabuk şeklinde dolaşır. Dünya döner, beyazlık kayar, yerini karanlık alır. Sanki görünmez bir el, dünyamızı çevirip durmakta ve onun üzerindeki beyaz kabuğu çevire çevire soymaktadır. Bu sırada güneşin aydınlığından mahrum kalan insanlar, hemen karanlığa gömülüvermektedir. Dördüncü delil, güneştir:
38. Onlar için bir başka delil olan güneş, kendine ait yörüngesinde belli bir kanuna göre akıp gider. İşte bu, kudreti dâimâ üstün gelen ve her şeyi en iyi bilen Allah’ın takdiridir.
Günümüz astronomi ve güneş fiziği verilerine göre güneşle ilgili şu bilgilere yer vermek tefekkürümüzü artırmaya yarayacaktır: Güneş ile dünya arasındaki uzaklık yaklaşık 150 milyon kilometredir. Kâinatın yaşı yaklaşık 15 milyar yıl, güneşin yaşı da 5 milyar yıl tahmin edilmektedir. Güneş, içinde sıkışan ve yoğunlaşan maddelerin birleşip bütünleşmesiyle çok büyük bir alev topu hâlini almıştır. Orta büyüklükte bir yıldız olan güneş, hacim itibariyle o kadar büyüktür ki içine dünya gibi yaklaşık 1.300.000 gezegen sığabilir. Yüzey sıcaklığı 6000 santigrat derece, iç sıcaklığı ise 20 milyon santigrat derecedir.
Kendi yörüngesinde saatte 720.000 kilometrelik muazzam bir hızla hareket eder. Bu, yaklaşık bir hesapla güneşin günde 17 milyon 280 bin kilometrelik yol kat ettiğini gösterir. Güneşte her saniye 564 milyon ton hidrojen 560 milyon ton helyuma dönüşür. Aradaki 4 milyon tonluk fark gaz maddesi de enerji ışın hâlinde uzaya yayılır. Yok olan kütleye göre hesap yaparsak güneş saniyede 4 milyon ton, dakikada ise 240 milyon ton madde kaybetmiş olacaktır. Eğer güneş 3 milyar yıldan beri bu hızla enerji üretiyorsa, bu süre içinde kaybetmiş olduğu kütle 400.000 milyon kere milyon ton olacaktır ki, bu değer yine de güneşin şimdiki toplam kütlesinin 5000’de biri kadar ancak tutacaktır. Bu muazzam gücü ve enerjisiyle güneş, başta insanlık olmak üzere yeryüzündeki tüm canlılığa en faydalı olacak güç ve büyüklükte yaratılmış olup ışınlarını ölçülü bir şekilde dünyaya ulaştırmaktadır. Ancak günün birinde güneşin merkezindeki hidrojen azala azala bitecek, güneşin merkezi gittikçe helyum bakımından zenginleşecek ve merkez ağırlaştıkça da çevresini kendine doğru daha fazla çekecektir. Bu da dünyanın sonu demektir. Bahsettiğimiz bu muazzam güneş, samanyolu galaksisinde bulunan tahminen 200 milyar yıldızdan sadece birisidir.
Aynı şekilde samanyolu galaksisi de, modern teleskoplarla görülebilen birkaç yüz milyar galaksiden yalnızca birisidir. Ve bu samanyolu galaksisinin bir ucundan diğerine gitmek için 100 bin ışık yılı gereklidir. Işık ise 1 saniyede 300.000 kilometre gider. İşte dünya, bu galaksinin spiral kollarından birinde yer almaktadır. Dünyadan hareket edip galaksimizin merkezine varabilmek için 300.000 trilyon kilometre gitmemiz gerekir. İşte bu muazzam sistem içinde güneş gibi durmadan yanan dev ateş topunu yaratan, döndüren ve ışığını alıp söndürecek olan kudret, şüphesiz Rabbimizin kudretidir. Beşinci delil aydır:
39. Ay için de bir takım menziller tâyin ettik; dolaşa dolaşa sonunda o, eski hurma salkımının ağaçta kalan yıllanmış sapı gibi kuru, sarı, hilal gibi kavisli olur.
40. Ne güneş aya yetişip çarpabilir, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Her biri, kendine ait bir yörünge de yüzer, gider.
Ayın dünya etrafındaki yörüngesinde dönerken uğradığı menziller vardır. Her menzilde değişik bir şekil ve hal alır. Günden güne peyderpey büyür, on dördünde dolunay hâlini alır, kemâle erişir; sonra tekrar peyderpey küçüle küçüle nihâyet âyette beyân buyrulduğu gibi eski hurma salkımının ağaçta kalan yıllanmış sapı gibi kuru, sarı, kavisli bir hâle gelir. اَلْعُرْجُونُ (‘urcûn) hurma salkımının sapına denir. اَلْقَد۪يمُ (kadîm) de eski demektir. Hurmanın sapı eskidikçe incelir, eğrilir ve sararır. İşte bir aylık seyahat sonunda ay, tıpkı eski hurma sapı gibi ince, eğri, sarımtrak bir görünüm verir. Bu benzetme hilalin ilk ve son şeklini göstermekle kalmaz, aynı zamanda ayın, yörüngesinde geçerken dünya çevresinde bir ayda dolandığı yolun biçimini de göstermiş olur.
Günümüz ilmî tespitlerine göre, ayın geçtiği güzergâh tam dâirevî olmayıp bir tarafı konkav bir eğrilik arz eder. Güneş ve ayla birlikte uzaydaki bütün gök cisimlerinin her biri kıyâmete kadar kendi yörüngesinde yüzmeye devam edecektir. Şunu ifade edelim ki, gezegenler güneşin, güneş samanyolunun etrafında döner. Aynı şey diğer bütün yıldızlar için de söz konusudur. Fakat iş samanyolu ile de bitmez. Galaksiler de kümeler kurarlar; onlar da ortak çekim merkezleri etrafında dönerler. Zerreler âleminde de durum aynıdır. Moleküllerin hareket ve titreşimleri, atomların ve atom parçacıklarının hareketleri, kendileri için belirlenmiş yörüngelerde, hiç durmadan sürüp giden akışlardır. Evrendeki bütün bu akıl almaz varlıklar, olaylar ve hareketler, bir muhteşem plan teşkil edilecek şekilde planlanmıştır ve gerçekleştirilmektedir. (bk. Kandemir ve diğerleri, Meâl, II, 1523) Diğer bir kudret delili ise bizzat insanın kendi hayatından:
41. İnsanlar için Allah’ın birliğini gösteren bir başka delil, nesillerini yüklü gemilerde batmadan taşımamızdır.
42. Gemiler gibi, onlar için üzerlerine binip seyahat edecekleri daha nice vasıtalar yarattık.
43. Dilesek onları suda boğarız da, ne feryatlarına koşan kimse olur, ne de bir yolunu bulup boğulmaktan kurtulabilirler.
44. Ancak kurtulmaları için tarafımızdan bir rahmetin kavuşması ve onları belli bir zamana kadar yaşatmayı istememiz müstesnâ!
“Dolu gemi”den maksad Hz. Nûh’un gemisi olabileceği gibi, insanın zürriyetini taşıyan babaların sulpleri ve anaların rahimleri olması da mümkündür. Çünkü Cenâb-ı Hak insan neslinin tohumlarını, nutfelerini âdeta yüklü gemiye benzeyen bu mahallerde taşımaktadır. Yine Rabbimizin bizler için mûcize olan Nûh’un gemisi gibi normal şartlar altında binebileceğimiz vasıtalar yaratması, O’nun bir kudret nişânesidir. İster Nûh’un gemisinde, ister babalarımızın sulbü ve analarımızın rahminde, isterse normal hayatımızda bindiğimiz gemilerde olsun, taşınma esnâsında Allah Teâlâ bizi boğmak istese, kimse buna engel olamaz; kimse bizi kurtaramaz. O halde bizim o uzun deniz yollarından sağ sâlim dünya limanına ulaşıp, orada insan suretine bürünmemiz, yiyip içmemiz ve bütün unsurlarıyla hayatımızı idâme ettirebilmemiz sadece ve sadece Allah’ın bir lutfu ve rahmetidir. Hâl böyleykey:
45. Onlara: “Sizi önünüzden ve arkanızdan kuşatan günahlar ve onların hem dünya hem âhiret açısından açacağı kötü sonuçlar karşısında güzel bir takvâ hayatı ile Allah’ın koruması altına girin ki dünyada faziletli bir hayat sürme, âhirette de ebedî saâdete ulaşma adına merhamete lâyık olasınız” dendiği zaman aldırış etmezler.
46. Kendilerine ne zaman Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelse, mutlaka ondan yüz çevirirler.
47. Onlara: “Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden muhtaçlara verin!” çağrısı yapıldığında, kâfirler mü’minlere: “Dilediği takdirde Allah’ın rızıklandırıp doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız? Bu, bizim vazîfemiz mi? Doğrusu siz apaçık bir şaşkınlık içindesiniz” derler.
Rivâyete göre Hz. Ebûbekir, yoksul müslümanlara yemek yedirir, onları doyururdu. Bir gün yolda ona rastlıyan Ebû Cehil: “Ey Ebûbekir, Allah’ın bu yoksulları doyurabileceğini mi iddia ediyorsun?” diye sordu. Ebûbekir: “Evet” dedi. Ebû Cehil: “O halde neden onları yedirip doyurmuyor?” diye sordu. Hz. Ebûbekir: “Allah bir takım kimseleri fakirlikle, bir takım kimseleri de zenginlikle imtihan etmiş; fakirlere sabretmeyi, zenginlere de yedirmeyi emretmiştir” dedi. Ebû Cehl: “Vallahi ey Ebûbekir, sen olsa olsa apaçık bir şaşkınlık içindesin. Sen sanıyor musun ki Allah bunlara yedirmeye gücü yeterken yedirmemiş de sen onlara yediriyorsun?” dedi ve işte bunun üzerine bu (47.) âyet-i kerîme ile “Kim hayır yolunda verir ve günahlardan sakınırsa, o en güzeli yani kelime-i tevhîdi ve gereğini tasdîk ederse, biz de onu en kolay olana; huzur ve saâdet yeri olan cennete muvaffak kılarız” (Leyl 92/5-7) âyet-i kerîmeleri nâzil oldu. (Kurtubî, el-Câmi‘, XV, 26) Buna mukâbil âhirete iman etmeyenler:
48. Bir de: “Eğer doğru söylüyorsanız bizi tehdit edip durduğunuz bu kıyâmet ne zaman?” diye soruyorlar.
49. Anlaşılan onlar, dünyevî meseleler veya şahsî menfaatleri üzerinde birbirleriyle çekişip dururlarken kendilerini apansız ve kıskıvrak yakalayacak olan korkunç bir çığlıktan başka bir şey beklemiyorlar.
50. O çığlık geldiği zaman ise, artık ne bir vasiyet yapmaya fırsat bulabilirler, ne de âilelerinin yanına dönebilirler.
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur: “İki kişi kumaşlarını satış yapmak üzere açmış iken kıyâmet kopuverecektir. Onlar onu daha katlayamadan kıyâmet kopacaktır. Adam dâvarlarını sulamak maksadıyla yaptığı havuzunu çamurla sıvarken daha onları sulayamadan kıyâmet kopacaktır. Kişi terazisinde tartmak isterken, bir kefesine ağırlık koyduğunda alçalmışken, diğerine de koyacağını koyup daha yükseltemeden kıyâmet kopacaktır. Adam yemek üzere lokmasını ağzına götürmüşken onu yutamadan kıyâmet kopacaktır.” (Buhârî, Fiten 26; Müslim, Fiten 140) Peki, kıyâmetin kopması için sûra üflenince neler olacak:
51. Sûra ikinci kez üflendi: İşte onlar kabirlerden kalkmış, Rablerinin huzuruna doğru akın akın koşuyorlar.
52. “Eyvah bize!” diye bağrışıyorlar, “Uyuduğumuz bu yerden bizi kim kaldırdı? Demek Rahmân’ın kesinlikle olacak diye haber verdiği hâdise buymuş; meğer peygamberler doğruyu söylermiş!”
53. Bütün olay, sadece korkunç bir çığlıktan ibarettir. Onların hepsi huzurumuzda toplanıverecekler.
54. O gün kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacak. Siz de ancak dünyadayken işlediklerinizin karşılığını göreceksiniz.
Yasin Sureisi 52. âyette yer alan “Uyuduğumuz bu yerden bizi kim kaldırdı?” ifadesinde kabir hayatıyla ilgili olarak iki önemli gereçeğe işaret edilir. Birincisi; kabir azabı, mahşer yerinde yaşanacak dehşet ve cehennemin azabına göre gece uykuda görülen kabus gibi olacaktır. İkincisi; Hz. Ali: “İnsanlar dünyada iken uykudadır, kabre girince uyanırlar” der. İman ve yaratılış gerçeklerini kavrama açısından, kabir hayatına göre dünya hayatı bir uyku gibidir; insanlar ölünce artık gözlerinin önünden maddî veya ceset perdesi kalktığı için görüşleri daha keskin olur (bk. Kâf 50/22) ve bu hakikatlere uyanırlar. Âhiret hayatıyla kıyaslandığında ise kabir hayatı bir uyku gibidir. Bütün gerçekler tüm açıklığı ile âhirette ortaya çıkacaktır.
Bakın, o gün cennetlikler ne halde olacak:
55. Cennet ehli o gün tatlı, mutluluk dolu meşguliyetler içinde cennet nimetlerinden yiyip içerler.
56. Kendileri ve eşleri, gölgeler altında, koltuklara kurulup yaslanırlar.
57. Orada onlar için çeşit çeşit meyveler ve canlarının çektiği her şey vardır.
58. Bir de, merhameti pek bol olan bir Rabden onlara hitâben “Selâm!” sözü vardır.
Cennet nimetlerinin en güzeli, sınırsız merhamet sahibi olan Yüce Rabbimizin, cennet ehline hitap ederek onları bizzat selâmlamasıdır. Bu hususta Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur: “Cennet ehli nimetler içerisinde bulundukları bir sırada onlara bir nûr görünecektir. Başlarını kaldıracaklar bir de ne görsünler, şanı yüce Allah üst taraflarından onlara görünmekte ve: «- Ey cennet ehli, es-selamu aleykum» diye buyurmaktadır. İşte yüce Allah’ın: «Bir de, merhameti pek bol olan bir Rab’den onlara hitâben “Selâm!” sözü vardır» buyruğu bunu anlatmaktadır. Rab onlara, onlar da ona bakarlar. Ona baktıkları sürece içinde bulundukları hiçbir nimete dönüp bakmazlar bile. Nihâyet hicabı arkasında onlardan gizlenince onların bulundukları yerlerde nûru ve bereketleri üzerlerinde kalmaya devam eder.” (İbn Mâce, Mukaddime 13/184) İnkârcı suçluların içler acısı durumuna gelince:
59. Sonra kâfirlere şöyle seslenilir: “Ey inkârcı suçlular! Bugün mü’minlerden ayrılıp şöyle bir kenara çekilin bakalım!”
Bir öğretmenin, suç işleyen bir talebesini arkadaşlarından ayırıp: “Sen şöyle bir kenara çekil, bakayım” demesi bile ne kadar ürkütücü ve korkutucu olur. Burada ise husûsî bir cezaya çarptırmak üzere mücrimlere böyle hitap edenin Âlemlerin Rabbi olduğunu düşündüğümüz de manzaranın ne kadar korkunç olduğu anlaşılacaktır. O inkarcı suçlulara böyle hitap edilmesinin sebebi:
60. “Ben size öğüt vermedim mi: Ey Âdem oğulları! Şeytana tapmayın; çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.”
61. “Yalnız bana kulluk edin; dosdoğru yol işte budur” diye?
62. Buna rağmen, gerçekten o içinizden nice nesilleri doğru yoldan saptırdı. Aklınızı kullanıp, ona göre davranmalı değil miydiniz?
63. İşte, tehdit edilip durduğunuz cehennem!
64. İnkâr içinde yaşayıp kâfir olarak öldüğünüz için, yanıp kavrulmak üzere girin bugün oraya!
İlâhî tâlimatların esası ikidir: Birinci olarak def-i mefsedet yani zararlı şeylerin uzaklaştırılması gelir. Bu sebeple önce tüm kötülüklerin temsilcisi olan şeytana uyulmaması emredilmiştir. Çünkü o, insanın apaçık düşmanıdır. Tâ işin başında düşmanlığını ilan etmiş ve kıyâmete kadar bu işi yapmak için izin almıştır. Dünya imtihanının sırrı burada yatmaktadır. Hasan Basrî (k.s.) şöyle der: “Bir kimsede şu dört koruyucu olursa, Yüce Allah onu şeytanın şerrinden korur: ✓ Bir şeye karşı aşırı istek duyduğu zaman, kendini kaybetmemek, nefse hâkim olmak. ✓ Bir şeyden korktuğu zaman, yine kendini kaybetmemek, nefse hâkim olmak. ✓ Şehvet duyguları kabardığı anda onları dağıtmasını bilmek, nefse hâkim olmak. ✓ Öfke anında hemen şuursuz davranışlara girmemek, yine nefse hâkim olmak.” (Hânî, el-Hadâiku’l-verdiyye, s. 336-337) İkinci olarak celb-i menfaat, yani iyiliklerin kazanılması gelir. Bunun da esası tüm güzelliklerin kaynağı olan Allah’a kulluktur. O halde yalnızca Allah’a kulluk yapılacaktır. Zâten insanı cehennemden kurtarıp cennete götürecek dosdoğru yol da, Allah’a ihlasla kulluk yoludur. İnsan, yapılması gerekenleri dünyada yapmalıdır. Zira kıyâmet günü geçerli bir bahane uydurma imkân ve ihtimali yoktur. Çünkü:
65. O gün onların ağızlarını mühürleriz de, işlemiş oldukları günahları bize elleri söyler, ayakları da buna şâhitlik eder.
Enes b. Mâlik (r.a.) şöyle anlatır: Rasûlullah (s.a.v.)’in huzurunda idik, tebessüm buyurdu. Sonra: “Niçin güldüğümü biliyor musunuz?” diye sordu. Biz: “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedik. Şöyle buyurdu: “ Kulun Rabbine hitabından dolayı tebessüm ettim. O: «Ey Rabbim! Sen beni zulümden alıkoymadın mı?» der. Yüce Rab: «Evet» buyurur. Bu sefer kul: «Ben kendime karşı ancak kendimden olan şâhidi kabul ederim» der. Bunun üzerine yüce Allah: «Bugün sana karşı şâhit olarak kendin yetersin. Şâhitler olarak da kirâmen katibîn melekleri yeter» buyurur.” Efendimiz devamla buyurdu ki: “Allah o kişinin ağzına mühür vurur ve bu sefer azalarına konuş denilir. Azaları yaptıkları işleri söyler. Sonra onu konuşmak üzere serbest bırakır. Kul der ki: «Benden uzak olun, benden uzak olun. Ben sizin için mücâdele edip duruyordum.»” (Müslim, Zühd 17) Gerçek böyleyken, insanların hâlâ inkâra devam etmeleri şaşılacak bir durumdur. Onlar hiç düşünmüyorlar mı ki:
66. Dileseydik onların gözlerini büsbütün silme kör ederdik de, öylece yollara dökülüp koşuşurlardı. Ancak o zaman nasıl görebilirlerdi ki?
67. Dileseydik onların mâhiyet ve şekillerini değiştirir, kendilerini oldukları yerde dondurup çivileyiverirdik de artık ne bir adım ileri gidebilir ne de geri dönebilirlerdi.
Yüce Rabbimiz, insanları imtihan etmek için gereken bütün şartları hazırlamıştır. İnsana göz, kulak, kalp, akıl, irade ve idrâk vermiş, ona bir takım imkânlar sağlamış, onu canlı cansız diğer varlıklardan farklı yaratarak ona daha geniş bir hareket alanı çizmiştir. Eğer Allah, inkârları sebebiyle onların gözlerini büsbütün kör etseydi, hepsi mecburen imana koşarlardı. Yine onları inkâr ettikleri için insan şeklinden çıkarıp cansız bir taşa veya şaşkınlığından ne yapacağını bilmeyen bir hayvana çevirse ve onları oldukları yerde dondursaydı, ne ileri gitmeye güçleri yeter, ne de geri dönebilirlerdi. Eğer böyle yapsaydı imtihanın anlamı kalmazdı. Hâsılı Rabbimiz, insanı dar bir imtihan salonuna mahkum etmeyerek, yeriyle göğüyle ve bunlar içindeki varlıklar ile tüm kâinatı imtihan sahası olarak belirlemiştir. Bu bakımdan Allah’a kul olmak çok faziletli bir durum olmakla birlikte, kulluk imtihanı gerçekten ağırdır. (Kehf 18/7-8; Mülk 67/2) Allah Teâlâ’nın, önceki âyetlerde bahsedildiği üzere ister gözlerini tamâmen kör etmek, ister başka bir varlığa çevirip hareket imkânını elinden almak gibi insan varlığına yönelik istediği her şeyi yapmaya güç yetirebileceğinin en güzel misâli, yine insanın kendi hayatıdır:
68. Kime uzun ömür verirsek onu yaratılışta baş aşağı çeviririz. Hiç akıl erdirmiyorlar mı ki gidiş nereye?
Bu âyette husûsîyle ihtiyarlık dönemimizi tefekkür etmemiz istenir. Ömrü uzamış yaşlı insanlara bakıldığı zaman, yaratılışlarının baş aşağı edildiği; bellerin büküldüğü, dişlerin döküldüğü, gözlerin görmez olduğu, kulakların duymaz olduğu, dilin dönmez olduğu, el ve ayakların gücünü kaybedip tutamaz ve yürüyemez hâle geldiği, kalbin sıhhatli atmadığı, midenin hazmetmediği görülür. Şâirin ifadesiyle: “Güzeşte-hüsn olanın perçemi cemâlinde Cenâze üstüne pûşîde Kâbe örtüsüdür.” (Yüsrî) “Güzellik çağı geçmiş olanların yüzlerine sarkan perçemler, içinde cenâze bulunan tabutun üstüne örtülmüş Kâbe örtüsüne benzer.” Herhalde “ömrün en rezil dönemi” diye isimlendirilen bu hâle kimse düşmek istemez; fakat düşüyoruz. Uyumamıza, uyanmamıza, günlerin geçmesine, kalbimizin atmasına ve kanımızın damarlarda akmasına engel olamadığımız gibi, ihtiyarlamamıza da engel olamıyoruz. Hz. Mevlânâ da bir temsille ruh-beden ilişkisini anlatarak insanın fâniliğine şöyle dikkat çeker: “Bahar mevsimi gelince, yeşillikler: «- Biz kendiliğimizden yeşerdik, sevinçliyiz, gülüyoruz, pek güzeliz» derler. Yaz mevsimi onlara der ki: «- Ey varlıklar, ben geçip gidince hâlinizi görürsünüz.» Beden de güzelliği ile övünür, nazlanır durur. Çünkü onda gücünü kuvvetini, kolunu kanadını gizlemiştir. Rûh bedene seslenir de der ki: «- Sen de kim oluyorsun? Ey süprüntülük, bir iki gün benim ışığımla dirilip yaşadın. Halbuki işven, nazın cihana sığmıyor. Dur hele senden bir ayrılayım, hâlini o zaman gör. Ey güzel varlık, senin için yanıp tutuşanlar, sen ölünce çabucak senin mezarını kazarlar. Bir an önce seni evinden atarlar. Sonra, seni yılanlara, karıncalara gıda olmak için toprağa gömerler. Sen hayatta iken, evinde, çok defa senin önünde ölüme râzı olan yok mu? İşte o, cesedinin pis kokusundan burnunu tıkar.»” (Mevlânâ, Mesnevî, 3265-3271. beyitler) İşte Kur’an, gaflet içinde boğulan insana bu gerçekleri hatırlatmak için lutfedilmiştir:
69. Biz Peygamber’e şiir öğretmedik; bu ona yakışmaz da. Ona verdiğimiz ancak bir öğüt, bir irşat kitabıdır; maksatları belli, gerçeği açıklayan bir Kur’an’dır.
70. Biz onu, kalben diri olanları uyarsın, kâfirler hakkında da deliller tamamlanıp ilâhî azap hükmü kesinleşsin diye indirmekteyiz.
Kur’ân- Kerîm’in hem söz hem de mâna itibariyle şiir olmadığı bellidir. Evvelâ Kur’ân’ın sözlerinde şiir sözünün vezin ve kâfiyesi yoktur. Mâna bakımından ise şiir, doğru olup olmadığına bakmaksızın hoşlandırmak veya tiksindirmek, coşturmak veya küstürmek gibi hisleri gıcıklayan hayalî kuruntulara, zannî kıyaslara ve hissî oyunlara aittir. Kur'an ise Hakk’ın doğru yolunu gösteren hikmetler ve hükümler ile irfan nuru, kesin iman rehberi bir ilâhî yadigârdır. Fakat kâfirlerin birçokları onu bir şiir gibi düşünmek ve düşündürmekte ısrar ettikleri, böylece peygamberi bir şâir gibi tanıtmak istedikleri için, Peygamber’e şiir öğretilmediği ve ne peygamberlik makamına şâirliğin, ne de Kur’an’a şiir demenin münâsip olmadığı beyân edilir. Kur’ân-ı Kerîm, başka değil, ancak bir zikir, Allah tarafından bir öğüt ve irşat kitabıdır. O, ibâdetlerde ve ibâdethanelerde okunup sevap kazanılabilecek, her türlü emir ve yasaklarına itaat edilmesi gereken Allah kelâmıdır. Kur’an, diri bir kalbe, selîm bir akla ve tertemiz duygulara sahip kimseleri uyarıp onları gafletten uyandırır. Çünkü ancak böyle sağ duyulu kişiler Kur’an’ın âyetlerine kulak verir ve onlardan etkilenir. Buna mukâbil yine Kur’an’ın inzârı karşısında inat ve ısrar ile inkâra devam edenlerin aleyhine azap sözü kesinleşmiş olacaktır. Hâsılı Kur’an, imtihan sahasında başarılı ile başarısızı, hidâyete erenle sapıklıkta kalanı, ebedî rahmete erenle azaba mahkûm olanı birbirinden ayıran emsalsiz bir ayıraçtır. Kur’an’ın bu furkân vasfı kıyâmete kadar devam edecek; bütün insanlığı tek Allah’a inanıp kulluk yapmaya çağıracaktır:
71. Görmezler mi ki, bizzat ellerimizin yaptıklarından onlar için nice hayvanlar yarattık? Kendileri de bu hayvanlara kolayca sahip olmakta ve onları diledikleri gibi kullanabilmektedirler.
72. Biz bunları emirlerine boyun eğdirdik; bir kısmına binerler, bir kısmından da yerler.
73. Bu hayvanlarda onlar için nice faydalar ve içecekleri sütler vardır. Hâlâ şükretmeyecekler mi?
74. Böyleyken, sanki kendilerine bir yardımı dokunacakmış gibi, kalkıp Allah’tan başka ilâhlar edindiler.
75. Oysa bu sözde ilâhların onlara yardım edecek güçleri yoktur. Aksine, asıl kendileri onları korumakla görevli asker durumundalar.
76. O halde Rasûlüm! Onların ileri geri konuşmaları sakın seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de biliriz, a&am