'Ulus'laşmak Milliyetçilikte İki 'Yabancı'

Oğul Barzani'nin, anne kucağındaki bebek olarak kaçtığı Diyarbakır'a yıllar sonra Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı olarak Türkiye Başbakanı ile birlikte gelmesi tarihu00eedir şüphesiz. Ve ne kadar evirip çevirsek de u2013diye düşünüyorumu2013Çözüm Süreci'ne katkısı olacaktır. "Uluslaşma" ve buna bağlı olarak milliyetçilik, sürecin önündeki temel, hatta tek engel gibi görünüyor.

Millet/ulus ve etnisite tartışmalarında tanınması en zor hale getirilen konuların başında milliyetçilik geldiği söylenebilir. Türkiye'de ise bu durum, Kürt meselesi vesilesiyle adeta arapsaçına dönmüş gibidir. Bir yanıyla tamamen "vatanseverlik" yerine kullanılırken diğer yandan "ayaklar altına" alınması gereken bir zehirdir. Halbuki çoğunlukla Arapların, Farsların, Kürtlerin ve Türklerin yaşadığı bölgede vatan-millet sevgisi için yeterli kelime mevcuttur: Vatanseverlik, yurtseverlik, vatanperverlik, milletperverlik gibi... İngilizce ve birçok diğer Avrupa dillerinde ise aynı olgu "patriotism" ile ifadelendirilir.

Bu aldatmaca sebepsiz değildir şüphesiz. O zaman böyle bir aldatıcı karıştırmanın altında yatan sosyolojik ve siyasu00ee neden nerede aranabilir?

Kanımızca, milliyetçilikteki masumluk ile iblisliğin bir "ayrılmaz ikili" olarak son iki yüzyılımız boyunca iç-içe tutulması, söz konusu uzatmalı aldatmacanın sebebidir.

"Masumluk", etnik toplulukların kimlikleştirdikleri kültürel yerellikleri ve özgünlükleriyle yaşama arzuları, bunu öne çıkarma eğilimleridir. "İblislik" ise, iktidar elitinin etnik toplulukların bu arzu ve eğilimlerinin doğal enerjisini, bir coğrafyayı sınırlarla çevirip yönetmeyi sınırsızlaştırmak için politik enerji olarak posasını çıkarana kadar kullanmasıdır.

Aslında bu "ikili", en az birbirinin içinde tutulduğu kadar birbirine yabancıdır. Birisi kendi doğallığını, kendinde birikmiş (dilleşmiş, sanatlaşmış, edebiyatlaşmış, ezgileşmiş) bin yılları yaşama masumiyetidir. Diğeri, bu belli bir coğrafya ve nüfusta yaşayan tarihi, adeta benzin gibi, bu coğrafya ve nüfusun değerlerini kontrol etme "araba"sında kullanma iblisliğidir. Yani birincisi "can derdi" ikincisi "et derdi"dir.

"Can" ve "et" derdini birbirine bulandırma işinde milliyetçiliğin "ezen" ve "ezilen" olması farketmez. Ezen milliyetçilik elindekini tutmak için işleri yaparken, diğeri önündekini ele geçirmek için yapar. Ezilen etnik kitleler yerel değerleriyle yaşama derdinde iken, "ezilen ulus"un ergenlik heyecanındaki iktidar adayı elit, evirip çevireceği bir (eğer özel bir anlam imlememişseniz) "ulusal" pazar derdindedir. Objektif amaçlar açısından aralarında hiç bir fark yoktur. Onun için de klasik deyimle "son tahlilde" uzlaşırlar. "Ezilen milliyetçilik"in ilerici olduğu, dolayısıyla hoşgörüyle karşılanması gerektiği şeklindeki "teorizasyon"lar tamamen iktidar adayı elitin "ulusal" pazarı ele geçirme iblisliğini örtmede en sıkı saran "battaniye"dir sadce. Dahası, "ezilen ulus" milliyetçiliği, etnik değerleri baskı altında olan topluluğun acılarını, bedellerini, mağduriyetlerini kullandığı için "ahlaksızlık ayarı" daha yüksektir.

Aslında bu iki sosyal olgunun birbirine benzer ve karıştırılacak tarafı yoktur. Ama gel gör ki, iki yüzyılı aşkın zamandır "kuzu" ile "kurt" bir torbada tutuluyor. Gerçekte, birincisi ikincisine yedirtiliyor. İnsanda "can" olmuş kültürel değerler, yönetenlerce veya potansiyel yönetenlerce "et" olarak siyasal emellere yedirilegelmektedir. Etnik kitleler doğuştan gelen doğallıklarını yaşamak isterler. Bunu en kolay tutuşan olarak gören yönetenler veya yönetime geçmek isteyenler, ellerinde bu tutuşturucu ile bu yanıcının etrafında iki yüz yıldır döner-yakarlar, yakar-dönerler.

Son iki yüzyılımız boyunca milyonlarca insanın canına mal olan bu iş "milliyetçilik"tir. Milliyetçilik bir ideoloji değil, bir uygulamadır, katıksız ikiyüzlü bir politik programdır, iktidarlaşma/devletleşme mücadelesidir.

Batı'da kapitalizmin "olgun"laşmasıyla milliyetçilik duruldu; bizde kapitalizmin "şaşı" gelmesiyle "kör"leşerek devam ediyor.

Modernitenin "millet" u2013veya yeni Türkçesiyle "ulus"u2013 kavramının ve olgusunun yaratılış vatanı olan Avrupa'nın belli-başlı konu otoritelerinin "nation"larını tanımlamalarında hüzün ve esef ağırlıklı özetlemeler var. Mesela:

Karl W. Deutsch'un Nationalism and its Alternatives adlı eseri, milletlerin temel "karakter"ini özetleyen şu cümleyle başlar: "Millet, acı bir Avrupa atasözünün ifadesiyle, ataları hakkında ortak bir yalan ve komşularına karşı ortak bir nefret etrafında kenetlenmiş bir insan grubudur" (1969: 30). Benedict Anderson, ünlü Hayali Cemaatler'inin başlarında adeta tarihin milliyetçiliku2013ulus-devlet yıllarının hazin bir "özet"ini yapar: "Modern milliyetçilik kültürünün amblemleri arasında [altında bir şey olmayıp, cesetleri bulunamayanlar/toplanamayanlar adına yapılan] Meçhul Asker anıtmezar ve mozolelerinden daha büyüleyicisi yoktur" (1983:17). Millet ve milliyetçilik literatürünün en iz bırakan otoritesi olarak bilinen Ernest Renan ise ulusların tarihinin "öz"ünü şöylece özetler: "yalan tarih ulus olmanın bir parçasıdır"...

"Ulus" denen sosyal fabrikasyon, "mevcut homojen etnik ve/veya kültürel yapıdan bağımsız olarak, 'ulus devlet' adı verilen yapının sınırları içerisinde yaşayan ekonomik, siyasu00ee ve ictihadu00ee olarak kurumsallaşmış bir topluluk birimi"dir. Daha kısacası modern devlet sınırları içindeki nüfustur: Amerikan, Britanya (British), Kanada (Canadian), İsviçre (Swiss) ulusları mesela... Ve mesela Türkiye ulusu gibi...

Biz, Çözüm Süreci adıyla devam eden bu bıçak-sırtı veya "sırat köprüsü" aşamasında kim hangi ulustur, biz kaç ulus-milletiz, kaç uluslu devletiz, kim üst kim alt olsun tartışmaları ile; hem hayatla hem literatürle adeta oynamaya, dolayısıyla zaman kaybetmeye devam ederiz.

Ancak; tekraren ifade etmek isterim, Cumhuriyet tarihinin ilk devletleşmiş hükümetinin 16 Kasım Diyarbakır Organizasyonu, sözünü ettiğimiz Dördüncü Türku2013Kürt ittifakı düzleminde yeni bir "merhale"ye işaret edeceğe benziyor. Özellikle Başbakan'ın, 1919'lar güncellemesi diye sıkça vurguladığımız 1920'lerin ruhuna atıf yapması ve dilinden dökülen "dağdakilerin indiği, hapishanelerin boşaldığı" günler özlemi, böyle bir "işaret" algılamamıza hak verir niteliktedir.

Barzani'nin İbrahim Tatlıses ve Şıvan'la Diyarbakır'a gelişlerini Kürtlerin "uluslaşma süreci"nin "muazzam bir merhalesi" olarak gören doyamamış Kürt milliyetçiliğinin hezeyanı da bir başka trajedidir bu Ortakvatan'da.

***

Devletin "garson", yani vatandaşına saygı-hizmet-adalet kurumu olmuş bir Türkiye Cumhuriyeti devletinin yurttaşı, bireyi, insanı olmak; hangi etnisitenin, hangi cinsin, hangi dinin veya mezhebin, veya hiçbirine mensup olmayan birinin hangi hakkını dışarıda bırakır bir kimliktir?..

Ali Kemal Özcan

18 Kasım 2013