Tur suresi Kur’ân-ı kerîmin elli ikinci sûresidir. Tur suresi Mekke'de nazil olmuştur. 49 ayettir. İsmini birinci ayette geçen 'Tur' kelimesinden alır. Surede; kıyametin kopması sırasında olacak bazı olağan üstü hadiseler, inkarcıların Cehennem’e atılacağı, takva sahibi müminlerin ahirette kavuşacakları mükafatlar, Kur’ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı olduğu, cenâb-ı Hakk’ın varlığı, birliği ve kudretinin sonsuzluğu bildirilmektedir. Peki Tur suresinin okunuşu, anlamı, tefsiri nasıldır? İşte Tur suresi hakkında bilgiler...Tur suresi kaç ayettir? Tur suresi okunuşu ve anlamı nasıldır? Tur suresinin tefsiri nasıldır? Tur suresi Arapça ve Türkçe okunuşu nasıldır? Son mukaddes kitap Kuranın 52. suresi olan Tur suresine dair detaylı bilgiler haberimizde...
Kısaca Konusu : Yemin ifadeleriyle hesap gününün kaçınılmaz bir gerçek olduğuna vurgu yapılarak başlayan sûrede, inkârcıların âhiret hayatıyla yüz yüze gelince karşılaşacakları durum, ardından cennete lâyık görülecek takvâ ehlinin mükâfatları tasvir edilmekte; Resûl-i Ekrem’in gerçek peygamber olduğunu kanıtlayan delillere yer verilerek (Kur’an’ın benzerini kendilerinin de ortaya koyabilecekleri iddiasında bulunanlara bu hususta meydan okunmak ve onlara çarpıcı sorular yöneltilmek suretiyle) Resûlullah’a karşı ileri sürülen asılsız iddialar çürütülmektedir.
Kim Tûr sûresini okursa, Allahü teâlânın onu azâbından emîn kılması ve Cennet’te nîmetlendirmesi hak olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
TUR SÛRESİ TÜRKÇE OKUNUŞU Bismillahirrahmanirrahim 1. Vet tur
2. Ve kitabim mestur
3. Fi rakkım menşur
4. Vel beytil ma’mur
5. Ves sakfil merfu’
6. Vel bahril mescur
7. İnne azabe rabbike le vakı’
8. Ma lehu min dafi’
9. Yevme temurus semau mevra
10. Ve tesirul cibalu seyra
11. Fe veyluy yevmeizil lil mukezzibin
12. Ellezine hum fi havdıy yel’abun
13. Yevme yude’une ila nari cehenneme de’a
14. Hazihin narulleti kuntum biha tukezzibun
15. E fe sıhrun haza em entum la tubsırun
16. Islavha fasbiru ev la tasbiru sevaun aleykum innema tüczevne ma kuntum ta’melun
17. İnnel muttekıyne fi cennativ ve neıym
18. Fakihine bima atahum rabbuhum ve vekahum rabbuhum azabel cehıym
19. Kulu veşrabu heniem bima kuntam ta’melun
20. Muttekiine ala sururim masfufeh ve zevvecnahum bi hurin ıyn
21. Vellezine amenu vettebeathum zurriyyetuhum bi imanim elhakna bihim zurriyyetehum ve ma eletnahum min amelihim min şey’ kullumriim bima kesebe rahin
22. Ve emdednahum bi fakihetiv ve lahmim mimma yeştehun
23. Yetenazeune fiha ke’sel la lağvun fiha ve la te’sim
24. Ve yetufu aleyhim ğılmanil lehum keennehum lu’luum meknun
25. Ve akbele ba’duhum ala ba’dıy yetesaelun
26. Kalu inna kunna kablu fi ehlina muşkikıyn
27. Fe mennellahu aleyna ve vekana azabes semum
28. İnna kunna min kablu ned’uh innehu huvel berrur rahıym
29. Fe zekkir fema ente bi nı’meti rabbike bi kahiniv ve la mecnun
30. Em yekulune şaırun neterabbesu bihi raybel menun
31. Kul terabbesu fe inni meakum minel muterabbisıyn
32. Em te’muruhum ahlamuhum bihaza em hum kavmun tağun
33. Em yekulune tekavveleh bel la yu’minun
34. Felye’tu bi hadisim mislihi in kanu sadikıyn
35. Em huliku min ğayri şey’in em humul halikun
36. Em halekus semavati vel ard bel la yukınun
37. Em ındehum hazainu rabbike em humul musaytırun
38. Em lehum sullemuy yestemiune fih felyeti mustemiuhum bi sultanim mubin
39. Em lehul benatu ve lekumul benun
40. Em tes’eluhum ecran fe hum mim mağramim muskalun
41. Em ındehumul ğaybu fe hum yektubun
42. Em yuridune keyda fellezine keferu humul mekidun
43. Em lehum ilahun ğayrullah subhanellahi amma yuşrikun
44. Ve iy yerav kisfem mines semai sakıtay yekulu sehabum merkum
45. Fe zerhum hatta yulaku yevmehumullezi fihi yus’akun
46. Yevme la yuğni anhum keyduhum şey’ev ve la hum yunsarun
47. Ve inne fillezine zalemu azaben dune zalike ve lakinne ekserahum la ya’lemun
48. Vasbir li hukmi rabbike fe inneke bi a’yunina ve sebbıh bi hamdi rabbike hıyne tekum
49. Ve minel leyli fesebbıhhu ve idbaran nucum
TUR SÛRESİ ANLAMI
Bismillâhirrahmânirraîm.
1. Andolsun Tur'a!
2. Satır satır yazılmış Kitab'a andolsun!
3. Yayılmış ince deri üzerinde,
4. Beyt-i Mâmur'a andolsun!
5. Yükseltilmiş tavana andolsun!
6. Kabarıp taşan denize andolsun!
7. Rabbinin azabı mutlaka meydana gelecektir.
8. Onu önleyecek hiçbir şey yoktur.
9. O gün gök sallanıp çalkalanır.
10. Dağlar yürüdükçe yürür.
11. (Hakikatı) yalanlayanların vay haline o gün!
12. Onlar ki o daldıkları bâtıl içinde oynayıp-oyalanmaktadırlar.
13. O gün cehenneme itildikçe itilirler.
14. İşte yalanlayıp durduğunuz cehennem budur!
15. Bir büyü müdür bu? Yoksa siz mi görmüyorsunuz?
16. Girin oraya! İster dayanın ister dayanmayın, sizin için birdir. Ancak yaptıklarınıza göre ceza göreceksiniz.
17. Muttakiler cennetlerde ve nimetler içindedirler.
18. Rablerinin kendilerine verdikleri ile zevk ve sefa sürerler. Rableri onları cehennem azabından korumuştur.
19. Yaptıklarınıza karşılık olarak âfiyetle yiyin için!
20. Sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanırlar. Biz onları ceylan gözlü hurilerle evlendirmişizdir.
21. İman edenleri ve kendilerini iman ile takip eden zürriyetlerini kavuştururuz. Onların amellerinden de hiçbir şey eksiltmemişizdir. Herkes kazandıklarına karşılık bir rehindir.
22. Onlara canlarının istediği meyveden ve etten bol bol veririz.
23. Orada birbirlerinden kadeh alıp verirler. Amma onu içenler ne boş bir söz söylerler, ne de günaha girerler.
24. Kendilerine âit hizmetçiler sedefteki inciler gibi fırıl fırıl etraflarında dönerler.
25. Birbirine dönüp soruşurlar.
26. Derler ki: "Biz daha önce dünyada iken âilelerimizin yanında korkular içinde idik."
27. "Allah lütfedip bizi kavurucu azaptan korudu."
28. "Biz bundan önce de O'na yalvarıyorduk. Şüphesiz ki O iyilik yapandır, merhamet edendir.
29. Resulüm! Sen öğüt ver. Rabbinin nimeti sayesinde sen ne bir kâhinsin, ne de bir mecnun.
30. Yoksa onlar senin için: "Bu bir şâirdir. Zamanın onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz." mu derler?
31. De ki: Gözleyin! Doğrusu ben de sizinle beraber gözleyenlerdenim.
32. Bunu onlara akılları mı emrediyor, yoksa onlar azgın bir topluluk mudurlar?
33. Yoksa: "Onu kendisi uydurdu!" mu diyorlar? Hayır, onlar iman etmezler.
34. Eğer onlar doğru sözlü iseler, onun benzeri bir söz getirsinler!
35. Onlar yaratıcısız mı yaratıldılar, yoksa kendileri midir yaratıcıları?
36. Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır! Onlar düşünüp kesin olarak Allah'a inanmıyorlar.
37. Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Ya da her şeye hâkim olanlar onlar mıdır?
38. Yoksa onların, üzerine çıkıp dinledikleri merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyenleri apaçık bir delil getirsinler.
39. Yoksa kızlar O'nun, oğullar da sizin öyle mi?
40. Resulüm! Yoksa sen kendilerinden bir ücret istiyorsun da, bu yüzden ağır bir borç altında mı kalıyorlar?
41. Yoksa gayba âit bilgiler yanlarında da onlar kendileri mi yazıyorlar?
42. Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl tuzağa düşecek olanlar inkâr edenlerdir.
43. Yoksa onların Allah'tan başka bir ilâhı mı var? Allah onların koşmakta oldukları ortaklardan münezzehtir.
44. Gökten bir parçanın düşmekte olduğunu görseler: "Birbiri üzerine yığılmış buluttur." derler
45. Artık çarpılacakları günlerine erişinceye kadar bırak onları!
46. O gün tuzakları kendilerine hiçbir fayda vermez, onlara yardım da olunmaz.
47. Ve o zulmedenlere şüphe yok ki bundan başka da azap vardır. Ne var ki onların çoğu bilmezler.
48. Resulüm! Rabbinin hükmüne sabret. Şüphesiz ki sen bizim hıfz-u himayemizde, gözetimimiz altındasın. Kalkarken Rabbini hamd ile tesbih et.
49. Gecenin bir kısmında ve yıldızlar kaybolurken de O'nu tesbih et.
TUR SÛRESİ TEFSİRİ
Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla
1 Tûr'a andolsun,1
2 Satır (satır) dizili kitaba,2
3 Yayılmış ince deri üzerine;
4 Ma'mur eve,3
5 Yükseltilmiş tavana,4
6 Kabarıp, tutuşan denize,5
7 Şüphesiz senin Rabbinin azabı kesin olarak gerçekleşecek olandır;
8 Onu uzaklaştırıp-engel olacak yoktur.6
AÇIKLAMA
1. Tûr'un asıl mânâsı dağ demektir. Ayetteki Tûr'dan maksat, Allah'ın Hz. Musa'yı üzerinde peygamberlik ile şereflendirdiği özel bir dağdır.
2. Eski zamanlarda, uzun zaman korunması, elde bulundurulması istenen kitaplar kağıt yerine ceylan derisi üzerine yazılırdı. Bu deri, özel olarak yazmak için ince deri ya da zar şekline getirilir ve konuşma dilinde de ona "Rakk" denilirdi. Semavi kitaplara inananlar uzun müddet korunsun ve devam etsin diye genellikle Tevrat, Zebur, İncil ve Peygamberlerin getirdikleri sahifeleri işte bu "Rakk" (çok ince deri) üzerine yazarlardı. Buradaki "açık kitaptan" maksat: Kitap Ehli olanların yanında bulunan mukaddes kitaplar topluluğudur. Onlar kaybolmadıkları, okudukları ve içinde ne yazdığı kolaylıkla öğrenilebildiği için ona "açık kitap" denilmiştir.
3. "Mamur Ev" den Hasan Basri hazretlerine göre: Hac, Umre ve Ziyaret tavafı yapmak için bu gibi sebeplerle hiçbir zaman boş kalmayan, "Beytullah", yani "Kâbe" kastedilmektedir. Hz. Ali, İbn Abbas, İkrime, Mücahid, Katade, Dahhâk, İbn Zeyd ve diğer müfessirler bundan, Mirac sırasında peygamberimizin zikrettiği, duvarında perdelenmiş olarak Hz. İbrahim'i gördüğü mamur ev kastedilmiştir, demektedirler.
Mücahid, Katâde ve İbn Zeyd demektedirler ki: Nasıl Kâbe yeryüzündekiler için Allah'a tapanların merkezi ve dönüş yeri ise, bunun gibi her gökte oradakiler için bir Kâbe vardır. Allah'a ibadet edenler için yeryüzü Kâbe'si gibi merkez ve dönüş yeri olma görevi yapmaktadır.
Bunlardan bir Kâbe de duvarında perde gerilmiş olarak Peygamberimiz'in Hz. İbrahim'i gördüğü Kâbe idi. Peygamberimiz'in Hz. İbrahim ile ilgisi tabiidir. Çünkü o yeryüzü Kâbe'sinin inşacısıdır.
Bu geniş bilgiler göz önüne alınınca bu ikinci tefsirin, Hasan Basri hazretlerinin tefsirine ters düşmediğini hatta ikisini birleştirerek, sadece yer yüzü Kâbesi'ne yemin edilmemiş olduğuna, bu yeminin kainatta var olan bütün Kâbelerin hepsini içine aldığını da düşünebiliriz.
4. "Yüksek Tavan"dan, yeryüzünü bir kubbe gibi çevrelemiş gözüken gökyüzü kastedilmektedir. Ve ayette bu kelime bütün yüce alem için kullanılmıştır. (Geniş bilgi için bakınız: Kaf an: 7)
5. Ayette 'Mescur" kelimesi geçmektedir. Çeşitli mânâları açıklanmış, bazı müfessirler buna "Ateşle dolu" demektir demişler, bazıları suyu yer altına inerek kaybolmuş boş ve ıssız yer mânâsını vermişler, bir kısmı "Hapsedilmiş" mânâsına almış ve denizin suyu yer altına giderek kaybolmasın ve kara üzerine yayılarak da yeryüzünde yaşayanların hepsini birden boğmasın diye, deniz tutulmuştur, (hapsedilmiştir) demektir demişlerdir. Bazıları tatlı ve tuzlu, sıcak ve soğuk her çeşit su gelip içine katıldığı için ona karışık mânâsı verirken, bazıları da ona dopdolu ve dalgalı mânâsını vermişlerdir.
Bunlardan ilk ikisinin yer ve durumla hiç ilgisi yoktur. Denizin tabanı yarılarak suyunun yer altına inmesi, onun ateşle dolması gibi iki durumu da kıyamet koparken meydana gelecek hallerdir. (Tekvir Suresi: 6, İnfitar: 3'te de böyle açıklanmıştır.) İleride meydana gelecek olan durumlar bu gün yoktur ki onlara yemin edilerek, insanlara, ahiretin vuku bulacağına dair kesin bilgi verilsin. Bu sebeple bu iki mânâyı atarak burada "Mescur" kelimesi hapsedilmiş, tutulmuş, karışık, dopdolu ve dalgalı mânâlarına alınabilir.
6. Kendisinden dolayı o beş şey üzerine yemin edilen hakikat budur. Rabbin azabından murad ahirettir. Çünkü burada muhatap, ona iman edenler değil, onu inkar edenlerdir. Ve onlar hakkında da o ahiretin gelişi elbetteki bir azaptır. Bu bakımdan ona kıyamet veya ahiret ya da ceza günü denmesi yerine "Rabbin azabı" denmiştir. Kendileri ile yemin edilen o beş şeyin ahiretin meydana gelişine nasıl delâlet ettiğini artık iyice düşününüz. Tûr; ayak altına alınmış ve ezilmiş bir halkın ayağa kaldırıldığı, galip ve çok güçlü bir halkın da ayak altına alınmaya karar verildiği bir yerdir. Bu karar tabiat kanunlarına bağlı olarak değil, ruhani kanunlar ve hakların ele geçirilmesi, herkesin hakettiğini alması prensiplerine göre verilmiştir. Bu bakımdan ahiret hakkında, tarihi olaylarla ispatlama şeklinde Tûr bir delil ve alâmet olarak ileri sürülmüştür. Denmek istenen de, İsrailoğulları gibi güçsüz ve zayıf bir kavmin ayağa kaldırılması, Firavun gibi çok güçlü bir diktatörün de askerleri ile toptan suda boğdurulmasıdır. Bu olayın karar ve hükmü ise, ıssız bir gecede Tur Dağı'nda verilmişti. Kainat nizamının karakterinin, insan gibi akıllı ve iradeli bir yaratık hakkında nasıl manevî bir hesaba çekilmeyi ve amellerin karşılığını görmeyi gerektirdiğini, bu gereğin yerine gelmesi için de bütün insanlığın bir araya getirilerek sorguya çekileceği hesap gününün mutlaka olması gerektiğine bu en açık bir misaldir. (Geniş bilgi için bakınız: Zariyat an: 21.)
Kainatın yaratıcısı tarafından dünyaya ne kadar peygamber gelmişse, onlar da ne kadar kitap getirmişse hepsi, her devirde Hz. Muhammed'in (s.a.) verdiği haberi verdiklerinden dolayı mukaddes kitapların topuna birden and içilmiştir. O haber de şudur: Bütün gelmiş geçmiş insanlar birgün yeniden diriltilerek Rab'leri karşısına getirilecek ve amellerine uygun olarak ceza veya mükafat bulacaklardır. Kıyamet gününü haber vermeyen, ya da bunun tam tersine, insana, "bu dünya hayatından başka hiçbir hayat yoktur" diye öğreten ve "İnsan öldükten sonra toprak olacaktır, ondan sonra da ne hesap, ne kitap vardır" diyen tek semavi kitap yoktur.
O devirde Kâbe, Araplar için Allah'ın Peygamberi'nin doğruluğunun, Allah Teala'nın yüce hikmetinin ve muazzam kudretinin onlarla birlikte olduğunun açık delili oluşundan dolayı mamur eve yemin edildiğini açıkça ispat etmekteydi.
Bu ayetlerin inişinden 2500 sene önce susuz, bitkisiz ve insanların yaşamadığı dağlara, yanına asker ve malzeme almadan bir kişi geliyor, karısı ve bir emzikli çocuğu tamamen yalnız bırakıp gidiyor. Bir müddet sonra da aynı kişi gelerek bu ıssız yerde Allah Teala'ya ibadet için bir ev inşa ediyor ve "Ey insanlar! Gelin bu evi ziyaret ederek haccedin" diye çağırıyor. Bu inşaat, arkasından bu çağrı, hayret edilecek şekilde bütün Arapların merkezi haline gelen ev olacak biçimde benimseniyor.
Bu çağrıya Arabistan'ın her köşesinden insanlar "Lebbeyk Lebbeyk (duydum ve geldim) diyerek kalabalıklar halinde geliyorlar. İki bin beş yüz seneden beri "bu ev" etrafında bütün memlekette kan gövdeyi götürürken onun hudutları içine girince kimsenin kimseye el kaldırmaya cesareti olmadığı bir emniyet ve huzur yuvası olmuştur. Bu ev sayesinde her sene dört ay boyunca Arabistan'a huzur nasib olmuş, bu müddet içinde kervanlar emniyet içinde yolculuk yapmış, panayırlar kurulmuş, ticaret devam etmiştir.
Hatta bu evin öyle bir azameti olmuştur ki, bu ikibin beşyüz senelik zaman zarfında, hiçbir büyük diktatör bile ona tecavüze, bir taşını oynatmaya cesaret edememişti. Cesaret eden de Allah'ın gazabına uğrayıp aleme ibret olmuştur. Bu olayı, bu ayetlerin nüzulünden sadece kırk beş sene önce kendi gözleri ile görmüşlerdi. Onu görenlerden birçokları da Mekkelilere bu ayetler duyurulduğu sıralarda, hayatta idiler. Allah'ın Peygamberi'nin rastgele ve asılsız konuşmayacağına bundan daha büyük delil ne olabilirdi? Başkalarının görmediğini onlar görmüşler, başkalarının akıllarının ermediği hakikatler onların dilinde okunur olmuştu. Görünüşte onlar, bir devrin insanları gördüklerinde delilik zannedecekleri ve yüzlerce seneden sonraki insanlar onu görünce gözlerinin hayrete düşeceği bir iş yapıyorlardı. Bu şerefe ulaşan insanlar her zaman ittifakla kıyametin geleceğini, haşır ve neşrin olacağını haber verirlerken bunu delilerin saçmalığı kabul etmek, deliliğin ta kendisidir.
Yüksek kubbe (Gökyüzü) ve dalgalarla dolu denize, ikisi de Allah'ın hikmet ve kudretine delâlet ettiklerinden dolayı yemin edilmiştir. İşte bu hikmet ve kudretler ahiretin mümkün olduğunu gerçekleştiriyor, meydana geleceğinin kesinliğini ve meydana gelmesinin gerekliliğini de ispat etmiş oluyor.
Gökyüzünün delâleti üzerinde, biz bundan önce Kaf Suresi'nin tefsirinin 7. açıklama notunda izahlarda bulunduk. Bir kimse, inkarcılığın peşin hükmüne saplanmadan iyice incelerse kalbi şunu tasdik eder: "Yer üzerinde bu kadar büyük miktarda su kütlesinin toplanması hiçbir tesadüf sonucu olmayan, kendi başına, san'atkarane ve düzenle yapılmış bir olaydır. Hem de bununla o kadar sayısız hikmetler ilgilidir ki tesadüfen böyle hikmetlice, çok ince hesaplarla hazırlanmış bir sistemin kurulması mümkün değildir. Bu denizde sayısız hayvanlar yaratılmıştır.
Bunlardan her cinsin vücut düzeni, içinde yaşaması gerektiği derinliğe tam uygun olarak yaratılmıştır. Hergün içinde ölen yüzbinlerce hayvan cüsseleri, bozulup kokuşmasın diye suyu tuzlu yaratılmıştır. Yerin yarıklarından geçerek derinliklerine inmesin, ne de kara üstüne yayılarak onu suya boğmasın diye suyu belli ölçüde doldurmuştur. Hatta milyonlarca seneden beri o, bu ölçüde durdurulmuştur. Bu muazzam su kütlesinin var ve sürekli oluşundan dolayı yeryüzünün kuru bölgelerine düzenli yağmur ulaşıyor. Bu sisteme güneşin sıcaklığı, havanın esişi tam bir kaide içerisinde yardımcı oluyor. Denizin boş olmaması ve çeşitli yaratıkların onun içinde bulunmasından dolayı insan, gıdasının ve ihtiyaç duyduğu pekçok şeylerin büyük bir miktarını elde ediyor. Denizin bir ölçüde durmasından dolayı üzerinde insanların yerleştiği kıt'a ve adalar meydana geliyor. Denizin değişmeyen sabit bir takım kaidelerine uyarak burada gemicilik yapabilmesi de mümkün olmuştur. Bir hikmet sahibinin hikmeti ve bir Kadiri Mutlak'ın muhteşem kudreti olmadan bu ahenkli deniz sistemi düşünülemez. Ve ne de insan ve yeryüzünün diğer yaratıklarının çıkarlarının denizin bu düzeni ile derin ilgisinin rasgele kurulduğu da düşünülemez. Bundan sonra artık, bir kimse Hakim ve Kadir olan Allah'ın, insanın yeryüzüne yerleşmesi için sayısız düzenlemelerle birlikte bu tuzlu denizi de o düzene uygun olarak yarattığını kabul eder, bu düzenden yararlanır ve fakat hesaba inanmazsa eğer ahmaklık etmiş olur. Çünkü bu hikmet sahibi Allah, denizlerle insanoğlunun tarlalarını sulayacak, onunla da insana rızık verecek, ama "Benim verdiğim rızkı yedin de hakkını nasıl verdin?" diye asla sormayacak mı? Ve o Allah, bu denizin sırtında gemilerini dolaştırma gücünü insana verecek ama, "Bu gemiyi sen hak ve doğrulukla mı dolaştırdın ya da onunla dünyada vurgunculuk mu yaptın?" diye hesaba çekmeyecek mi? Kudretinin en küçük bir tezahürü, bu muazzam denizin yaratılması olan bir Kadir'i Mutlak'ın, gökyüzünde dolaşan bu boşluktaki küre üzerine bu kadar büyük miktarda suyu sabit tutanın, bu kadar büyük miktarda tuzu bu deniz içinde eritenin, çeşit çeşit, sayısız yaratıkları onun içinde yaratıp sonra da hepsinin rızkını onun içinde hazırlayanın ve her sene orada milyonlarca ton suları yükseltip havanın içine çekerek milyonlarca kilometre kare kuru bölgelere onu sistemli bir şekilde yağdıranın insanı bir kere yarattıktan sonra onu yeniden yaratmak istese de yaratamayıp aciz kalacağını düşünmek de büyük bir geri zekalılıktır.
9 O gün gök, sarsılıp çalkalanır.7
10 Ve dağlar bir yürüyüş(le yerlerinden oynayıp) yürür.8
11 İşte o gün, yalanlayanların vay haline.
12 Ki onlar, 'daldıkları saçma bir uğraşı' içinde oynayıp-oyalananlardır.9
13 Cehennem ateşine, 'küçültücü bir sürüklenme ile' sürüklenecekleri gün;
14 (Onlara şöyle denir:) "İşte sizin yalanlamakta olduğunuz ateş budur."
15 "Bu da bir büyü mü, yoksa siz mi görmüyorsunuz."10
16 "Girin ona; artık ister sabredip-dayanın, ister sabretmeyin. Sizin için birdir. Siz ancak, yaptıklarınızla cezalandırılıyorsunuz."
17 Hiç şüphesiz muttakiler,11 cennetlerde ve nimet içindedirler;
18 Rablerinin kendilerine verdikleriyle 'sevinçli ve mutludurlar.' Rableri, kendilerini 'çılgınca yanan cehennemin' azabından korumuştur.12
AÇIKLAMA
7. Ayet içinde "Temuru's-Semau mevran" kelimesi geçmektedir. "Mevran" Arapça'da dolaşmak, heyecanlanmak, coşmak, salınarak yürümek, gezinmek ve tekrar tekrar ileri geri hareket etmek için kullanılır.
Kıyamet günü gökyüzünün alacağı durum bu kelimelerle açıklanarak, o gün kainatın bütün düzeninin alt üst olacağı ve gökyüzüne bakanların o her zaman aynı biçimde gözüken bir atlas gibi olan gökyüzünün bozulduğunu ve her tarafta bir kaynaşmanın koptuğunu görecekleri hatırlatılıyor.
8. Diğer kelimelerde dağları sapasağlam tutan yeryüzünün o tutuşu gevşeyecek, dağlar da köklerinden sökülerek uçuşup giden dağınık bulutlar gibi fezada uçuşmaya başlayacaklardır.
9. Belirtilmek istenen şudur: "Hz. Peygamber'den (s.a) kıyamet, ahiret, cennet ve cehenneme ait haberleri işitip onları alay konusu yapıyorlar. Saygı ile onları inceleme yerine, sırf eğlenmek için bu konular üzerine söz ebeliği ediyorlar. Ahiretle ilgili onların konuşmalarının gayesi hakikati anlamaya çalışmak değil, bilakis gönül eğlendirdikleri bir oyundur. Ve onlar gerçekten hangi akibete uğrayacaklarını hiç düşünmüyorlar.
10. Yani, dünyada peygamber sizi bu cehnenem azabı ile korkuttuğunda siz; "Bu sırf kelime oyunudur, sözle büyülemedir, bunlarla bizi ahmak yerine koyuyor" diyordunuz. Şimdi söyleyin! Önünüzdeki şu cehennem o sihrin bir görüntüsü müdür, yoksa size haber verilmiş olan, hakikaten hakettiğiniz bu cehennemi, hâlâ göremiyor musunuz?
11. Yani, peygamberlerin verdiği habere iman ederek dünyada kendini kurtaran ve insanı cehenneme layık kılan düşünce ve hareketlerden sakınan o kimseler.
12. Bir kimsenin cennete gireceğini belirttikten sonra tekrar onun cehennem azabından kurtarıldığını belirtmeye görünüşte hiçbir ihtiyaç yoktur. Ama Kur'an-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde bu iki söz ayrı ayrı olarak kişinin cehennem azabından kurtulması kendi başına büyük bir nimet olduğu için anlatılmıştır. Ve "Allah (c.c) onları cehennem azabından kurtardı" buyruğunda, aslında kişinin cehennemden kurtulması Allah'ın fazlı ve keremiyle mümkündür. Yoksa "Beşeri eksiklikler her kişinin amelinde öyle kusurlar meydana getirir ki, Allah merhametinden dolayı göz ardı etmeseydi de şiddetli bir hesaba çekseydi hiç kimse yakalanmaktan kurtulamazdı" hakikatine işaret vardır. Bundan dolayı cennete girmek ne kadar büyük bir nimetse, insanoğlunun şu cehennemden kurtulması da ondan daha az bir nimet değildir.
19 "Yapmakta olduklarınızdan dolayı afiyetle yiyin ve için."13
20 Özenle dizilmiş tahtlar üzerinde yaslanıp-dayanmışlardır. Ve biz onları iri-ceylan gözlü hurilerle evlendirmişiz.14
21 İman edenler ve soyları da kendilerini imanda izleyenler (var ya); biz onların soylarını da kendilerine katıp-eklemişiz. Onların amellerinden hiç bir şeyi eksiltmedik.15 Her kişi, kendi kazanmakta olduğuna karşılık bir rehindir.16
22 Onlarla, istek duyup-arzuladıkları meyvelerden ve etten de bol bol verdik.17
AÇIKLAMA
13. Burada "Henîen" kelimesi, içinde çok geniş bir mânâ taşımaktadır. Cennette insanlar, elde edecekleri herşeyi hiçbir eziyet ve zahmet olmadan elde edeceklerdir. Onların tükenmesi ya da azalması diye bir endişe olmayacak. O nimetler için insanın hiç masraf yapması gerekmeyecek. Onlar cennet ehlinin arzusuna ve gönlünün isteğine uygun olacak, ne zaman isterse hemen getirilecek. Orada bir misafir gibi bulunmayacak ki gönlünden geçeni istemekten utansın. Hepsi onun geçmiş amellerinin karşılığı ve önceki kazançlarının meyvesi olacak. Yemesi içmesinden dolayı hastalanma tehlikesi olmayacak. O nimetler açlığı gidermek ve hayatı devam ettirmek için değil, sadece zevk almak için olacak ve kişi ondan ne kadar zevk almak istiyorsa alacak, bundan dolayı da hiçbir hazımsızlık ve rahatsızlık duymayacak.
O gıdalar hiçbir şekilde pislik meydana getirici de olmayacak. Bundan dolayı "zevkle" dünyada yeme içmenin mânâsı cennette zevkle yeme içmenin mânâsından farklıdır. Ondan kat kat fazla, geniş, yüksek ve üstündür.
14. Fazla bilgi için bakınız: Saffat an: 26-29, Duhan an: 42.
15. Bu konu bundan önce Rad Suresi ayet 23 ve Mü'min Suresi ayet 8'de geçmişti. Ama burada o iki yerden daha da fazla büyük bir müjde verilmiştir.
Rad Suresi'ndeki ayette sadece: Cennet ehlinin babaları, dedeleri, evlatları, hanımları ve hanımlarından salih amel işlemiş olan kişiler de topluca onlarla cennete gireceklerdir, buyurulmuştu. Mü'min Suresi'nde de iman ehli hakkında melekler, Allah Teala'dan "Onların çocukları, eşleri ve babalarından salih amel işlemiş olanları da cennette onlarla buluştur" diye dua ettikleri anlatılmıştır.
Burada o iki ayetten daha fazla olarak şöyle buyurulmuştur. Eğer çocuklar, hangi iman derecesinde olursa olsun babalarının izinden gidiyor, onu takip ediyorsa, babalarının daha da güzel iman ve amelinden dolayı layık oldukları dereceye layık olmasalar bile, babaları ile buluşturulacaklardır. Bu buluşma arasıra birbirinin giderek başka biriyle buluşması gibi olmayacak. Onun için "Elhaknâhüm" kelimesi kullanılmıştır. Mânâsı: Onlar cennete onlarla birlikte bırakılacaklardır, demektir. Buna ilaveten, evlatla buluşturmak için babaların derecesi düşürülerek onlar aşağıya indirilmeyecek, aksine babalarla bir arada olmak için çocukların derecesi yükseltilerek onlar daha yükseğe ulaştırılacaklardır, açıklaması ile gönüller teskin edilmiştir. Burada şunu bilmek gerekir ki, bu ilahi buyruk ergenlik çağına ulaşıp da irade ve kendi isteği ile iman etmeye karar vermiş ve kendi arzusu ile imanlı ve sağlam büyüklerinin peşinden gidip, onlara uymuş olan büluğ çağına ermiş çocuklar hakkındadır. Mü'min bir kimsenin ergenlik çağına ulaşmadan önce ölen çocuklarına gelince, bunlar hakkında iman küfür, günah ve sevap gibi bir problem yoktur. O halde bunlar doğrudun doğruya cennete gidecekler ve babalarının gönülleri rahat etsin diye onlarla birlikte konulacaklardır.
16. Burada "Rehin" kelimesinin istiareli kullanılması geniş mânâ taşımasına sebep olmuştur. Bir kişi birinden bir miktar borç alır, borç veren de alacağının ödenmesi için teminat olarak borçlunun bir şeyini kendi yanında rehin tutarsa, o borcunu ödemediği müddetçe rehin geri verilmez. Belirtilen süre geçmesine rağmen rehin olan malını kurtarmazsa o rehin olunan şey alacaklının mülkiyetine geçmiş olur. Allah ile insan arasındaki muamelenin biçimi burada bu şekilde bir muameleye benzetilmiştir. Allah'ın insana dünyada bahşetttiği mal, mülk, güç, kuvvet, irade ve kabiliyetler, sanki Mevla'nın kullarına verdiği birer borçtur.
Bu borcun teminatı olarak da kulların nefsi Allah (c.c) katında rehindir. Kul bu malı, mülkü, bu güçleri ve iradeyi sağlam biçimde doğru yolda kullanarak iyilikler yapıp sevaplar kazanmak suretiyle borcunu öderse rehin olan şeyi yani nefsini kurtaracaktır. Yoksa o tutulup bırakılmayacaktır.
Önceki ayetin hemen arkasında bu mesele şu bakımdan buyurulmuştur ki; salih amel işlemiş mü'minlerin kendileri ne kadar yüksek dereceli kimseler olurlarsa olsunlar, çocuklarının rehinlerini geri alabilmeleri ancak kendi kazandıkları ile, kendi nefislerini kurtarmaları ile olabilecektir. Baba ve dedenin kazandığı sevaplar çocukları kurtarmayacaktır.
Evlat herhangi bir derecede olsa iman ve salih kimselere uyması sebebi ile kendini kurtarırsa elbette cennete onu aşağı mertebelerden yükseltmek, yüksek derecelerde baba ve dedeyi buluşturmak artık Allah'ın fazlı keremidir. Baba ve dedenin iyiliklerinin çocuklara yararı dokunabilir. Ama kendi kazançlarından dolayı, kendilerini cehenneme layık kılmışlarsa, baba ve dede hatırına, onların cennete konulması hiçbir surette mümkün değildir.
Bununla birlikte bu ayetten şu da anlaşılır: Aşağı derecede iyi çocukların yukarı derecedeki iyi babalarla buluşturulması, aslında o çocukların kazancının sonucu değil, babalarının kazancının sonucudur. Kendi amelleri ile bu nimete layık olanların gönlünü hoş etmek için çocukları onlarla buluşturulacaklardır.
Bu bakımdan Allah derecelerini düşürerek onları çocuklarının yanına göndermeyecek, aksine çocuklarından uzak kalış onların üzülmesine sebep olup onların üzerine Allah'ın nimetinin tamamlanmasında bir eksiklik kalmasın diye çocuklarının derecesi yükseltilerek onların yanına gönderilecektir.
17. Bu ayette cennet ehline mutlaka her çeşit et verileceği anlatılmış, Vakıa Suresi'nin 21. ayetinde de kuş etinden onlara ikram edilip yedirileceği buyurulmuştur. Bu etin cinsinin ne olduğunu iyice bilmemekteyiz. Ama Kur'an-ı Kerim'in açıklamalarında ve bazı hadislerde cennetin sütü hakkında, onun hayvanların memelerinden çıkan süt gibi olmadığı, cennet balı hakkında; arıların yaptığı gibi olmadığı, cennet şarabı hakkında da onun meyvelerin çürütülüp çıkartılan suyundan olmadığı, bilakis Allah'ın kudreti ile bütün bunların kaynaklardan çıkıp nehirlerden akacağı şeklinde belirtildiği gibi; cennet etinin de kesilmiş hayvan etinden olmayacağı, ama bunun da Allah'ın kudreti ile yaratılacağı şekli ile yukardıkilerle kıyas edilebilir. Yeryüzü maddelerinden doğrudan doğruya süt, bal ve şarap yaratabilen Allah'ın aynı maddelerden, hayvanların etinden daha da lezzetli et yaratması, kudretinin üstünde değildir. (Geniş bilgi için bakınız. Saffat an: 25, Muhammed an: 21-23)
23 Orada bir kadeh kapışır-çekişirler ki, onda, ne 'boş ve saçma bir söz', ne de bir günaha sokma yoktur.18
24 Kendileri için (görevlendirilmiş hizmetçi) civanlar,19 etrafında dönüp dolaşırlar; sanki (her biri) 'sedefte saklı inci gibi tertemiz, pırıl pırıl.'
25 Kimi kimine dönüp sorarlar;
AÇIKLAMA
18. Yani o şarap, içilince sarhoş eden, lüzumsuz gevezelikler yaptıran, yahut söğüp saydıran, kavga gürültüye götüren veya dünya şarabından içenlerin yaptığı gibi çirkin hareketler yaptıran şarap gibi olmayacak. (Geniş bilgi için bakınız. Saffat an: 27)
19. Ayette "Ğılmanun lehum" buyurulmayarak "Ğılmânuhum" buyurulsaydı onların dünyadaki hizmetcilerinin cennette de onlara hizmetçi yapılacağı zannedilebilirdi. Halbuki cennete giren herkes dünyada onu hak ettiğinden dolayı cennete girecektir. Dünyada hizmetini yaptığı kimseye, cennete girdikten sonra da hizmet etmesine hiçbir sebep yoktur. Dünyadaki bir hizmetçi, iyi amelleri sebebi ile cennette, hizmet ettiği adama göre daha yüksek mertebede de olabilir. Bu bakımdan "gılmanun lehum" buyurularak o yanlış anlamaya fırsat bırakılmamıştır.
Bu ifade, cennette onlara hizmet için tahsis edilmiş erkek çocuklar olacağına açıklık getirmiştir. (Geniş bilgi için bkz. Saffat an: 26)
26 Dediler ki: "Biz doğrusu daha önce, ailemiz (yakın akrabalarımız) içinde endişe edip-korkanlardık."20
27 "Şimdi Allah, bize lütufta bulundu ve bizi, 'hücrelere kadar işleyen kavurucu' azabdan korudu."21
28 "Hiç şüphesiz, biz bundan önce O'na dua (kulluk) ederdik. Gerçekten O, iyiliği bol, esirgemesi çok olanın ta kendisidir."
29 Şu halde sen, öğüt verip-hatırlat; çünkü sen, Rabbinin nimetiyle ne bir kâhinsin, ne de bir mecnun.22
30 Yoksa onlar: "Bir şairdir, biz ona zamanın felâketlerini gözlüyoruz" mu diyorlar?23
31 De ki: "Siz gözetleyip-durun; çünkü ben de sizinle birlikte gözetleyenlerdenim."24
AÇIKLAMA
20. Yani, "Biz orada zevku sefaya kapılıp, kendi alemimize gömülüp gaflette yaşamıyorduk. Bilakis Allah'ın bizi mes'ul tutacağı bir iş yapmayalım diye daima içimizde korku taşırdık."
İnsana en çok günah işleten şeyin, kişinin çoluk çocuğunu rahat yaşatması ve onlara iyi bir servet bırakması düşüncesi olduğundan dolayı bu ayette; bilhassa "Kendi ev halkı arasında korkarak hayat geçirme" olarak zikredilmiştir.
Bu yüzden o haram kazanır, başkalarının hakkına tecavüz eder ve çeşitli haram yollara sapar. Bundan dolayı cennet ehli aralarında şöyle diyecekler: Akibetimizin kötü olmasından bizi bilhassa kurtaran şey, çocuklarımızın arasında yaşarken onların hayatını müreffeh yapmak, muhteşem bir istikbal hazırlamak düşüncesinde olmayışımızdır.
Bu düşünce onların uğruna ahiretimizi mahvedecek dereceye ulaşan bir yolu seçmemize kadar bizi zorlamamıştı. Ve çocuklarımızı azaba layık kılacak bir yola itmedik.
21. Ayette "Semum" kelimesi geçmektedir, çok sıcak rüzgar demektir. Bu kelimeyle anlatılmak istenen, cehennemden yükselecek olan yakıcı alevlerin sıcak rüzgarlarıdır.
22. Yukarıda ahireti gözler önünde canlandırdıktan sonra hitap yönü Mekke kafirlerinin kötü tutumlarına yöneltilmiştir. Bu kötü tutumları ile onlar Hz. Peygamber'in (s.a.) davetine karşı koyuyorlardı. Ayette hitap dış görünüşü ile Hz. Peygambere'dir. Ama aslında onun vasıtası ile bu sözlerin Mekke kafirlerine duyurulması istenmiştir. Her ne zaman Peygamberimiz (s.a) onların önünde kıyamet, haşir, neşir, hesap ve kitap, azap ve mükafat, cennet ve cehennem hakkında söz söylese ve bu konuları içine alan Kur'an-ı Kerim ayetlerini; bu bilgiler bana Allah tarafından verildi ve Allah'ın şu buyrukları bana vahiy yolu ile indi diyerek onlara duyursa, Mekkeli müşriklerin liderleri, dini önderleri ve azgın adamları bu sözlere ehemmiyet verip üzerinde durmadıkları gibi, halkın da ilgi göstermesini istemezlerdi. Bu bakımdan onlar Peygamberimiz'e bazen o bir kahin, bazen o bir deli, bazen o bir şair bazen de o kendi kendine bu enteresan sözleri, sırf kendi otoritesini kurmak için uydurarak, bunlar Allah'ın indirdiği vahiydir diyerek bizi aldatıyor diyorlardı. Onlar bu çeşit iftiralarla halkı Peygamber'e karşı şüpheye düşüreceklerini ve böylece bütün sözlerinin boşa gideceğini düşünüyorlardı. Onların bu sözleri üzerine Allah şöyle buyurmaktadır: Ey Peygamber! Gerçek olan şeyler surenin başından buraya kadar anlatılanlardır. Eğer bu insanlar hâlâ sana kahin ve mecnun diyorlarsa önem vermemeye devam et. Çünkü Allah'ın lütfu ile sen ne bir kahinsin, ne de bir mecnun.
Kâhin, Arapça'da falcı, gaipten haber veren, düzenbaz mânâlarında kullanılır. Cahiliyet döneminde bu apayrı bir meslekti. Kahinler yıldızları tanıyıp onlara mânâ verdiklerini iddia ediyorlardı. İtikadı bozuk adamlar da onların böyle olduklarını, ruhlar, şeytanlar ve cinlerle özel temasa geçmelerinden dolayı gizli bilgileri öğrendiklerini zannediyorlardı. Kaybolan bir şeyi ve nerede olduğunu gösterebileceklerine, çalınan bir şeyin kim tarafından çalındığını bildireceklerine, talihini soranlara talihinde ne yazdığını bildiklerine inanıyorlardı.
İşte bu maksatlarla halk onlara gidiyor, onlar da halktan birşeyler alarak karşılığında geleceklerine ait gayb haberleri söylüyorlardı. Çok kere bu kahinler, mahallelerde halkın ilgisini çekmek için yüksek sesle bağırarak dolaşırlardı.
Ayrı bir sınıf olarak tanındıkları kılık kıyafetleri vardı. Dilleri de genel konuşma tarzından ayrı idi. Kafiyeli, seci'li cümleleri kendilerine haz lehçe ile yarı terennümle söylerler ve genellikle herkesin kendi niyetine göre anlayacağı yuvarlak mânâlı cümleler kullanırlardı. Kureyş ileri gelenleri halkı aldatmak için Hz. Peygamber'e kahin olma iftirasını yalnızca halkın gözünden saklı olan hakikatleri haber verdiğinden dolayı yapmışlardı. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) iddiası Allah tarafından bir melek gelerek kendisine vahiy indirildiği idi. Hz. Peygamber'in (s.a.) öne koyduğu Allah'ın kelamı da kafiyeli idi, ama Arabistan'da hiç kimse onların bu iftirasına kanamazdı. Çünkü kahinlerin mesleğini, kılık kıyafetini, dillerini ve işlerini herkes biliyordu. Onların ne yaptığını, ne maksatla insanların onların yanına uğradığını, onların da onlara neler söylediğini, seci'li, kafiyeli cümlelerin nasıl olduğunu ve hangi konuları içine aldığını bilmeyen yoktu. Daha önemlisi hiçbir kahinin işi o halkın o vakitte yaygın olan inançlarına karşı bir inancı ele alarak gece gündüz onu yaymak için canını tehlikeye atması ve onun uğruna bütün halkın düşmanlığını kazanması değildi. Bu bakımdan Hz. Peygamber'e (s.a) kahinlik iddiasının, laftan ibaret olsa da hiçbir yakışık alacak tarafı yoktu. Bu yakıştırmanın Hz. Peygamber'e yakışabileceğini, Arabistan'ın en geri zekalı adamı bile kabul edemezdi. Bu şekilde Peygamberimiz'e, Mekke kafirleri kendi gönüllerini teselli için mecnun iftirasını da yapıyorlardı. Nitekim bu devrin bazı Batılı utanmaz yazarları, İslama karşı kin ateşlerini söndürebilmek için Peygamberimiz'e sar'a nöbeti geldiğini (hâşâ) ve bu nöbet sırasında onun ağzından çıkan sözleri insanların vahiy zannettiklerini iddia etmişlerdir. Böyle mânâsız iddia ve iftiraları akıl sahibi bir kimse, ne o zaman değer verilecek bir iddia kabul etmişti, ne de bu gün hiçbir kimse Kur'an'ı okuyup Hz. Peygamber'in (s.a) liderliğinin hayret edilecek zaferini gördükten sonra, bunların hepsini sar'a nöbetlerinin meydana getirdiği bir tezahür olduğuna inanır.
23. Yani "Biz bu adama bir felaketin gelmesini ve herhangi bir şekilde bizim peşimizi bırakmasını bekliyoruz. Galiba onlar, Muhammed ilahlarımıza karşı geldiğinden ve onların iyiliklerini inkar ettiğinden dolayı ya ilahlarımızdan biri O'na bir darbe indirecek veya bir kahraman ortaya çıkıp, bu sözleri duyarak kendinden geçecek ve onu öldürecek hayalinde idiler.
24. Bunun iki mânâsı olabilir. Biri: "Ben de sizin bu arzunuzun yerine gelip gelmeyeceğine bakıyorum." Diğeri: "Musibet size mi yoksa bana mı gelecek, bekliyorum."
32 Yoksa bunu kendilerine saçma-akılları mı emretmektedir? Yoksa kendileri azgın bir kavim midir?25
33 Yoksa: "Onu kendisi uydurup-söyledi" mi diyorlar? Hayır, onlar iman etmiyorlar.26
34 Şu halde, eğer doğru sözlüler iseler, onun benzeri bir söz getirsinler.27
35 Yoksa onlar, hiç bir şey olmaksızın mı yaratıldılar? Yoksa yaratıcılar kendileri mi?
AÇIKLAMA
25. Ayetin bu iki ifadesi, muhaliflerin bütün propagandalarını boşa çıkararak, onları tamamen açığa çıkarmıştır.
İspatlamanın özeti şudur: Kureyş'in önderleri çok akıllı görünerek dolaşıyorlardı, ama onların akılları; şair olmayan birine şair deyin, bütün milletin çok akıllı bir kimse olarak bildiğine deli deyin ve kahinlikle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan birine zoraki kahin kararını verin mi diyor? Madem ki bu adamlar akla göre hükmedip karar veriyorlar, doğru dürüst hükümle karar versinler. Birbirine tamamen zıd kararlar, birbirleriyle uyuşup birleşmez. Nihayet bir insan aynı anda hem şair hem deli hem de kahin olamaz. Deli olan ne kahin olabilir ne de şair. Kahin ise şair olamaz, şairse kahin olamaz. Çünkü şiir dili ve anlattığı konular ayrı şeylerdir. Kahinliğin dili ve konuları ayrı şeylerdir. Bir söze aynı anda hem şiirdir demek, hem de kahinliktir diye karar vermek şiir ve kahinliğin farkını bilen insanın işi değildir.
Artık Hz. Muhammed'e karşı koymak için birbirine zıt bu sözlerin akıldan değil, baştan başa inat ve vicdansızlıktan kaynaklandığı açığa çıkmaktadır.
Kavmin bu büyük liderleri kaynayan inatlarının içinde körleşerek ciddi hiçbir insanın değer vermeyeceği, ipe sapa gelmez iddialarda bulunmuşlardır. (Geniş bilgi için bkz. A'raf an: 104, Yunus an: 3, İsra an: 53-54, Şuara an: 130-131, 140-144)
26. Bu buyrukda denmek istenen diğer bir ifade şudur: "Kureyşliler "Kur'an-ı Kerim Muhammed'in kendi yazıp çizdiği sözlerden ibarettir" diyorlar. O'nun sözü olmadığını onlar da biliyor, dil erbabı olan başkaları da biliyor. Sadece onu işitip bunun bir insan sözünden çok daha üstün ve yüce olduğunu açıkça hissettiklerinden değil, Hz. Muhammed'i (s.a) tanıyan herkes hakikaten onun sözü olmadığını anlayabilir. O halde sözün açıkçası ve doğrusu; Kur'an-ı Kerim'e Peygamber'in sözüdür diyenler, gerçekte iman etmek istemeyenlerdir. Bu yüzden de çeşitli, asılsız bahaneler uyduruyorlar. Onlardan bir bahane de işte ayette belirtilenlerdir. (Geniş bilgi için bkz. Yunus an: 21, Furkan an: 12, Kasas an: 64, Ankebut an: 88-89, Secde: 1-4, Fussilet an: 54, Ahkaf an: 8-10.
27. Yani mesele, bunun (Kur'an-ı Kerim'in) Hz. Muhammed'in (s.a.) sözü olmamasından ibaret değildir. Gerçek şu ki: Bu serapa insan sözü değildir. Ve böyle bir kelam yazılıp kitap haline getirilmesi insan gücünün üstündedir. Eğer siz buna insan sözü diyorsanız, o halde bu paye ve seviyede bir insan düzenlemesi olan kelamı getirip gösterin bakalım. Şu meydan okuyuş sadece Kureyş'e değil, hatta bütün dünya inkarcılarına ilk defa bu ayette yapılmıştır. Bundan sonra üç defa Mekke'de daha sonra da Medine'de son kere tekrarlandı. (Bakınız Yunus: 38, Hud: 13, İsra: 8, Bakara: 23) Fakat hiç kimse ne o zaman, ne de ondan sonra bugüne kadar Kur'an'a karşı çıkarılan bir insan eseri olan bir kitabı öne sürme cesaretini gösterememiştir. Bazı insanlar bu meydan okuyuşun gerçek şeklini anlamadıklarından dolayı diyorlar ki; "Değil, bir Kur'an, bir kişinin stilinde bile, başka biri, nesir veya nazım yazamaz. Homer, Mevlana, Şekspir, Göthe, Galip, Togor, İkbal bu bakımdan benzersiz kimselerdir. Onları taklit ederek, onlar gibi söz söyleyip yazmak kimsenin gücü, işi değildir."
Kur'an-ı Kerim'in meydan okuyuşuna bu cevabı verenler; "Bu sözün bir benzerini getirsinler" ifadesini Kur'an-ı Kerim tarzında yazılmış, onun gibi bir kitap yazmak şeklinde anlamışlardır. Halbuki bu meydan okuyuştan maksat, üslupta aynilik değil, aksine istenen; sadece Arapça ile yazılmış olmasa da dünyanın herhangi bir diliyle yazılmış da olsa Kur'an-ı Kerim'i bir mucize yapan özellikler açısından ona eş olabilecek seviyede bir kitabı getirin bakalım, demektir.
Özet olarak bazı önemli özellikler aşağıya alınmıştır. Bu özelliklerden dolayı Kur'an-ı Kerim önce de mucize idi, bugün de mucizedir:
1) Kur'an-ı Kerim, indiği dilin edebiyatının en üstün ve en muhteşem örneğidir. Bütün kitapta bir tek cümle dahi ölçüden sapmış değildir. İşlenen her konu en ölçülü kelimeler ve en uygun ifadelerle anlatılmıştır. Bir konu tekrar tekrar anlatılmıştır. Ve her tekrarda anlatış tarzı yenidir. Tekrarlamadan dolayı asla bir çirkin görüntü meydana gelmemektedir. Başından sonuna kadar bütün kitapta kelimelerin oturtuluşu, zümrütlerin traşlanarak hassasiyetle yuvalarına yerleştirilmesi gibidir. Söz o kadar tesirlidir ki, lisan erbabı birinin onu dinleyip de başının dönmemesi mümkün değildir. Hatta muhalif, inkarcı birinin ruhu bile vecde gelmektedir. 14 asır geçtikten sonra bile bu güne kadar bu kitap kendi dilinin edebiyatının en yüksek örneğidir. Eşit seviyede olması bir tarafa, hatta ona yakın olabilecek, onun değer ve seviyesine ulaşabilecek Arapça bir kitap yoktur. Mesele bundan ibaret değildir; zira bu kitap Arapça'yı öyle sarmıştır ki, 14 asır geçmesine rağmen bu dilin fesahat ölçüsü, kitabın koyduğu ölçüdür. Halbuki bu kadar uzun zamanda diller değişerek başka şekiller alıyorlar. Bu kadar uzun zamandanberi yazılış, cümle kuruluş, karşılıklı konuşma, gramer ve kelimelerin kullanılışı noktasında aynı şekilde kalan dünyada hiçbir dil yoktur. Ama bu sadece Arapça'yı yerinden kıpırdatmayan Kur'an-ı Kerim'in gücüdür. Bugüne kadar onun bir tek kelimesi bile kullanılmaz hale gelmemiş, her cümlesi Arap edebiyatında hâlâ kullanılmaktadır. O'nun edebiyatı bugün de Arapça'nın edebiyat ölçüsüdür. Yazı yazma ve konuşmada hâlâ bin dört yüz sene önce Kur'an-ı Kerim'de kullanılan dil tarzı fasih dildir. Dünyanın hiçbir dilinde bu değerde bir insan eseri var mıdır?
2) Bu, beşe