Hasan KÖSE - Eğitimci-Yazar
Son dört sene de olduğu gibi bu sene de kamu çalışanlarını Memur-Sen temsil edecek. 2013 verilerine göre kamuda 3 milyona yakın kamu çalışanından 1 milyon 468 bin 21'i sendikalı. Sendikalı personel sayısının 707. 562'si Memur-Sen'e bağlı federasyonlara üye ve 11 hizmet kolunun 10'unda yetki Memur-Sen'de toplanmış durumda. Doğal olarak; 'Kamu Sendikaları Heyet Başkanı' olarak toplu sözleşmede memurları Memur-Sen temsil ediyor.
Kamu çalışanı sendikalarının toplu sözleşme masasın getirecekleri; başta kamu çalışanı sendikalarına grev hakkı, memura siyaset hakkı ve totaliter kılık kıyafet yönetmeliğinin değiştirilmesi olmak üzere; ek ödeme, özel hizmet tazminatı, ek gösterge uygulamalarında ortaya çıkan adaletsizliklerin giderilmesi, sendika üyesi olan kamu görevlileri ile üye olmayanlar arasında fark oluşturacak Toplu Sözleşme İkramiyesinin artırılması, çalışma şartlarının düzenlenmesi ve iyileştirilmesi, 4/C'lilerin kadroya geçirilmesi, aile yardımından emeklilerin de yararlandırılması, maaş ve ücret kalemlerinin tamamının emekli maaşına da yansıtılması, kamu görevlilerinin üzerindeki ağır vergi yükünün hafifletilmesi, emekli ikramiyesinin ödenmesinde 30 yıllık süre sınırının kaldırılması, fazla mesai ücretinin ödenmemesini veya kısıtlanmasını ön gören düzenlemelerin kaldırılması, 0-6 yaş grubu çocuklar için en az 50 çalışanın bulunduğu iş yerlerinde Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) ve belediyeler bünyesinde, çalışma alanına yakın ücretsiz ve SHÇEK yönetmeliğine uygun ortak Bebek bakım üniteleri ve kreşler açılması" gibi birçok başlık var.
ILO 87. ve 98. sayılı sözleşmelerine göre grev hakkı doğrudan insan haklarıyla alakalı ve sendika hakkını muhtevidir. Sendikal örgütlenme ve ekonomik haklar ikinci kuşak insan haklarındandır. Resmi ya da fiili grev hakkını ihtiva etmeyen örgütlerin sendika olarak tanımlanıyor oluşu Türkiye ye has bir uygulama olarak özelde kamu çalışanına genelde halka güvensizliğin, karar ve temsil hakkı inkarının en büyük göstergelerinden biridir. Denmektedir ki; "eğer kamu çalışanının grev hakkı olursa" akıl dışı ve imkan dışı talepler dayatırlar ve bu da fitneye sebep olur." Bu "demokrasi seçimden ibaret değil" diyerek darbeleri meşrulaştıran aklın bir başka yansımasıdır. Oysa ileri demokrasi yetki paylaşımının sivil toplum kuruluşlarına hatta bireylerin dahi süreçlere katılımlarına kadar derin bir saygı durumudur.
Avrupa'daki memurlarla Türk memurlar arasındaki 2,5 katlık maaş farkı mali ve ekonomik seviyemizle alakalı değil, bir siyasi tercihtir. Bu nedenledir ki maalesef hala OECD ülkeleri içinde en zengin kesimle en yoksul kesim arasındaki uçurumun en büyük olduğu, gelir dağılımının en bozuk olduğu, yoksulluk oranının en yüksek olduğu ülkelerden biriyiz. Her zaman orta sınıfın politik tercihi istikrardan yana olmasına rağmen iktidar orta sınıfı güçlendirip, genişletecek bir ücret politikasından kaçınmaktadır. Bu da değişimi ne kadar istediği kuşkularını artırmaktadır. Çünkü dünyanın hiçbir yerinde güçlü bir orta sınıfa sahip olmayan toplumlarda sağlıklı değişim ve dönüşümler olmaz. Toplumlar bir sarkaç gibi ifrat ve tefrit arasında gider gelir. Bir taraftan makarna tartışmalarıyla sandık yıpratılırken, yevmiyeli eylemciler günlük 200 tl ye sokakları harabeye çevirir.
2002 yılından beri Türkiye ekonomisinin on yıllık büyümesi reel olarak %77 iken memur maaşları ortalama % 25-30'luk bir erimeyle karşı karşıyadır. Dolayısıyla bu yıl bu açık kapatılmalıdır ve bundan sonraki yıllarda da enflasyon karşısında korunmaya çalışılmalıdır. Daha da öncelikli olan tüm kamu çalışanı maaşları için mevcut miktarlarından bağımsız olarak ilkesel bir tanım yapılması ve hükümetçe telaffuz edilmesidir.
Bu güne kadar maaşların mevcut hallerine göre oransal ya da seyyanen yapılan artışlar hep konjonktürel politik ve mali baskılara kurban edilmiştir. Maaş ve ücret artışlarında "enflasyon yerine açlık sınırı, yoksulluk sınırı, toplum ortalaması, kurumlar arası kariyer eşitliği ve ortalaması, kariyer ortalaması" ölçü alınmalıdır. Kamu çalışanlarını maaşlarının mutlaka kendi içinde merkeze çekilmesi gerekmektedir. İki kurum arasında aynı kariyerde ki kamu çalışanının farklı ücret alıyor olması adalet duygusunu örselemekte ve mevzi yolsuzluklara psikolojik asgari oluşturmaktadır.
Bu ilkeler; "kamu çalışanı ücretleri aile bazında yoksulluk sınırının altına düşürülemez", "öğretmen, polis ve asker kariyer ortalamaları ve maaşları aynı olmak üzere, en yüksek kamu çalışanı ile en düşük kamu çalışanı ücretinin ikiye bölünmesiyle bulunan ortalamanın altına düşürülemez" gibi prensipler adalet arayışına hizmet eder ve kamu çalışanlarının iş motivasyonuna katkı sağlar. Mesleklerin kendi özel durumlarına göre verilmesi gereken ücret, tazminat ve ödenek farkları teknik ayrıntıdır. Bu konuda toplu sözleşmede her iş için tavan rakamlar belirlenip, griye kalan ayarlamalar maliyeye bırakılabilir.
Toplu sözleşme masasını ayrıntıya boğmak çok iş yapılıyor görüntüsü vermekle beraber genel mali haklar ve yaşam standardı konularında hayal kırıklığı oluşturmaktadır. Bu da örgütlenme ve sendikalaşmaya karşı bir genel güvensizlik oluşturmaktadır. Kamu görevlilerinin her türlü sorunu elbette sendikaların ve toplu sözleşme masasının konusudur, fakat her şeyden önce kamu görevlilerinin kendileri ve ailelerinin insanca yaşam düzeyinin garantiye alınması gerekir.
Kamu çalışanı ücretleri yalnızca memurlar için geçim hükümetler için de mali denge meselesi değildir. Tüm ücretlere örnek teşkil etmesi dolayısıyla piyasaya ve ekonomiye etkisi, servetin çalışanlar üzerinden tabana dağılması meselesidir. Bu yolla biriken tasarrufların yeni piyasa dinamiklerini oluşturması meselesidir. Zorunlu toplumsal değişiminin dayanacağı geniş kitlenin sürekliliğinin sağlanmasıdır.
Çalışan bir aile reisi çalıştığı bir işle Avrupa Sosyal Şartı gereği olsa da geçimini sağlayamayınca ikinci-üçüncü iş yapmak zorunda kalıyor ya da, karı-koca çalışanlarda kreş-bakıcı ve ya sokakta kalan çocuklar ebeveyn ve toplumla dramatik bir değer çatışmasına girip travmatik bir nesil oluyorlar. Sonra da onların Taksim ve çevresinde ki grafitlerini görünce şok oluyoruz. Anne baba sorumlulukları olduğu için belli usuller çerçevesinde tepki gösteriyor olsa da savrulmuş gençlik ebeveynlerinin çalışsalar da sefalet içinde yaşamalarına isyanı ölçüsüz taşkınlıklara neden olacak şekilde sergiliyor. Oysa bu farklar yıllarca kuşak çatışması olarak ortaya koyuluyordu. Bu kuşak çatışması değil değer ve kimlik kırılmasıdır. Bunun en önemli nedeni ebeveynin çocuklarıyla paylaşmaları gereken sosyal ve psikolojik imkan, ortam ve zamanın azlığıyla oluşan "yabancılaşmadır." Bu düşük ücret ve angarya fazla mesai politikalarıyla kitleleşmiş ve kangrenleşmeye doğru gitmektedir.
Bu ülkede çalışanların yüzde 60'ının örgütlü olduğu bir durumla alınamayan bir hak çalışanların yüzde 100'ünün örgütlü olması durumunda da alınamaz. Sorun insandan, ülkeden, kültürden, emek ve değerden, siyasetten,sendikadan sendika siyaset ilişkisinden, siyaset demokrasi ilişkisinden, siyaset ve demokrasiyle birey ilişkilerinden ne anlaşıldığı sorunudur.
Ömür boyu çalışsa da gün yüzü görmeyeceği inancına mahku00fbm edilmiş insanlardan oluşan bir ülke, saray ve medya oyunlarıyla el değiştirebilen bir rant dağıtım aracı iktidar ve devlet, hangi iktidar gelirse gelsin değişmeyen kirli mülkiyet ve iktidar ilişkilerini bozacak yol ne kapitalist özel mülkiyet tekelciliği ne de sosyalist devlet tekelciliğidir.
En sağlam yol eşit mülkiyet hedefidir. Bunun için de üretim işlerinde emeğin üretimine katıldığı değerden alacağı payı sermayeyle eşitleninceye kadar yükseltilmesi ve emekçiler arasında adil dağılımı, hizmet işlerinde hizmet edenin yaşam koşullarını hizmet ettiği kişi, aile veya şirket sahiplerininkine ulaştırılması, kamu çalışanların da en az toplum ortalamasına çıkarılmasıdır. Çalışsa da yoksulluk sınırının altında kalanlara da diğer ihtiyaç sahiplerine de servetleri temerküz lanetinden korumak için en tavandan aşağıya doğru güncel reel makro ihtiyaç ortalamasına göre belirlenecek bir oranla vergi alınarak tabana verilmesidir.
Toplu sözleşme sırasında sıkışan iktidar hemen "asgari ücretli" ve "işsizleri" gösteriyor. Oysa asgari ücreti kamu çalışanları belirlemiyor, hükümet belirliyor ve asgari ücretliler ile kamu çalışanının patronu farklı olduğu için onlardan esirgenen onurlu yaşam ücreti kamu çalışanına verilmiyor. Bilakis işverenlere aktarılmış oluyor. İşverenler çalışanın hak ve onurunu düşünmüyorlar ve adalet kavramını kasalarının dışında tutuyorlar. Dolayısıyla asgari ücret kamu çalışanın kabahati değildir.
İGİAD on senedir hükümetin belirlediği asgari ücretin iki katından aşağısına çalıştırmak insani değil diyerek bu ülkede üretim ve ticaret yapmaya devam ediyor ve gün geçtikçe de büyümeye devam ediyor. İGİAD insan haysiyetini merkeze alan, hakperest insanlardan oluşan bir işveren derneği olarak asgari ücretin iki katının çalışana verilerek de kazanılabileceğini göstermiştir. İGİAD'ın 2012 Ocak ayı itibarıyla çalışanlarına ödedikleri "asgari geçim ücreti" 1420 tl dir.
İşsizlik ise hükümetçe denetlenmeyen işyerlerinde angarya olarak işsizlikle korkutarak günlük ortalama 8 saat yerine 10 saat çalıştırılan emekçilerin ürünüdür. Böylece her beş emekçi kişiyi işsiz bırakıyor. İşsiz emekçilerin varlığı yoluyla da ücretleri baskı altında tutuyorlar. İşsizliğin de sorumlusu kamu çalışanlarının aldığı ücretler değil bizzat ve bilfiil hükümetlerin ücret ve istihdam politikalarıdır. Hatta eğer kamu çalışanları daha yüksek ücret alsa bunun yaratacağı piyasa canlılığından üretici, kazanacak, asgari ücretli kazanacak ve artacak istihsal ihtiyacı da istihdama neden olacaktır. Karşı karşıya getirilerek reddedilen şey bilakis derdin devasıdır. Bu hem Özal hem de Erbakan hükümetlerince uygulanmıştı ve halen o politikaların yüzü suyu hürmetine devam ediyoruz. Bu günkü Anadolu Sermayesi denen gücün oluşumunda söz konusu dönemlerin ücret politikalarının etkisi inkar edilemez.
Cumhuriyet döneminde Kamu çalışanı ücretler yoluyla 1950-1960 yılları arasında ve bir de 2000-2013 arasında cezalandırılmıştır. Hükümet yetkilileri her seferinde nominal büyüklük ve artışlarla konuyu saptırmaktadır. Petrol, altın, demir, çimento, elektrik ve doğalgaz ortalaması hayatın her alanına yansıdıkları için reel ekonomiyi ifade eder ölçülerdir. Bunların artış ortalamaları üzerinden kamu çalışanı ücretleri son on yılda en az ortalama % 25-30 eridi.
Ücretleri enflasyona ezdirmedik edebiyatı, ücretlerde hak edene hak ettiğini vermedik demenin bir başka biçimidir. Ücretler 2002 de hakkaniyetli değildi ki onu enflasyon karşısında koruyarak hakkaniyeti sağlamış olasınız. Önce kamu çalışanı ücretlerini yoksulluk sınırının üstüne çıkarırsınız ve bu hakkaniyete uygundur dersiniz. Sonra onu yılların enflasyon artışına karşı korursunuz bu da hakkaniyete uygun olur.
Hükümet kriz yılında (2009) kamu çalışanından esirgediği 7 milyar tl yi kazancının %90'ı üretim dışı faaliyetlerden olan sözüm ona sanayici sermayedarlara ötv ve kdv indirimi üzerinden fonladı. "Batıyoruz IMF'den borç alda bize ver" diye ağlayan KOÇ o yıl 4,5 milyar tl kar açıkladı. Onlar şimdi "gezide gezinirken" kamu çalışanları sağduyuyu takip ediyor fakat dayanacak mali güce de sahip olmaları gerekir. Yoksa giden ağam gelen paşam demesi içten bile değildir.