Tarih tekerrür ediyor, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan’ın halihazırdaki yöneticileri maalesef geçmişten ders almıyor. Dün “Büyük Arap Krallığı” vaadiyle Osmanlı Devleti’ne karşı İngilizlerle hareket edip “Arabistanlı Lawrence” olarak bilinen Thomas Edward Lawrance isimli bir İngiliz istihbarat subayının peşinden gidiyorlardı, bugün ise Türkiye, İran ve Katar gibi bölge ülkelerine sırt çevirip ABD ve İsrail’le birlikte hareket ediyor, Trump’ın damadı Jared Kushner’le iş tutuyorlar. Bu yöneticiler Osmanlı’nın Hicaz Seferi Kuvvetleri Komutanı Fahreddin Paşa’yı “kutsal emanetleri çalmakla” suçlarken Lawrence’ın evini onarıp restore etme kararı alıyorlar.
Eski ittifakların ve örgütlerin sonu
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’ın NATO için kullandığı “beyin ölümü gerçekleşti” ifadesini Birleşmiş Milletler (BM), Arap Birliği, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) gibi örgütler, eski paktlar ve ittifaklar için de kullanırsak abartmış olmayız. Güvenlik Konseyi’ndeki 5 daimî üyenin güdümündeki BM dünyadaki kritik sorunlara çözüm bulmakta ne kadar acizse, Suudi Arabistan ve BAE güdümündeki Arap Birliği ve İİT de (başta Filistin olmak üzere) bölgesel sorunların çözümünde o kadar acizler. Bu kurumların ve özellikle de Arap Birliği’nin beyin ölümü zaten gerçekleşmişti.
Suud toplumu da İsrail ile normalleşmeye karşı çıkıyor. Suud medyasının İsraillilere ve Yahudilere yakınlaşma girişimlerine rağmen, bir ABD kurumunun yaptığı ankete göre Suudi Arabistanlıların sadece yüzde 9’u İsraillilerle anlaşmayı, ticari ve sportif faaliyetleri destekliyor.
Bölgede yeni ittifaklar kuruluyor. Başta Suudi Arabistan olmak üzere BAE ve Mısır (Türkiye ve İran’ı karşılarına alarak) bölgede İsrail’le yeni ittifaklar kurma peşindeler. Dolayısıyla Filistin ve Keşmir sorununun çözümü için kurulan İİT ya yeniden yapılandırılıp BAE-Suudi Arabistan’ın güdümünden kurtarılmalı ya da geçen yıl Malezya’da Türkiye, Malezya, İran ve Katar arasında ilki yapılan “mini zirve” gibi etkili yeni alternatif çözümlere gidilmelidir.
BAE ve Bahreyn’in kararları malumun ilamı
İsrail’le hiçbir zaman savaşmamış ve Filistin davasına yarardan çok zararları dokunmuş olan BAE ve Bahreyn’in Tel Aviv’le masaya oturmaları bir nevi malumun ilamıdır. Bu iki ülke yıllardır kendi iç kamuoylarını bu anlaşmaya hazırladılar, karşı çıkan sesleri susturdular ve kapalı kapılar ardında İsrailli ve Amerikalı yetkililerle sürecin planlamasını yaptılar.
Fakat gerek Trump gerekse de Netanyahu, iki küçük devletçik olan BAE ve Bahreyn’den ziyade, Suudi Arabistan’la yapılacak benzer bir anlaşmayı diplomatik zafer olarak görmekteler. Körfez’in ağırlık merkezi ve “Sünni dünyanın lideri” Suudi Arabistan içinde olmazsa bu “zafer” eksik kalır. Trump’ın BAE ve Bahreyn’in ardından Suudi Arabistan’ın da “doğru zamanda” İsrail’le ilişkilerini normalleştireceği yönündeki açıklamasının ardından gözler Riyad yönetiminden gelecek açıklamalara çevrildi. Hatta İsrail medyası Riyad’ın Amerikan başkanlık seçimleri öncesi İsrail’le normalleşmeyi ilan edeceğini yazdı.
Nasıl ki Kral Faysal Filistin ve Kudüs tutumuyla tarihe geçtiyse, Veliaht Prens Bin Selman da aksi yönde, İsrail’le ilişkileri normalleştirerek tarihe geçme arzusunda. Fakat genç veliaht şu süreçte böyle bir kararın çok riskli olacağının farkında ve tıpkı BAE ve Bahreyn’in yaptığı gibi normalleşmenin alt yapısını oluşturmaya çalışıyor.
Kral Faysal ve Kaşıkçı’nın Kudüs hassasiyeti
Peki Suudi Arabistan bu zor kararı vermeye hazır mı? Bu soruyu cevaplamadan önce Suudi Arabistan’ın sıra dışı kralı Faysal bin Abdulaziz’in İsrail’le normalleşmeye karşı çıktığını, tüm adımlarını Kudüs’ü kurtarmak için attığını ve bunun bedelini de bir saray suikastı sonucu hayatıyla ödediğini hatırlatmak uygun düşer. Arapların İsrail’le savaşlarında hep Tel Aviv’in yanında yer alan Batılı ülkelere karşı petrol ambargosu başlatan Faysal’ın tek amacı Kudüs’ü işgalden kurtarmaktı. Yaptığı tarihi Kudüs konuşmasında dünyanın vicdanına seslenen Faysal, Kudüs ve oradaki mukaddesatın işgal altında olduğunu ve aşağılandığını belirterek Kudüs için canını vermeye hazır olduğunu ifade ediyordu.
Yine iki yıl önce bu zamanlar ülkesinin İstanbul’daki Başkonsolosluğunda hunharca katledilen Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı da Kudüs konusunda benzer bir hassasiyet ortaya koyuyordu. Katıldığı bir televizyon programında “Kudüs’ten ödün veren Harameyn’den ödün verir. Çünkü Kudüs Harameyn’in tamamlayıcısıdır. Biz Suudlular demeliyiz ki Kudüs’ten asla ödün vermeyiz. Zira Kudüs bizim indimizde Harameyn gibidir. Prens Muhammed ‘Kudüs Harameyn’den daha az önemde değildir ve benim projem ancak Kudüs’le tamamlanabilir’ diyebilir” şeklinde konuşuyordu.
Veliaht İsrail’le anlaşmanın altyapısını hazırlıyor
Maalesef Veliaht Prens Muhammed bin Selman kendi projesinin Kudüs’le değil, İsrail’le normalleşmeyle tamamlayacağı görüşünde. Nasıl ki Kral Faysal Filistin ve Kudüs tutumuyla tarihe geçtiyse, Veliaht Prens Bin Selman da aksi yönde, İsrail’le ilişkileri normalleştirerek tarihe geçme arzusunda. Fakat genç veliaht şu süreçte böyle bir kararın çok riskli olacağının farkında ve iktidar dizginlerini eline aldığından bu yana, tıpkı BAE ve Bahreyn’in yaptığı gibi normalleşmenin alt yapısını oluşturmaya çalışıyor.
Veliaht başından beri “normalleşme” adımları atıyor
Genç veliaht göreve geldiği ilk günden itibaren, Suud toplumu üzerinde bir toplum mühendisliğine soyundu. İsrail’le normalleşmeye karşı çıkan hukukçu aktivist, alim ve gazetecilere karşı geniş kapsamlı tutuklama operasyonları gerçekleştirdi. Bu tutuklamalardaki temel amaç aykırı sesleri susturarak Arap ve Müslüman kamuoyunu İsrail’le normalleşmeye alıştırmak ve dini yapıyı zayıflatmaktı. Buna karşın, şu süreçte İsrail’le normalleşmenin geçici alternatifi olarak, Yahudilere yakınlaşma seçeneğine yatırım yaptı.
Suudi Arabistan’ın “Rabıta” olarak bilinen teşkilatı Dünya İslam Birliği’nin Genel Sekreteri Muhammed el İsa -ki kendisi veliahda yakın isimlerdendir- geçen Ocak ayında Polonya’daki eski Nazi toplama kampı Auschwitz’i ziyaret ederek İsrail’in övgüsünü aldı. Bu bağlamda, Kabe imamlarından Abdurrahman es-Sudeys, 2-3 hafta önceki cuma hutbesinde, Hz. Peygamber’in Yahudilerle çok sıcak ilişkiler içinde olduğundan bahsederek Yahudilere güzellemeler yaptı. Hutbesinde Müslüman olmayan kesimlerle ve özellikle de Yahudilerle uluslararası diyalog ve işbirliğinin önemini vurguladı.
Suudi Arabistan’da normalleşmeyi destekleyen “Ümmü Harun” (Harun’un annesi) ve “Mahreç 7” (Çıkış 7) dizilerine destek verildi. Filistin davası sulandırıldı ve Filistinliler topraklarını satmakla suçlandı. Yine Suudi Arabistan bu yılın başlarında ilk defa film festivalinde Holokostu anlatan bir filmin gösterime gireceğini açıklamıştı; ancak yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını sebebiyle festival iptal edilmişti.
Medyanın Arap Yahudileri tarihine ilgisi
Yahudilere yakınlaşma adımları içinde medyanın da çok sık kullanıldığını görüyoruz. Arap News gazetesi geçtiğimiz günlerde Twitter ve Facebook hesaplarında, kısa süreliğine de olsa, logosunu ve arka plan resmini İbranice “Şana Tufa” yazısıyla değiştirerek yeni Yahudi yılını kutladı. Yine aynı gazete Lübnan Yahudileriyle ilgili uzun bir yazı dizisi yayımladı. Benzeri bir çalışmayı Suudi Arabistan topraklarında yaşamış eski Yahudi kuşakları için de yapmayı planlayan gazetenin yayın yönetmeni Faysal Abbas, tüm dünyadaki Arap Yahudilere ulaşmayı hedeflediklerini dile getirdi. Yine Suudi Arabistan’ın görece prestijli gazetesi Şarkul Avsat 7 Eylül tarihli nüshasında “Irak’ta Yahudi mirası: Terk edilmiş evler ve anılar” başlığıyla yayımladığı haberiyle benzer bir çalışmaya imza attı.
Suud medyası anlaşmayı kutlayarak verdi
Veliaht Prens Bin Selman öncelikle BAE ve Bahreyn’in İsrail’le normalleşme anlaşması imzalamasını bekleyerek ilk uluslararası tepkilerin dozunu görmüş oldu. Trump’ın damadı ve danışmanı Kushner’le görüşmesinden bir gün sonra İsrail’e hava sahasını açmak gibi bazı kolaylıklar sağlayarak bu niyetini açık etti. Bu minvalde medyayı devreye soktu. Suud medyası BAE ve Bahreyn’in İsrail’le normalleşme anlaşmasını adeta kutlayarak verdi. İngilizce yayın yapan Arab News barışın üç dildeki karşılığını “Salam, Shalom, Peace” sürmanşet verirken “Arap-İsrail ilişkilerinde yeni sayfa” başlığı altında gelecek döneme işaret ediyordu. Türkiye karşıtı haberlerin yoğun şekilde yer aldığı Ukaz gazetesi “Tarihe not düşüldü” manşetini vererek Trump’ın “Orta Doğu’nun yeni şafağı” açıklamasını ön plana çıkarırken Riyad gazetesi “BAE, Bahreyn ve İsrail arasında tarihi barış anlaşması” manşetini attı, BAE Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayid’in “Barış Filistinlilere destek olacak” açıklamasını gördü.
“Normalleşme” önündeki engeller
Yalnız Amerikan medyasında Kral Selman ile oğlu Veliaht Prens Muhammed bin Selman arasında görüş ayrılıklarına dikkat çeken iddialar dolaşırken Dışişleri Bakanı Faysal bin Ferhan Arap Birliği’nin “Arap Barış Girişimi” adıyla benimsediği Kral Abdullah’ın 2002’deki Beyrut inisiyatifinde yer aldığı üzere, başkenti Kudüs olan Filistin devleti kurulana kadar İsrail’le normalleşmeye karşı çıktıklarını açıkladı.
Gerçi Kral Faysal’ın oğlu ve istihbaratın başında uzun yıllar görev yapmış olan Prens Türki el Faysal, Kral ile oğlu arasında anlaşmazlık olduğu iddialarını doğrulamadı; fakat Riyad’ın normalleşme yarışında geride kalmasının önemli sebepleri arasında Kral Selman’ın geri adım atmamasının olması kuvvetle muhtemel. Bu da Kral Selman hayattayken bir normalleşme kararının alınamayacağı anlamına geliyor. Zaten Prens Türki de İsrail’le normalleşmenin bedelinin, bu ülkenin Kral Abdullah’ın Beyrut inisiyatifini kabul etmesi olarak açıklıyor. Ayrıca sarayda Kral Selman yalnız değil. Bazı prensler Riyad yönetiminin klasik Filistin politikasının sürmesinden yana.
Kral Selman’ın tavrı ve önceki Kral Abdullah’ın Beyrut inisiyatifi dışında, normalleşmenin önündeki bir diğer engel de Suudi Arabistan’ın dini konumu ve kendisine atfettiği Sünni Müslümanları birleştirici pozisyonu. Modern tarihi boyunca dış politikasında Filistin sorununu önceleyen Riyad, Filistin devletinin kurulmasını resmi politikası olarak belirlemişti. Kutsal topraklar Mekke ve Medine üzerinde vesayet hakkına sahip olan bir ülkenin İsrail’le normalleşme sürecine dahil olması, hem Filistin sorununun çözümünde elini zayıflatacak hem de Sünni dünyanın tepkisini alacağı için dini konumuna zarar verecek. Filistin kozunu İran’a kaptıracak olması da cabası. İslam dünyasının liderliğine soyunan bir ülkenin Filistin davasından vazgeçmesi adeta bir intihar olacak.
Suudluların sadece yüzde 9’u anlaşmayı destekliyor
Suud toplumu da böyle bir normalleşmeye karşı çıkıyor. Washington Uzak Doğu Politikaları Enstitüsü yaptığı bir ankette Suud toplumunun büyük çoğunluğunun normalleşme anlaşmasını desteklemediğine işaret ediyor. Suud medyasının İsraillilere ve Yahudilere yakınlaşma girişimlerine rağmen Suudluların sadece yüzde 9’u İsraillilerle anlaşmayı, ticari ve sportif faaliyetleri destekliyor.
İsrail’le normalleşmenin sebepleri
Peki, Veliaht Prens Bin Selman neden İsrail’le ilişkileri normalleştirmek istiyor? Esasında Veliaht Prens Nisan 2018’de The Atlantic dergisine verdiği röportajda, İsrail’in büyük bir ekonomi olduğunu söylüyor, birlikte birçok ekonomik projede beraber çalışma arzusunda olduklarını dile getiriyordu.
Suud ekonomisini ıslah etmenin İsrailsiz olamayacağı kanaati taşıyan Muhammed Bin Selman’ın 2030 vizyonunun en önemli ayağı olan Neom projesi, ilan edildiği tarihten bu yana hep bir İsrail projesi ve Tel Aviv yönetimiyle ilişkileri normalleştirme yolunda atılan bir adım olarak görüldü. Zaten projenin İsrail’in Eilat tatil beldesinin hemen karşısındaki Suudi topraklarında başlatılması da bu amaca işaret ediyor.
İsrail merkezli Globes gazetesi de geçenlerde Tel Aviv yönetiminin Suudi petrolünün İsrail üzerinden Akdeniz’e, oradan da Avrupa ve Güney Amerika’ya ulaştırılması için, İsrail ile Suudi Arabistan arasında petrol boru hattı inşa edilmesini öngören bir projeyi Riyad’a sunacağını yazmıştı. Ayrıca genç veliaht, tıpkı BAE ve Bahreyn gibi, İsrail’in güvenlik ve teknoloji sektörlerindeki tecrübesinden yararlanmak istiyor.
Bir diğer sebep ise İsrail’le birlikte hareket ederek İran’ı frenlemek. BAE İran’la daha dengeli bir ilişki kurarken Suudi Arabistan İsrail’in kendisini İran’dan koruyabileceğini düşünüyor. Ayrıca ABD’nin inişli çıkışlı politikaları bu ülkelere güven vermiyor ve İsrail’e yakınlaştırıyor.
Trump’ın havuç-sopa politikası
Burada Trump’ın izlediği havuç-sopa politikasının da normalleşme adımlarında etkili olduğu söylenebilir. Trump Körfez ülkelerini sürekli İran’la ve güvenliklerini sağlamamakla tehdit ederek sopa gösterdi. Birçok kez alaycı ifadelerle, ABD’nin koruması olmasa Suudi Arabistan’ın iki haftadan fazla dayanamayacağını dillendirdi. İsrail’le ticari, teknolojik ve güvenlik işbirliği ilişkilerini müjdeleyerek ise havuç uzattı. Beyaz Saray “Yüzyılın Anlaşması” planı üzerinden, ekonomik refah vaadiyle, Filistin sorununu bitirmeyi amaçladı. Tabii ki burada Prens Muhammed’in tahta çıkmasına onay verilmesi karşılığında bu normalleşmeye onay verebileceği tahmini de dile getiriliyor.
Sonuç olarak, tarih bir kez daha tekerrür ediyor. 16 Mayıs 1916’da Britanya İmparatorluğu ile Fransa arasında imzalanan Sykes-Picot anlaşmasının gizli sonuçlarının bedelini ağır şekilde ödeyen bazı Arap rejimleri, umarız ki ABD ile İsrail’in dayattığı “Yüzyılın Anlaşması” planıyla bir kez daha hayal kırıklığına uğramazlar. Tarihî bir kararın eşliğinde bulunan Suudi Arabistan’ın BAE ve Bahreyn’in yaptığı gibi bir normalleşme kararı alması, siyasî ve ahlakî bir intihar ve geçmişin inkârı olur. Aklıselimin ve ferasetin hâkim olması hepimizin dileği. Bekleyip göreceğiz.