Suud medyasının hedefi Türkiye

Suud medyasının bir süredir Türkiye karşıtı yayınlarına hız verdiği malum. Özellikle Ankara’nın (başını Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin [BAE] çektiği) bazı Körfez ülkelerinin Katar’a yönelik ablukasında Doha’yı kollamasının ve Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayetine yönelik sergilediği ahlaki tutumun akabinde, bu yayınlarda kullanılan dilin sertleştiğini, asılsız suçlamalar ve iftiraların havada uçuştuğunu söyleyebiliriz. Bardağı taşıran son damla ise tarihi gerçekleri saptırmanın ötesinde, Osmanlı İmparatorluğu’nu “Birinci DEAŞ devleti” diye tanımlayacak derecede küstahlaşmaları oldu.

Suud medyasındaki yeni Osmanlı tartışması, Yeni Zelanda’da geçen ay iki camiye yönelik gerçekleştirilen ve ellinin üzerinde Müslümanın şehit edildiği terör saldırısına Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın gösterdiği güçlü tepkinin ardından baş gösterdi. Türkiye’den temsil düzeyi yüksek bir heyetin Yeni Zelanda’ya gitmesi de ayrı bir rahatsızlık konusu oldu. Batılı liderlerin ve dünya medyasının katliama yönelik cılız tepkileri bir ikiyüzlülük örneği olarak karşımıza çıkarken, İslam ülkeleri yöneticilerinin ve medyasının tepkisi de maalesef olması gereken düzeyde değildi. İşin garip tarafı, Suud medyası katliama tepki göstermek yerine, Erdoğan’ın ve Türkiye’nin katliamın kurbanlarına gösterdiği ilginin arkasında maksadını aşan ihtimaller aramayı seçti.

Katliamdan Türkiye düşmanlığı çıkarma becerisi

Yeni Zelanda’daki terör saldırısından Türkiye düşmanlığı çıkaracak kadar akıl ve izandan yoksun bir medyayla karşı karşıyayız. Özellikle Ukaz gazetesi gönüllü şekilde bu işe soyunmuş durumda. Ukaz uluslararası toplumun sessizliğine, ikiyüzlülüğüne ve çifte standartlarına yoğunlaşıp Batı’da yükselen İslam düşmanlığına karşı mücadele konusunda kafa yormak yerine, Türkiye’nin terör kurbanlarına yönelik ilgisinden deli saçması anlamlar çıkardı.

Ukaz gazetesinin Hani ez-Zahiri isimli köşe yazarı, ekmeğini Türkiye karşıtı makalelerden çıkaran bir isim. Yeni Zelanda başbakanı başta olmak üzere tüm dünya katliamın yasını tutarken, bu sözde gazeteci “Yeni Zelanda katliamında kırmızı fesin kuyruğu” başlıklı bir makale kaleme aldı. “Kırmızı fes”le Osmanlı veya Türkiye’yi kastettiği makalesinde, Türkiye’nin katliamda parmağı olduğunu ve bunun ortaya çıkmaması için harekete geçtiğini ileri sürerek, Erdoğan’ın Müslümanların sorunlarına önem veren tek Müslüman lider imajı çizmek için hadiseyi kullandığı gibi “müthiş” bir saptamada bulundu. “Olayın sonuçları kime yarıyor ve bu olaydan kim kazançlı çıkıyor” şeklindeki basit kaideyi hatırlatan yazar, Türkiye’nin “bu katliamdan kazançlı çıkan taraf” olduğunu iddia ediyor. Geçmişte Türkiye’ye ziyaretler gerçekleştiren katilin, Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’yle üyelik müzakerelerinin askıya alınması yönündeki talebinin üzerinden 48 saat geçmeden katliamı gerçekleştirdiğine dikkat çeken çılgın yazar, Ankara’nın Batı’daki aşırı sağın dünyayı sarsacak bir darbesine ihtiyacı olduğunu iddia ediyor. Bu saldırının Türkiye’deki iktidar partisini dünya halklarının gözünde mazlum göstereceğini söyleyen yazar, katilin Erdoğan’ı hedef göstermesini ve Trump’a da övgüler düzmesini de ilginç bir tesadüf olarak değerlendiriyor. Özetle tam bir deli saçması.

Aynı gazetenin bir başka yazarı olan Hamud Ebu Talib de benzer bir şekilde Türkiye’nin bu terör eylemine yönelik ilgisinden rahatsızlık duyan kalemşörlerden. “Türkiye niçin Yeni Zelanda hattında?’ başlıklı makalesinde, dünya Müslümanlarının sorunlarını kendine dert edinmiş Türkiye’nin ve cumhurbaşkanının yaklaşımının kendisini şaşırttığını belirterek, Türklerin üst düzey bir heyetle Yeni Zelanda’ya çıkarma yapmasını birbirinden komik şu iki ihtimale bağlıyor: İlki, “katille işbirliği yapan Türkiye” bu ilişkinin izlerini gizlemek ve örtbas etmek istiyormuş. Diğer ihtimal ise daha komik: Müslümanların sorunlarına önem veren tek Müslüman lider olduğu imajını yerleştirmek için Erdoğan bu hadiseyi kullanıyormuş.

Bir başka örnek yine Ukaz gazetesinden. Muhammed es-Said “İstanbul’da seyahat, Yeni Zelanda’da cinayet” başlıklı makalesinde, 50 kişiyi öldüren teröristin neden başka bir İslam ülkesine değil de Türkiye’ye ve İstanbul’a gittiği, iki taraflı çalışan bir ajan olup olmadığı gibi kirli sorularla, bir cinayet romanı yazma girişiminde bulunmuş: “Yeni Zelandalı terörist eylemini yapmadan önce İstanbul’da ne yaşandı, günlerini nasıl geçirdi, kimlerle bir araya geldi ve koordinasyon kurdu? Türkiye neden havaalanına girişinden çıkışına kadarki güvenlik kayıtlarını açıklamadı? Bunlar meşru sorular. Yoksa burada Ankara’nın açıklamak istemediği gizli bir durum mu var? Cami katilinin 45 günden fazla bir süre Türkiye’de kalması ne anlama geliyor. İhvan’ın yeni başkentinde ne yapıyordu katil?”

DEAŞ üzerinden Osmanlı düşmanlığı

Suudi Arabistan ve BAE ikilisi Türkiye’nin (Ortadoğu ve Afrika başta olmak üzere) bir zamanlar Osmanlı toprağı olan diyarlarda yeniden at koşturmasından rahatsız. Türkiye bu coğrafyada nereye adım atsa, bu iki ülke ve özellikle BAE karşı atağa geçerek engel olmaya çalışıyor; Somali, Sudan ve Libya bu karşı atağın son örnekleri. Kendi tabanlarını ve Arap milliyetçiliğini ayakta tutmak için kullandıkları en önemli argüman da Türkiye ve Osmanlı düşmanlığı.

Arap dünyasında belli çevrelerde belirli aralıklarla nükseden Osmanlı düşmanlığı klişeleştiği için, artık beklenen yankıyı bulmuyordu. Örneğin BAE Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayid’in Medine müdafaası kahramanı Fahreddin Paşa’yı “hırsız” olarak niteleyen “tweet”i paylaşmasını bu minvalde okuyabiliriz. Osmanlı düşmanlığındaki yeni eğilim ise sözde tarihçileri Suud ve BAE destekli medya organlarına çıkarıp Osmanlı devleti ve onun önemli şahsiyetleri hakkında asılsız iddialarda bulunarak Arap kamuoyunu yanıltmak.

Görünen o ki Suud-BAE medyası, Türkiye’nin İhvan, Katar ve Kaşıkçı cinayetindeki tutumlarının kuyruk acısını Osmanlı-DEAŞ benzetmesi üzerinden çıkarmaya çalışıyor. Bu minvalde, son günlerde Sultan el-Asga isimli Kuveytli bir araştırmacının Osmanlı’yla ilgili asılsız iddiaları üzerinden bir kara propagandaya girişildiğini gözlemliyoruz. Suudi Arabistan’ın Rotana Halic televizyonunda bir programa konuk olan Asga, Osmanlı devletinin bir hilafet devleti değil, işgal devleti olduğunu, hiçbir padişahın hac ibadeti yapmadığını ve Ertuğrul Gazi’nin paralı bir savaşçı olduğu iddia edebildi. Tarihi gerçeklerden uzak açıklamalarda bulunan bu sözde araştırmacı, Osmanlı devletinin hilafet şartlarını taşımadığını, girdiği Arap ülkelerinde kurtarıcı değil işgalci olduğunu, Osmanlı’nın tarih boyunca Arapları hakir gördüğünü, söz gelimi bugün Suud kraliyet ailesinin mensubu olduğu Necd kabilesini “harici artıkları, tırtıl ve böcek” olarak adlandırdığını öne sürdü.

Bahsi geçen programın ardından, başta Ukaz gazetesi olmak üzere Suud medyasında Osmanlı hedef tahtasına konuldu. Ukaz gazetesi Halid Abbas Taşkendi imzasıyla Osmanlıya yönelik iftiralar içeren iki tam sayfalık bir dosya hazırladı. Dosyada neler yok ki! Osmanlı devletinin kurucusunun asıl isminin Osman olmadığı; Osmanlı devletinin kuruluş tarihinin bilinmediği ve sonradan tespit edildiği; Osmanlı’nın Avrupa’daki birçok seferinin başında Hıristiyan komutanların olduğu; Osmanlıların asıllarının ve köklerinin olmadığı ve muhtemelen yağmalama ve gasp amacıyla bir araya gelen milletlerin karışımı olduğu; Süleyman Şah’ın Türk dizilerinde gösterildiği gibi Osman’ın dedesi olmadığı; Osmanoğulları’nın aslının Moğol olduğu ve benzeri saçma iddialar, mesnetsiz iftiralar.

Yukarıda bahsettiğimiz Hani ez-Zahiri isimli yazar bir kez daha sahneye çıkarak, aynı gazetede “Birinci DEAŞ devleti 1299-1923” başlıklı küstahça bir yazı kaleme aldı. Osmanlı hilafeti ile “DEAŞ hilafeti” arasındaki sözde benzerlikleri saçma sapan cümlelerle anlatan yazar, sözü İhvan’a getiriyor ve örgütün kendisini “Türk emperyalizminin meşru mirasçısı” olarak gördüğü iddiasıyla ağzındaki baklayı çıkarıyor: Aslında Zahiri gibi yazarların derdi Osmanlı değil; varsa yoksa İhvan, Katar ve her ikisine kucak açan Recep Tayyip Erdoğan.

Suud medyasının yapısı

Aslında Suud medyasında Batı’daki benzer yazıların kötü kopyalarını görüyoruz. El Vatan, Riyad ve El Yevm gibi gazetelerde Osmanlı’yla ilgili son yazıları okuduğumuzda, bunların adeta birbirinin kopyası olduğu görülüyor.

Suud medyasının genel yapısını öğrenmek bakımından, bazı noktaların altınızı çizmek gerekiyor: Suud medya organlarının ekseriyeti iktidardaki aile fertlerinin doğrudan veya dolaylı malıdır. Dolayısıyla Suud devletine bağlıdır ve iktidarın söylemlerini seslendirir. Yerel, bölgesel ve uluslararası düzlemde medya ile Suud yönetimi arasında tam bir işbirliği vardır.

Veliaht olmasının ardından ve özellikle de “yolsuzluk” bahanesiyle gazetecilere ve iş adamlarına kadar uzanan tutuklamalarla birlikte, Muhammed bin Selman’ın Suud medya organlarını tamamen ele geçirdiğini söyleyebiliriz. Onun gelişiyle beraber belli başlı yayın organlarının yöneticileri değişirken, korkutma ve sindirme politikasıyla Suud medyası aykırı seslere kapatıldı.

Sonuç olarak, hiçbir ahlakî ilkesi olmayan, tek bir siyasi görüşe hizmet eden bir medyayla karşı karşıyayız. Türkiye, İran ve Katar’a karşı kullanılan saldırgan dilde de gördüğümüz üzere, tamamen kara propagandaya, çarpıtma ve yalan haberciliğe dayanan Suud medyasının tek amacı, düşman olarak gördüğü hedefi yıkmak ve yok etmek. Böyle bir medyanın inandırıcı olabilmesi bir yana, varlığını sürdürmesi dahi imkansız. Görünen o ki veliaht prensin türlü reformlar içeren 2030 vizyonu, ciddi ve köklü bir medya reformuna da muhtaç.