Şura suresinde müşriklerin ahirette cezalandırılacağı bildirilmektedir. Şurasuresi kaç ayettir? Şura suresi okunuşu ve anlamı nasıldır? Şura suresinin tefsiri nasıldır? Şura suresi Arapça ve Türkçe okunuşu nasıldır? Son mukaddes kitap Kuranın 42. suresi olan Şura suresine dair detaylı bilgiler haberimizde...Şura suresi Kuran'ın 42. suresidir. Şura suresi Mekke'de nazil olmuştur. Şura suresi 53 ayettir. 38. ayette geçen Şura kelimesinden almıştır adını. Surede; Allah'ın kudret ve azameti, müşriklerin ahiretteki cezaları, Allah'ın lütfu ve affının çokluğu bildirilmektedir. Peki Şura suresinin okunuşu, anlamı, tefsiri nasıldır? İşte Şura suresi hakkında bilgiler...
Kısaca Konusu : Sûreye hâkim olan ana fikir, Hz. Muhammed’e bildirilenlerin Allah tarafından vahyedilmekte olduğu, önceki peygamberlere bildirilenlerle ona vahyedilenlerin aynı kaynaktan geldiği, bu sebeple aralarında temel hüküm ve ilkeler açısından birlik bulunduğudur. Yer yer yüce Allah’ın yaratma gücüne ve evrende yürürlükte olan yasalarına değinilen sûrede Allah’a şirk koşanların âhirette karşılaşacakları kötü âkıbete ilişkin uyarılar yapılmakta, iman edip erdemli davranışlarda bulunanlara âhiretle ilgili müjdeler verilmekte, tebliğ görevinin ağırlığı ve müşriklerin inkârcılıkta direnmeleri karşısında bunalan ve herkesin doğru yola girmesi için çırpınan Resûlullah’a –bu dünyada kendi gayret ve seçimlerine göre Allah Teâlâ’nın kimilerine hidayet nasip ederken kimilerini de sapkınlıklarıyla baş başa bırakacağı bildirilerek– teselli verilmekte, bulunduğu doğru çizgiyi azimle sürdürmesi istenmekte, Allah’ın hoşnut olduğu müminlerin bireysel ve toplumsal davranış biçimlerinden bazılarına övgü üslûbu içinde işaret edilerek müslümanlar güzel ahlâk sahibi ve örnek insan olmaya özendirilmektedir. Sûre, vahyin insan için taşıdığı hayatî öneme yapılan bir vurgu ile sona ermektedir.
Kim Şûrâ sûresini okursa, meleklerin istiğfâr ve merhamet istedikleri kimselerden olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
ŞURA SÛRESİ TÜRKÇE OKUNUŞU Bismillahirrahmanirrahim 1. Ha mım
2. Ayn sın kaf
3. Kezalike yuhıy ileyke ve ilellezıne min kablikellahül azızül hakım
4. Lehu ma fis semavati ve ma fil ard ve hüvel aliyyül azıym
5. Tekadüs semavatü yetefettarne min fevkıhinne vel melaiketü yüsebbihüne bi hamdi rabbihim ve yestağfirune li men fil ard e la innellahe hüvel ğafurur rahıym
6. Vellezınettehazu min dunihı evliyaellahü hafızun aleyhim ve ma ente aleyhim bi vekıl
7. Ve kezalike evhayna ileyke kur’anen arabiyyel li tünzira ümmel kura ve men havleha ve tünzira yevmel cem’ı la raybe fıl ferıkun fil cenneti ve ferıkun fis seıyr
8. Ve lev şaellahü le cealehüm ümmetev vahıdetev ve lakiy yüdhılü mey yeşaü fı rahmetih vezzalimune ma lehüm miv veliyyiv ve la nesıyr
9. Emittehazu min dunihı evliya’ fellahü hüvel veliyyü ve hüve yuhyil mevta ve hüve ala külli şey’in kadır
10. Ve mahteleftüm fıhi min şey’in fe hukmühu ilellah zalikümüllahü rabbı aleyhi tevekkeltü ve ileyhi ünıb
11. Fatırus semavati vel ard ceale leküm min enfüsiküm ezvacev ve minel en’ami ezvaca yezraüküm fıh leyse ke mislihı şey’ ve hüves semıul besıyr
12. Lehu mekalıdüs semavati vel ard yebsütur riska li mey yeşaü ve yakdir innehu bikülli şey’in alım
13. Şeraa leküm mined dıni ma vessa bihı nuhav vellezı evhayna ileyke ve ma vessayna bihı ibrahıme ve musa ve ıysa en ekıymüd dıne ve la teteferraku fıh kebüra alel müşrikıne ma ted’uhüm ileyh allahü yectebı ileyhi mey yeşaü ve yehdı ileyhi mey yünıb
14. Ve ma teferraku illa mim ba’di ma caehümül ılmü bağyem beynehüm ve lev la kelimetün sebkat mir rabbike ila ecelim müsemmel le kudiye beynehüm ve lev la kelimetün sebekat mir rabbike ila ecelim müsemmel le kudıye beynehüm ve innellezıne urisül kitabe mim ba’dihim lefı şekkim minhü mürıb
15. Fe li zalike fed’u vestekım kema ümirt ve la tettebı’ ehvaehüm ve kul amentü bima enzelellahü min kitab ve ümirtü li a’dile beyneküm allahü rabbüna ve rabbüküm lena a’malüna ve leküm a’malüküm la huccete beynena ve beyneküm allahü yecmeu beynena ve ileyhil mesıyr
16. Vellezıne yühaccune fillahi mim ba’di mestücıbe lehu huccetühüm dahıdatün ınde rabbihim ve aleyhim ğadabüv ve lehüm azabün şedıd
17. Allahüllezı enzelel kitabe bil hakkı vel mızan ve ma yüdrıke lealles saate karıb
18. Yesta’cilü bihellezıne la yü’minune biha vellezıne amenu müşfikune minha ve ya’lemune ennehel hakk e la innellezıne yümarune fis saati lefı dalalim beıyd
19. Allahü latıyfüm bi ıbadihı yerzüku mey yeşa’ ve hüvel kaviyyül azız
20. Men kane yürıdü harsel ahırati nezid lehü fı harsih ve men kane yürıdü harsed dünya nü’tihı minha ve ma lehu fil ahırati min nesıyb
21. Em lehüm şürakaü şerau lehüm mined dıni ma lem ye’zem bihillah ve lev la kelimetül fasli le kudıye beynehüm ve innez zalimıne lehüm azabün elım
22. Teraz zalimıne müşfikıyne mimma kesebu ve hüve vakıum bihim vellezıne amenu ve amilus salihati fı ravdatil cennat lehüm ma yeşaune ınde rabbihim zalike hüvel fadlüll kebır
23. Zalikellezı yübbeşşirullahü ıbadehullezıne amenu ve amilus salihat kul la es’elüküm aleyhi ecran illel mevededdete fil kurba ve mey yakterif haseneten nezid lehu fıha husna innellahe ğafurun şekur
24. Em yekuluneftera alellahi keziba fe iy yeşeillahü yahtim ala kalbik ve yemhullahül batıle ve yühıkkul hakka bi kelimatih innehu alımüm bizatis sudur
25. Ve hüvellezı yakbelüt tevbete an ıbadihı ve ya’fu anis seyyiati ve ya’lemü ma tefalun
26. Ve yestecıbüllezıne amenu ve amilu salihati ve yezıdühüm min fadlih vel kafirune lehüm azabün şedıd
27. Ve lev besetallahür rizka li ıbadihı le beğav fil erdı ve lakiy yünezzilü bi kaderim ma yeşa’ innehu bi ıbadihı habırum besıyr
28. Ve hüvellezı yünezzilül ğayse mim ba’di ma kanetu ve yenşuru rahmeteh ve hüvel veliyyül hamıd
29. Ve min ayatihı halkus semavati vel erdı ve ma besse fıhima min dabbeh ve hüve ala cem’ıhim iza yeşaü kadır
30. Ve ma esabeküm mim müsıybetin fe bima kesebet eydıküm ve ya’fu an kesır
31. Ve ma entüm bi mu’cizıne fil ard ve ma leküm min dunillahi miv veliyyiv ve la nasıyr
32. Ve min ayatihil cevari fil bahri kel a’lam
33. İy yeşe’yüskinir rıha fe yazlelne ravakide ala zahril inne fı zalike le ayatil li külli sabbarin şekur
34. Ev yubıkhünne bima kesebu ve ya’fü an kesır
35. Ve ya’lemellezıne yücadilune fı ayatina ma lehüm mim mehıys
36. Fe ma utıtüm min şey’in fe metaul hayatid odünya ve ma ındellahi hayruv ve ebka lillezıe amenu ve ala rabbihim yetevekkelun
37. Vellezıne yectenibune kebairal ismi vel fevahışe ve iza ma ğadıbu hüm yağfirun
38. Vellezınestecabu li rabbihim ve ekamus salate ve emruhüm şura beynehüm ve mimma razaknahüm yünfikun
39. Vellezine iza esabehümül bağyü hüm yentesırun
40. Ve cezaü seyyietin seyyietüm mislüha fe men afa ve asleha fe ecruhu alellah innehu la yühıbbüz zalimın
41. Ve lemenintesara ba’de zulmihı fe ülaike ma aleyhim min sebıl
42. İnnemes sebılü alellezıne yazlimunen nase ve yebğune fil erdı bi ğayril hakk ülaike lehüm azabıün elım
43. Ve le men sabera ve ğafera inne zalike le min azmil ümur
44. Ve mey yudlililahü fe ma lehu miv veliyyim mim ba’dih ve teraz zalimıne lemma raevül azabe yekulune hel ila meraddim min sebıl
45. Ve terahüm yu’radune aleyha haşiıyne minez zülli yenzurune min tarfin hafiyy ve kalellezıne amenu innel hasirınellezıne hasiru enfüsehüm ve ehlıhim yevmel kıyameh e la innez zalimıne fı azabim mükıym
46. Ve ma kane lehüm min evliyae yensurunehüm min dunillah ve mey yudlilillahü fe ma lehu min sebıl
47. İstecıbu li rabbiküm min kabli ey ye’tiye yevmül la meradde lehu minellah ma leküm mim melceiy yevmeiziv ve ma leküm min nekır
48. Fe in a’radu fema erselnake aleyhim hafıza in aleyke illel belağ ve inna iza ezaknel insane minna rahmetenk feriha biha ve in tüsıbhüm seyyietüm bima kaddemet eydıhim fe innel insane kefur
49. Lillahi mülküs semavati vel ard yahlüku ma yeşa’ yehebü li mey yeşaü inasev ve yehebü li mey yeşaüz zükur
50. Ev yüzevvicühüm zükranev ve inasa ve yec’alü mey yeşaü akıyma innehu alımün kadır
51. Ve ma kane li beşerin ey yükellimehüllahü illa vahyen ev miv verai hıcabin ev yurile rasulen fe yuhıye bi iznihı ma yeşa’ innehu aliyyün hakım
52. Ve kezalike evhayna ileyke ruham min emrina ma künte tedrı mel kitabü ve lel ımanü ve lakin cealnahü nuran nehdı bihı men neşaü min ıbadina ve inneke le tehdı ila sıratım müstekıym
53. Sıratıllahıllezı lehu ma fis semavati ve ma fil ard e la ilellahi tesıyrul ümur
ŞURA SÛRESİ ANLAMI
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1. Hâ. Mîm.
2. Ayn. Sîn. Kaf.
3. Azîz ve hikmet sahibi olan Allah sana da senden öncekilere de işte böyle vahyeder.
4. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur, O çok yüce, çok büyüktür.
5. Gökler nerede ise üstlerinden çatlayacaklar. Melekler de Rablerini hamd ile tesbih ederler ve yerdekiler için mağfiret dilerler. İyi bilin ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
6. Allah'tan başka dost edinenleri, Allah daima gözetlemektedir. Sen onların üzerinde vekil değilsin.
7. Şehirlerin anası olan Mekke'de ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve aslâ şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için, sana böylece Arapça bir Kur'an vahyettik. O gün bir fırka cennette, bir fırka da çılgın alevli cehennemdedir.
8. Allah dileseydi onları bir tek ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini rahmetine sokar. Zâlimlerin ise hiçbir dostu ve yardımcısı yoktur.
9. Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler? Halbuki dost ancak Allah'tır. Ölüleri O diriltir, O her şeye kâdirdir.
10. Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah'a mahsustur. İşte benim Rabbim olan Allah budur. Ben ancak O'na güvenirim ve yalnız O'na yönelirim.
11. O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi nefislerinizden eşler yarattı. Hayvanlardan da çiftler yarattı. Bu suretle sizi çoğaltıyor. O'nun benzeri bir şey yoktur. O işitendir, görendir.
12. Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Dilediğine rızkı bol verir, dilediğinden de kısar. Şüphesiz ki O her şeyi bilendir.
13. "Dine bağlı kalın ve dinde ayrılığa düşmeyin." diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı. Fakat kendilerini dâvet ettiğin şey müşriklere pek ağır geldi. Allah dilediği kulunu zâtına seçer ve kendisine yönelen kimseyi de hidayete iletir.
14. Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer belirli bir süre için Rabbinin verilmiş bir sözü olmasaydı aralarında hemen hükmedilerek iş bitirilmiş olurdu. Onlardan sonra Kitab'a vâris kılınanlar da onun hakkında derin bir şüphe içindedirler.
15. İşte bundan ötürü sen onları (tevhide, birliğe) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma. Ve de ki: "Allah'ın indirdiği kitaba inandım, aranızda adalet yapmakla emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize sizin işledikleriniz size âittir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar. Dönüş de ancak O'nadır."
16. (İnsanlar) kabul edip girdikten sonra Allah'ın dini hakkında tartışmaya girişenlerin iddiâ ve delilleri Rableri katında hükümsüzdür. Onlara bir gazap vardır ve çok çetin bir azap da onlar içindir.
17. Allah O'dur ki Kitab'ı ve mizanı hak olarak indirmiştir. Ne bilirsin, belki de kıyamet saati yakındır!
18. Ona inanmayanlar, onun çabuk gelmesini istiyorlar. İnananlar ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki kıyamet saati hakkında tartışanlar uzak bir sapıklık içindedirler.
19. Allah kullarına lütufkârdır. Dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, güçlüdür.
20. Kim ahiret ekimini dilerse, onun ekimini arttırırız. Kim de sadece dünya ekimini isterse ona da yalnız bundan veririz. Ahirette ise onun hiçbir nasibi yoktur.
21. Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini ortaya koyan ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhâl aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz ki kâfirlere can yakıcı bir azap vardır.
22. Yaptıkları şeyler başlarına gelirken zâlimlerin korkudan titrediklerini görürsün. İman edip sâlih amel işleyenler ise cennet bahçelerindedirler. Onlar için Rableri katında diledikleri her şey vardır. İşte büyük lütuf budur.
23. Allah'ın iman eden ve sâlih ameller yapan kullarına müjdelediği işte budur. Resulüm! (İlâhî ahkâmı tebliğ ettiğin kimselere) de ki: "Ben sizi hidayete dâvet ettiğim için hiçbir ücret istemiyorum. Ancak yakınlarıma (Ehl-i beyt'ime) muhabbet etmenizi isterim." Kim bir iyilik yaparsa, onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, şükrün karşılığını verendir.
24. Yoksa onlar: "Allah adına yalan uydurdu." mu derler? Allah dilerse senin kalbini de mühürler. Allah bâtılı imhâ eder, kelimeleriyle hakkı gerçekleştirir. Şüphesiz ki O, göğüslerin özünü bilendir.
25. O Allah ki kullarından tevbeyi kabul eder, kötülükleri bağışlar ve yaptıklarınızı bilir.
26. İman edip sâlih ameller yapanların (duâlarını) kabul eder, lütfundan onlara fazlasını verir. Kâfirlere gelince; onlar için de çetin bir azap vardır.
27. Allah kullarına rızkı bol bol verseydi yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Fakat O, rızkı dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarından haberdardır, onları görmektedir.
28. O ki, (insanlar) ümitlerini kestikten sonra yağmuru indirir, rahmetini her tarafa yayar. O hakiki dosttur, övülmeye lâyık olandır.
29. Gökleri, yeri ve onlarda yaydığı canlıları yaratması, varlığının delillerindendir. O, dilediği zaman onları bir araya toplamaya da kâdirdir.
30. Başınıza gelen her hangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O yine de çoğunu affeder.
31. Yeryüzünde (O'nu) âciz bırakamazsınız. Allah'tan başka bir dostunuz ve bir yardımcınız da yoktur.
32. Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de O'nun âyetlerindendir (varlığının delillerindendir).
33. Eğer Allah dilerse rüzgârı durdurur. Böylece onlar denizin üstünde durakalırlar. Çok sabreden ve çok şükreden herkes için, şüphesiz ki bunda âyetler (ibretler) vardır.
34. Yahut da yaptıklarına karşılık olarak onları helâk eder. Bir çoğunu da bağışlar.
35. Âyetlerimiz üzerinde tartışanlar kendileri için kaçacak bir yer olmadığını bilsinler.
36. Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının kısa süreli bir geçimidir. Allah'ın yanında bulunanlar ise, daha hayırlı ve daha devamlıdır. Bu mükâfat iman edenler ve Rablerine tevekkül edip güvenenler içindir.
37. Onlar büyük günahlardan ve hayâsızlıktan kaçınırlar. Kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar, affederler.
38. Rablerinin dâvetine icabet ederler, namazı kılarlar. Onların işleri kendi aralarında istişâre (danışma) iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar.
39. Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirine yardım ederler.
40. Kötülüğün cezası yine onun gibi kötülüktür. Amma kim affeder, barışırsa, onun mükâfatı Allah'a âittir. Doğrusu O, zulmedenleri sevmez.
41. Kim kendisine yapılan zulümden sonra hakkını alırsa, böyle yapanların aleyhine bir yol (mesuliyet) yoktur.
42. Ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere zorbalık yapanlara ceza vardır. İşte acıklı azap bunlaradır.
43. Kim sabreder, kendisine yapılan kötülüğü affederse, şüphesiz ki bu çok mühim işlerden birisidir.
44. Allah kimi saptırırsa, bundan sonra artık onun hiçbir dostu yoktur. Zâlimleri görürsün ki, azabı gördükleri zaman: "Geri dönecek bir yol var mı?" derler.
45. Aşağılıktan başları öne eğilmiş, göz ucu ile etrafa gizli gizli bakışırlarken sunulduklarını görürsün. Mümin olanlar da (o zaman): "İşte asıl ziyana uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve âilelerini ziyana sokanlardır." diyecekler. İyi bilin ki zâlimler sürekli bir azap içindedirler.
46. Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek dostları da yoktur. Allah kimi saptırırsa, artık onun için bir yol yoktur.
47. Allah katında geri çevrilmesi mümkün olmayan bir gün gelmezden önce, Rabbinizin dâvetine icabet edin. O gün hiçbiriniz sığınacak yer bulamaz, inkâr da edemezsiniz.
48. Eğer yüz çevirirlerse, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen yalnız tebliğ etmektir. Biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırırsak, o buna sevinir. Eğer ellerinin yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, o zaman da insan pek nankördür!
49. Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah'ındır. Ne dilerse yaratır. O kime dilerse kız evlâtlar bağışlar, kime dilerse ona erkek evlâtlar lütfeder.
50. Yahut o çocukları erkekler dişiler olmak üzere çift çift verir. Kimi dilerse onu kısır bırakır. O her şeyi bütünüyle bilendir, her şeye gücü yeter.
51. Allah'ın bir insanla konuşması mümkün değildir. Ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. O, yücedir, hikmet sahibidir.
52. İşte böylece sana da emrimizden bir ruh (Kur'an) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir önceleri bilmezdin. Fakat biz onu (Kur'an'ı) bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru yola iletiriz. Şüphesiz ki sen doğru yolu göstermektesin.
53. O Allah yolunu ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İyi bilin ki bütün işler sonunda O'na döner.
ŞURA SURESİ TEFSİRİ
Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla
1 Hâ, Mîm.
2 Ayn, Sîn, Kâf.
3 O, Aziz ve Hakim olan Allah, sana ve senden öncekilere böyle vahyetmektedir.1
AÇIKLAMA
1. Surenin açılışından da anlaşılacağı gibi, Rasulullah'ın daveti ve Kur'an hakkında, Mekke'deki her yerde, her toplantıda, her cadde ve sokakta yorumlar yapılmaktaydı. Buna binaen şöyle buyurulmuştur: Sizler, bu şahsın acaip şeyler iddia ettiğini söylüyor ve diyorsunuz ki, "O halde atalarımızın takip ettikleri yol yanlış mıydı? Muhammed şimdi çıkmış asırlar boyu inandığımız şeyleri reddediyor ve ayrıca kendisine Allah tarafından vahyolunduğunu iddia ediyor. Belki, söylediklerinin kendine ait olduğunu kabul etse makul karşılanabilir ama o, Allah tarafından kendisine vahyolunduğunda ısrar ediyor. Bizler onun Allah'la konuştuğuna nasıl inanabiliriz." Burada Rasulullah'a (s.a) hitap edilerek kendisinin ve dolaylı olarak kafirlerin sözkonusu endişlerine karşılık verilmiştir: "Aziz ve Hakim olan Allah, daha önceki peygamberlere nasıl vahyetmişse, sana da öylece vahyeder."
Vahiy, lügatte "Ancak muhatabların anlayabileceği ve başkalarının anlayamayacağı derecede gizli ve hızlı işaret" anlamına gelir. Deyim olarak, "huden" (yol gösterici) karşılığında kullanılır. Elektrik akımı insana nasıl aniden geçerse, işte Allah'da kullarına bu şekilde vahiy gönderir. Bu bağlamda Allah şu hususun anlaşılmasını murad etmektedir: "Allah'ın bir kuluyla haberleşmesi için bizzat konuşması gerekmez. Çünkü O'nun kullarıyla irtibat kurması hiç de güç değildir. O, Aziz ve Hakim'dir. O, irade ettiği takdirde hiçbir şey O'na mani olamaz. O, yol göstermek üzere vahyini gönderir." Aynı konu surenin sonunda daha ayrıntılı bir biçimde beyan edilmiştir.
Daha sonra, kafirlerin "Muhammed'e vahyolunması ne acaib birşey" şeklindeki düşünceleri reddedilerek şöyle buyuruluyor: "Muhammed'e vahyolunmasında hayret edilecek birşey yoktur. Ondan önceki peygamberlere de aynı şekilde vahyedilmişti."
4 Göklerde ve yerde olanlar O'nundur. O, yücedir, büyüktür.2
5 Gökler, neredeyse üstlerinden çatlayıp-parçalanacaklar;3 melekler de Rablerini hamd ile tesbih ederler ve yerde olanlara mağfiret dilerler.4 Haberiniz olsun; gerçekten Allah, bağışlayan ve esirgeyen5 O'dur.
6 Allah'ın dışında birtakım veliler6 edinenler ise, Allah, onların üzerinde gözetleyicidir. Sen onların üzerinde bir vekil değilsin.7
7 İşte biz sana, böyle Arapça bir Kur'an vahyettik;8 şehirlerin anası (olan Mekke halkı)nı ve çevresinde olanları uyarıp-korkutman için9 ve kendisinden şüphe olmayan toplanma gününü (haber verip onları) uyarıp-korkutman için de.10 (O gün onların) Bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgınca yanan ateşin içerisindedirler.
AÇIKLAMA
2. Yani, bu mukaddime sadece Allah'ı tarif etmek için yapılmamıştır. Ayrıca kafirlerin halet-i ruhiyeleri dikkate alınarak bu sıfatların zikredilmesi Allah'ın güç ve kudretinin vurgulanması nedeniyledir. Çünkü kafirler, Hz. Peygamber'in (s.a) tevhidi mesajına itiraz ederek, birbirlerine "Atalarımızın şimdiye kadar inandığı şeylerin hepsi yanlış mıydı? Şayet tek ilah Allah ise, o zaman tanrılarımızın fonksiyonu ne olacak?" diye soruyorlardı. Bunun üzerine şöyle buyurulmuştur: "Bu kainatın yegane sahibi Allah'tır ve kainat O'nun mülkündedir. O halde O'nun mülkünde başkalarını nasıl ortak kabul edebilirsiniz?
Oysa ortak koştuklarınız da sizler gibi Allah'ın yarattıklarındandır. Allah, ortağı olmaktan ve O'nun gibi bir başkasının da aynı sıfatları taşımasından münezzehtir."
3. Yani, Allah'ın oğlu veya kızı varmışcasına bir iddiada bulunmak basit bir suç değildir. Bilakis bir kimseye yalvarıp, yakarmak, herhangi bir şahsın keramet sahibi olduğu zannıyla, "işlerimizi düzelteceğini" kabul etmek, filan şeyhin koyduğu helali helal, haramı haram telakki etmek ve bir insanı Allah'ın yerine geçirerek itaat etmek gibi düşünce ve davranışlar, Allah'a yapılmış büyük birer küstahlıktır. Bu küstahlığınız yüzünden göğün başınızda parçalanması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. (Aynı husus Meryem: 88-91'de geçmişti.)
4. Yani, melekler, insanların Allah'a karşı yaptıkları küstahlığı işitmemek için kulaklarını tıkarlar ve Allah'ı hamd ile tesbih ederek şöyle derler: "İnsanların Allah'a ortak koşmaları ne büyük küstahlıktır. Oysa onlara bir sürü imkan bahşetmekle ihsan eden ve dolayısıyla sadece hamd edilmeye layık olan da O'dur. Allah insanların yapmakta oldukları bu küstahlıklar yüzünden her an azabını gönderebilir." Melekler o kadar hassastırlar ki, belki insanlar tevbe edip, şirk koşmaktan vazgeçerler umuduyla, azap göndermemesi için Allah'a yalvarmaktadırlar.
5. Yani, Allah Gafur ve Rahim olduğundan, kafir, müşrik, ateist, fasık, facir ve haddi aşanlara yıllarca mühlet verir, bazı toplumlara asırlarca fırsat verir, rızık vermeye devam eder ve onları dünyada güç sahibi yaptığında bu ahmaklar, dünyanın bir sahibi olmadığı zehabına kapılırlar.
6. Burada "evliya" kelimesi kullanılmıştır. Bu kelime Arap dilinde çok geniş anlamlar taşır. İnsanların, sahte ma'budlar hakkındaki çeşitli inanç ve davranışlar ortaya koymalarını Kur'an, "Allah'tan başka veliler edinmekle" niteler.
Kur'an'ı dikkatle incelediğimizde "veli" kelimesinin şu anlamlara geldiğini görürüz.
a) Bir kimse, başkasının gösterdiği yola binaen amel eder, onun koyduğu kurallara, kanunlara ve adetlerine uyarsa, o şahsı "veli" edinmiş olur. (Bkz. Nisa: 118-120 ve A'raf: 3-27-30).
b) Bir kimse, bir başkasının yol gösterdiğine inanır ve o şahsın gösterdiği yolun itimat edilir, diğerlerinin ise yanlış olduğunu iddia ederse, o şahsı "veli" edinmiş olur. (Bkz. Bakara: 257, İsra: 97, Kehf: 17-50, Casiye: 19)
c) Bir kimse, bir başkasının, yaptığı kötülükleri göz ardı ederek, kendisini öbür dünyada kurtaracağına inanırsa, o şahsı "veli" edinmiş olur. (Bkz. Nisa: 123-173, En'am: 51, Rad: 37, Ankebut: 22, Ahzab: 65, Zümer: 3)
d) Bir kimse, bir başkasının yüce kerametleri dolayısıyla yardım ederek afetlerden ve musibetlerden kurtaracağına, iş bulacağına, evlat vereceğine ve kendisinin diğer ihtiyaçlarını karşılayacağına vs. inanırsa, o şahsı "veli" edinmiş olur. (Bkz. Hud: 20, Rad: 16, Ankebut: 41)
Kur'an da "veli" kavramı yukarıdaki anlamlardan sadece biri için kullanılabildiği gibi, bazen de hepsini içeren bir anlamda kullanılmıştır. Ayette geçen "veliler" ifadesi, yukarıdaki dört anlamı da kapsayacak şekilde kullanılmıştır.
7. "Allah onları izlemektedir". Yani, Allah, kafirlerin yaptıklarının hepsini görmekte ve onların amel defterlerini hazırlamaktadır. Allah onlardan yaptıklarının hesabını soracaktır.
"Sen onların üzerinde vekil değilsin" diye Hz. Peygamber'e hitap edilerek şöyle denilmek isteniyor: "İnsanların kaderleri senin elinde değil ki, senden yüz çevirdiklerinde onları helak, işlerini alt üst edebilesin." Ancak bu ifade, "Hz. Peygamber (s.a) bu şekilde düşünüyordu da, Allah onu bu yanlış kanaatinden dolayı ikaz etmiştir." anlamına gelmez. Burada hitap her ne kadar Hz. Peygamber'e ise de, asıl maksat "Sizin keramet sahibi zannettikleriniz gibi elçimiz böyle bir iddia da bulunmamaktadır." şeklinde kafirlerin uyarılması olmaktadır. Cahiliye toplumlarında ruhani liderlerin, kendilerine küstahlık yapan bir kimseyi mahvedebileceği, şeklinde yaygın bir inanış vardı. Öyle ki keramet sahibi kabul edilen bir kimse ölü olsa dahi, kendisine saygısızlık yapan hatta hakkında kötü düşünen bir şahsı mahvedebilir. Bu inanış, sadece ruhani tüccarların bir propagandasından başka birşey değildir. Nitekim bazı mübarek zatların hayatları boyunca bu tür hurafelere hiçbir surette iltifat etmemelerine rağmen, ölümlerinden hemen sonra bazı kurnaz müridleri, onların isimleri ve kemikleri adına çok kârlı bir ticaret kurmuşlardır. Ayrıca cahil halk, salih insanların, onların kısmetlerini değiştirebileceklerine de inanırlar. İşte bu batıl inanışı düzeltmek için Allah Teâlâ elçisine şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki sen, bizim elçilerimizdensin ve ben seni vahiyle şereflendirdim. Senin görevin sadece insanlara doğru yolu göstermektir. Onların kısmetleri senin değil, Allah'ın elindedir ve insanların amellerinin karşılığını vermek ancak Allah'a aittir."
8. Bu bağlamda, başlangıçta beyan edilmiş husus tekrarlanarak şöyle buyurulmuştur: "Bu Kur'an Arapça'dır." Yani, "Sizler doğrudan doğruya anlayabilesiniz diye bu Kur'an anadiliniz olan Arapça ile indirilmiştir. O'nun mesajı yüce ve saftır, bir çıkara dayalı değildir. Böylesine bir mesajı ancak, alemlerin Rabbi indirebilir." denilerek dikkatler çekilmeye çalışılmıştır.
9. Yani onları, itikadî ve fikrî dalâletleri, ahlâkî rezaletleri konusunda uyarın ve bunun sonunun felaketten başka bir şey olmayacağını söyleyerek ikaz edin.
10. Onlara, bu falaketin dünyadaki musibetler kadar sınırlı olmayacağını da bildirin. Ayrıca, yaptıkları rezaletlerden ve kötü amellerden dolayı hesap gününde cezaya çarptırılmaktan onları hiç kimsenin kurtaramayacağını da bilsinler. Bu dünyada rezil olup, öbür dünyada da azaba uğrayacak olandan daha talihsiz kim olabilir?
8 Eğer Allah dileseydi, onları herhalde tek bir ümmet kılmış olurdu. Ancak O, dilediğini kendi rahmetine sokar. Zalimlere gelince; onlar için ne bir veli vardır, ne de bir yardımcı.11
9 Yoksa O'nun dışında birtakım veliler mi edindiler? İşte Allah; veli olan O'dur, ölü olanları da dirilten O'dur. O, her şeye güç yetirendir.12
10 Hakkında ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey;13 artık O'nun hükmü Allah'ındır.14 İşte benim Rabbim olan Allah.15 Ben O'na tevekkül ettim ve yalnızca O'na dönüp-yönelirim.16
AÇIKLAMA
11. Bu ifade şu üç gayeye matuf olmak üzere kullanılmıştır.
a) Hz. Peygamber'e (s.a) Mekke'deki müşriklerin cehalet ve sapıklık üzerinde direnmelerine fazla üzülmemesi söylenerek, tesellide bulunuluyor. Allah'ın insanlara seçme serbestisi vermesi kendi takdiriyledir. Dileyen hidayeti, dileyen de dalâleti seçer. Şayet, Allah böyle dilememiş olsaydı, Kitab ve Peygamber göndermesi gerekmeyecekti. Nitekim Allah için, insanları, deniz, dağ, ağaç, toprak gibi mutlak bir fıtrata tabi olarak yaratması çok kolay olurdu. İzah için Bkz. En'am: 23-25 ve 71
b) Burada muhatab, dün de ve bugün de hâlâ, "Allah, gerçekten insanların iman edip akidevî ve amelî olarak hidayet üzere olmasını isteseydi, kitab ve peygamber göndermez ve herkesi müslüman olarak yaratırdı." şeklinde düşünen kimselerdir. İşte kafirler sırf böyle bir mantığa dayanarak, "Allah yaptıklarımızdan hoşlanmasaydı şayet, bizi pekala durdurabilirdi." derler. Aynı hususa Kur'an'ın diğer bölümlerinde de değinilmiştir. Bkz. En'am: 80-110-124-125, Yunus an: 101, Hud an: 116, Nahl an: 10, 31-32.
c) Bununla, müminlere, kendileri tebliğ ve islah çalışmaları içindeyken İslâm'ın yavaş bir şekilde yayılmasından meyus olmamaları gerektiği, çünkü Allah'ın, insanlara kendi iradeleriyle İslâm'ı seçebilmeleri için bir serbesti tanıdığı anlatılmak isteniyor. Elbette mü'minler doğal olarak, Allah bir mucize göstersin de, kafirler İslâm'ı kabul ederek müslüman olsunlar, diye arzu ederler. Hatta sırf ıslahat heyecanıyla, tebliğ için uygun olmayan metodları dahi denemeye çalışırlar. Kur'an, bu hususu açıklığa kavuşturmak amacıyla çeşitli yerlerde değinilerde bulunmuştur. (Bkz. Rad an: 47-49, Nahl an: 89-97.)
Bu bağlamda, çok kısa ama çok önemli bir konuya şöyle değinmiştir: Allah'ın insanlara halifelik vermesi ve cenneti va'd etmesi, diğer mahlukata da bağışlanacak kadar basit nimetler değildir. Öyle ki, bu söz konusu nimetlere melekler bile layık görülmemiştir.
İnsanlara bunca geniş imkanların sağlanması, sayısız kuvvetlerin tasarrufları altına verilmesi, sırf imtihanı başarıyla kazanıp, Allah'ın özel nimetlerini hak edebilmesi dolayısıyladır. Sözkonusu özel nimetleri vermek sadece Allah'a mahsus olduğu gibi kendi başına bu nimetleri elde etmeye de kimse muktedir değildir. Ancak Allah'ı "veli" edinen, O'na ibadet eden ve O'nun gösterdiği yolu izleyen kimseler, Allah'ın izniyle dünyadaki imtihanı başarıyla verebilirlerse, o takdirde bu nimetleri kazanmaları mümkün olur. Kim Allah'tan yüz çevirir ve başkalarını "veli" edinirse Allah da ona "veli" olmak istemez. İşte böyle bir kimseyi azaba duçar olmaktan hiçbir şahıs kurtaramaz. Çünkü, Allah'ın dışında onu kurtarabilecek velayet sahibi yoktur.
12. Yani, "velayet" sizlerin keyfine bağlı değildir ki, dilediğinizi "veli" edinebilesiniz. Gerçek "velayet", Allah'a aittir ve bu sadece O'nun hakkıdır. Sizlerin başkalarını "veli" olarak kabul etmeniz sözkonusu gerçeği değiştirmeyecektir. Dolayısıyla Allah'tan başka birine "velayet hakkı" tanımak mantıken doğru değildir. Çünkü cansız maddeye ruh vererek insanı yaratması, Allah'ın velayet sahibi olmasının kuvvetli bir kanıtıdır. Fakat buna rağmen, başkalarına "velayet sahibi" olma hakkını vererek onları veli edinirseniz şayet, bu, akılsızlık ve intihardan başka birşey olmaz.
13. Her ne kadar bu ifade Allah'ın vahyi ise de, burada Hz. Peygamber'in (s.a) sözüymüş gibi gözükmektedir. Adeta Allah elçisine, "Sen ilân et" diye işaret etmiştir. Nitekim bu tür ifadeler Kur'an'da "kul" (de ki) şeklinde başlar. Fakat bazı yerlerde ifade biçiminden konuşanın (mütekellim) Hz. Peygamber (s.a) olduğu anlaşılır. Bazı yerlerde de ifade, Allah'tandır ama, konuşan (mütekellim) mü'minlerdir. Söz gelimi Fatiha Suresi'nde bu şekildedir. Bazı yerlerde ise (Meryem: 64-65'de olduğu gibi) konuşan meleklerdir.
14. Bu, Allah'ın kainatın hakimi ve velisi olmasının doğal bir sonucudur. Şayet velayet sahibi Allah ise, hakim de O olmalı ve insanların ihtilaflarını O karara bağlamalıdır. Bu bağlamda bazı kimseler, sözkonusu hususu ahirete müteallik anlamışlardır, ama bu düşünce yanlıştır.
Çünkü Allah'ın hakimiyetini, bu dünyaya değil de ahirete hasretmek için bir delil yoktur. Bunun yanısıra bazı kimseler de bunu dünyada sadece itikadî ve bir takım dinî meselelerle sınırlıyorlar ki bu düşünce de diğeri gibi yanlıştır. Çünkü Kur'an, genel bir ifade biçimiyle, apaçık olarak sadece Allah'ın tüm ihtilaflar hakkında karar vermeye yetkili olduğunu bildirmiştir. Dolayısıyla Allah nasıl "Din Günü"nün Maliki ise, dünyada da "Hakimlerin en Hakimi"dir. Yine O, itikadî ihtilaflarda hangi tarafın hak, hangi tarafın batıl olduğuna hükmediyorsa, dünyada da şer'an insanlar için neyin tayyib, neyin necis, neyin helal, neyin haram olduğuna, ayrıca neyin caiz, neyin caiz olmadığına O karar verir. Ahlâkta iyilik ve kötülüğün niteliğini, muamelatta haklı veya haksızın kim olduğunu, sosyal bilimlerde, siyasette, ekonomide hangi yolun doğru hangi yolun yanlış olduğunu Allah belirler. Bu nedenlerden ötürü sözkonusu husus Kur'an'da bir prensip olarak beyan edilmiştir.
"Şayet aranızda bir anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Rasulüne döndürün. Şayet Allah'a ve Ahiret gününe iman ediyorsanız" (Nisa: 59)
"Allah ve Rasulu bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü'min kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasulune karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzab: 36)
"Rabbinizden size indirilene uyun ve asla O'ndan başka veliler aramayın" (A'raf: 3)
Mezkur ayetin siyak ve sibakından da anlaşılacağı üzere, Allah'ın ihtilaflarda sadece karar vermeye yetkili olmasının ötesinde, kararına uyup uymamanın kişiyi kafir, ya da mü'min kılacağı ortaya çıkar. Yani, Allah bir fiilin hak veya batıl olduğuna karar verdiği gibi, kararını uygulamaya da muktedirdir. Sonuçta Hakkı ve Hakka inananları zafere ulaştırır, batılı ve batıla uyanları da helâk eder. Nitekim mü'minler, Allah'ın belki kararını uygulamayı tehir ettiğine ve insanlara mühlet tanıdığına fakat sonunda kararının muhakkak surette yerini bulduğuna şahit olurlar. Aynı bahis ileride gelecek olan ayetlerde de işlenmiştir. Sözkonusu bahse Kur'an'da daha önce de değinilmişti. Bkz. Rad an: 34-60, İbrahim an: 26-34-40, İsra an: 100, Enbiya an: 15-18 ve 44-46.
15. Yani, ihtilafları hakkında karar vermeye yetkili tek merci.
16. Burada biri geçmiş zaman, diğeri geniş zaman olmak üzere iki fiil kullanılmıştır. Fiil geçmiş zamanda, "Ben O'na dayandım" şeklinde ifade edilmiştir. Yani, "Ben hayatta her şey için, her tehlikeye karşı Allah'a güvenmeye karar verdim." İkinci fiil geniş zamanda "Ben O'na yönelirim", şeklindedir. Yani, "Ben Allah'a yönelir, her zorlukta O'ndan yardım ister, beni koruması için her tehlike karşısında O'na yalvarır, hidayeti O'ndan bekler, her ihtilaf ve münakaşada O'nun karar vermesini arzu eder ve verdiği karara tartışmasız teslim olurum."
11 O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi nefislerinizden eşler, davarlardan da çiftler var etti. Sizleri bu tarzda türetip-yayıyor. O'nun benzeri gibi olan hiç bir şey yoktur.17 O, işitendir, görendir18
12 Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. O, dilediğine rızkı genişletip-yayar ve kısar da. Çünkü O, her şeyi bilendir.19
13 O: "Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin"20 diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğmizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya da vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri' etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırmakta olduğu şey, müşrikler üzerine ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni21 hidayete eriştirir.
AÇIKLAMA
17. Burada "leyse kemislihi şey'un" (onun benzeri gibisi yoktur) ifadesi geçmektedir. Bu husus hakkında müfessirler ile dil bilimciler arasında ihtilaf vardır. Bazılarına göre (ke) (gibi) lafzı teşbih için kullanılmış, bazılarına göre teyid için, bazılarına göre ise ism-i mübalağa için kullanılmıştır. Yani, Allah'ın değil aynısı, benzeri dahi yoktur.
18. Yani, kainatta cereyan eden herşeyi anında duyar ve görür.
19. Veli sadece Allah'tır. Ancak O'na yönelmeli ve tevekkül etmelidir. (Bu hususta diğer deliller için Bkz. Neml an: 73-83, Rum an: 25-31)
20. Burada, ilk ayetteki husus tekrarlanmış ve şöyle buyurulmuştur: "Daha önce gelen peygamberler nasıl yeni bir dini tebliğ etmemişlerse, Hz. Muhammed de (s.a) yeni bir din icad etmemiştir. Hz. Muhammed (s.a) önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri aynı dini, şimdi sizlere tebliğ etmektedir. Peygamberler halkasından ilk olarak Hz. Nuh'un (a.s) ismi zikredilmektedir. Çünkü tüm insan nesli, Nuh tufanından bu yana devam edegelmiştir. Dolayısıyla tufan sonrası insanların ilk peygamberi Hz. Nuh'dur (a.s). Hz. Nuh'un (a.s) hemen ardından Hz. Muhammed'in (s.a) adı gelmektedir. Çünkü o, insanlığın en son peygamberidir. (Hatemun Nebiyyin) Daha sonra Hz. İbrahim'in (a.s) ismi zikredilmektedir. Çünkü Araplar, Hz. İbrahim'i (a.s) ataları olarak kabul ederlerdi. Peşinden Hz. Musa (a.s) ve Hz. İsa'nın (a.s) isimlerinin zikredilme nedeni ise, yahudi ve hıristiyanlar onların getirdikleri dini takip ettiklerini söylüyorlardı. Tüm bunlar, dinin beş peygamberle sınırlı olduğu anlamına gelmez. Böyle bir açıklama tarzının ortaya konulma nedeni, her peygamberin aynı dini getirmiş ve dünyada yaygın olan dinlerin sözkonusu peygamberlerin adlarıyla anılmış olmasıdır.
Bu ayeti kerime, "din" ve "din"in maksadı hakkında bizleri oldukça aydınlatmaktadır. Dolayısıyla bu husus üzerinde biraz durmakta yarar görüyoruz.
Ayette, "şereçlekûm" (Sizin için tayin ettik o size... Şeriat yaptı.) ifadesi geçmektedir. Şerea, sözlükte "yol yapmak" anlamındadır. İstilah olarak ise, yol, kanun, kural ve kaideler için kullanılır. Arapça'da "teşri", anayasa demektir. Şerea, Şeriat ve Şari' kelimeleri ise, Anayasa, Kanun ve Kanun Koyucu şeklinde karşılıklarını bulur. Surenin 4-9. ve 10. ayetlerinde, kâinatın ve herşeyin sahibinin, insanların gerçek velisinin, insanların aralarındaki ihtilafı çözüme kavuşturanın Allah olduğu beyan edilmektedir. Dolayısıyla Şari'de O olmalıdır. Binaenaleyh kurallar koymak ve bir nizam tesis etmek, Rab, Veli ve Hakim olan Allah'ın hakkıdır. O da bu hak dolayısıyla din ve şeriat vermiştir.
Daha sonra "min'ed-din" (dinden) ifadesi gelmektedir ki, bu ifadeyi Şah Veliyullah Dihlevi, "Anayasadan" şeklinde tercüme etmiştir. Yani, Allah'ın koyduğu bir anayasa.
Biz, Zümer an: 3'de "din" kavramını açıklarken bu hususu; "Bir kimseyi otorite kabul etmek suretiyle, onun yol göstericiliğine uymak ve böylece onun emirlerine tabi olmak" şeklinde açıklamıştık. Şayet "din" kavramını "yol" anlamında ele alırsak o takdirde yolu çizen ve kuralları belirleyen zat, "Vacib-ul-İtaat" olur. Yani, O'nun çizdiği yola ve belirlediği kurallara uymak bir zorunluluk arzeder. Bu noktadan Allah'ın gösterdiği Kitab'ın salt tebliğ ve tavsiye niteliği taşımadığı ayrıca, O'nun çizdiği yola ve belirlediği kurallara uymanın da gerekli olduğu anlaşılmaktadır. Bir şahıs sözkonusu kuralları inkar ederek uygulamamakta ısrar ederse, Allah'a isyan etmiş olur.
Devamlı, Rasulullah'ın (s.a) tebliğ ettiği din ve yasanın aynısının Hz. Nuh (a.s), Hz. İbrahim (a.s) ve Hz. Musa'ya (a.s) gönderildiği beyan olunuyor. Yani, onlara verilen "Hidayet" şimdi Hz. Muhammed'e de verilmiştir. Bundan birçok husus ortaya çıkmaktadır.
a) Allah herkese tek tek hidayet göndermemiştir ama her dönemde peygamberler vasıtasıyla yasalar göndermiştir.
b) Bu din, başlangıçtan bu yana aynıdır ve hiçbir zaman farklı ve ayrı bir "din" gönderilmemiştir.
c) Allah'ın hidayet ve otoritesi, peygamberlerin aracılığıyla insanlara tebliğ edildiğinden dolayı, peygamberlere itaat etmek dinin bir şartıdır. Çünkü, vahiy onların aracılığıyla gönderilmiştir ve bu esas, dinin cüzü ve imanın şartlarındandır. Peygamberlere inanmayan ve onları senet olarak kabul etmeyen bir kimse, getirilen dine de itaat edemez.
"Ekîmû'd-dîn" ifadesini Şah Veliyullah Dihlevi, "Dini ayakta tutun" şeklinde ifade etmiştir. Şah Refiuddin ve Şah Abdülkadir Dihlevî ise bu ifadeyi, "Dini ayakta tutmaya devam edin" şeklinde tercüme etmişlerdir. Özetle peygamberlerin şu iki görev için gönderilmiş olduklarını söyleyebiliriz. Birincisi, dinin hakim olmadığı yerde dini ikame etmek, ikincisi, eğer din ikame olunmuşsa onu ayakta tutmaya çalışmak.
Bu noktada iki soruyla karşılaşıyoruz. a) Dini ikame etmek ile ne kastolunmaktadır. b) İkame ve ikame etmekle devam edilmesi istenilen "din" nedir? Bu iki hususun iyice kavranılması gerekmektedir.
"İkame etmek", bir şeyi ayağa kaldırmak veya arazi üzerinde bir bina kurmak demektir. Bu anlamlar, kelimenin lügavi karşılıklarıdır. Fakat ıstılahi anlamda "ikame etmek", bir kanun tebliğ etmek değil, onu fiilen yerine getirmek ve yaymak demektir. Söz gelimi, "Filan şahıs bir hükümet ikame etmiş (kurmuş)" diyoruz. Yani bir ülkedeki halk, o şahsa tabi olmuştur.
Tüm sistem yine o şahsın koyduğu kurallar çerçevesinde işlemektedir. Mahkemeler kurulmuştur. İdari kurumlar onun emrine bağlı olarak görev yapmaktadırlar vs. Bu ifade hiçbir surette, o şahsın sadece kafasındaki hükümet projesinin vasıflarını tebliğ ettiği ve halkın da onun bu düşüncelerini beğendiği anlamına gelmez. Nitekim Kur'an, "Namazı ikame edin" diye buyuruyor. Doğal olarak bundan, sadece namaza çağrıda bulunmak ve tebliğ etmek anlamı çıkmaz. Bu emirle namazın tüm şartlarıyla birlikte kılınması ve mü'minler arasında uygulanması kastolunmaktadır. Yani, size verilen emirleri yerine getirin, Cuma ve cemaat namazlarını eda edin, vaktinde ezanı okuyun, imam ve hatipler tayin etmek suretiyle halkı, namazı vaktinde ve camide kılmaya alıştırın! Bu bağlamda peygamberlere, dini ikame edin emrinin verilmesi, "Sizler dine göre yaşayın ve başkalarına da sadece dini hak kabul etmelerini söylemekle yetinin" şeklinde anlamanın yanlış olacağı aşikardır. Asıl kastolunan husus şudur: "Hak dini hak kabul ettikten sonra daha da ileri giderek, dinin tam anlamıyla uygulanmasını ve her işin dine göre düzenlenmesini sağlayın." Gerçi davet ve tebliğ bu yolun ilk safhasıdır. Çünkü bu safha (davet ve tebliğ) aşılmadan ikinci safhaya geçilmesi mümkün değildir. Ancak her basiret sahibinin de rahatlıkla anlayabileceği gibi, dinin asıl hedefi davet ve tebliğ değildir. Asıl hedef dinin ikame olunması ve ikame edilmişse, idamesinin sağlanmasıdır. Davet ve tebliğ sadece hedefe varabilmek için gerekli olan araçlardır. Dolayısıyla peygamberin görevini tebliğle sınırlamak yanlıştır.
Şimdi de ikinci soruyu ele alalım. Bazılarına göre, Allah'ın, ikame edilmesi için peygamberlerine gönderdiği din hepsinde aynıdır. Ancak şeriatları farklıdır. Nitekim Allah, "Biz herkes için bir din ve yol kıldık" diye buyurmaktadır. "İşte" diyor bu kimseler, bu ayetin de işaret ettiği gibi, bundan sadece "din" kastolunmaktadır, şeriat değil." Onlar, "din" ile şeriattaki hükümlerin aynı şeyler olmadığı anlamından yola çıkarak "Tevhide, ahirete, kitablara ve peygamberlere inanmak, Allah'a ibadet etmek ve bir de olsa olsa ahlâkın temel prensiplerini kabul etmek tüm dinlerin genel karakterini ortaya koyar" şeklinde bir sonuca varıyorlar. "Dinde birlik, şeriatlarda farklılık" gibi çok tehlikeli bir sonuca götüren bu düşünce, temelde sathi gözükmektedir. Ancak bu düşünce izale edilmezse, St. Paul'un şeriatsız bir din ortaya koymak suretiyle Hz. İsa'nın (a.s) ümmetini harab ettiği gibi, din ile şeriat birbirinden ayrılır. Çünkü şeriatı dinden ayırır, ikame etmeyi şeriata değil de dine matuf kılarsak, o takdirde müslümanlar tıpkı hıristiyanlar gibi şeriatı önemsemeyecek, ikame edilmesini gaye kabul etmeyip bundan kaçınacak ve sadece bir takım ahlâkî kuralları dinin tamamı olarak addedeceklerdir.
Bu tür, aklı esas alan izahları bir yana bırakalım ve Kur'an'ın dini ikame etmeyi açıklayan ifadelerine başvuralım: Yani, dini ikame etmek, sadece inançtan ve birkaç ahlâkî kuraldan mı ibarettir, yoksa şeriatın hayata geçirilmesi midir?
Kur'an bize "din" olarak şunları göstermektedir.
"Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a halis kılarak ve muvahhidler olarak O'na kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekatı vermeleri emredilmiştir. İşte doğru din budur." (Beyyine: 5)
Bu ayeti kerimeden de anlaşılacağı üzere, namaz ve zekat dinin birer cüz'üdür. Oysa bu iki husus hakkında muhtelif şeriatlarda farklı hükümler vardır. Nitekim hiç kimse önceki şeriatlarda namazın şartlarının, (rekat, kıble, vaki