Şüpheli şeyler, helal ve haram hakkında - Gazali - İhyau Ulumiddin

Helâl de, haram da açıktır (ve bilinir). Bu ikisi arasında iki» sine de benzer birçok durumlar ve haller vardır" ki bunları insanların çoğu bilmez. Büyük İslam Alimi Ebu Hamid Muhammed Gazali''nin İhyau Ulûmi''d-Dîn eserinden bölümler: Şüphelerin Mertebeleri, Kaynakları ve Şüpheli Şeyleri Helâl ve Haramdan Ayıran Hususlar

Şüphelerin Mertebeleri, Kaynakları ve Şüpheli Şeyleri Helâl ve Haramdan Ayıran Hususlar

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Helâl de, haram da açıktır (ve bilinir). Bu ikisi arasında iki» sine de benzer birçok durumlar ve haller vardır" ki bunları insanların çoğu bilmez. Bu bakımdan kim şüphelilerden sakınırsa, o hem namusunu hem de dinini (şer'î tenkidden) istibra ederek uzak tutmak istemiştir. Şüphelere giren kimse ise, haram ile boğuşmaktadır ve tıpkı sürüyü korunun etrafında otlatan çobanın koruya girme ihtimalinin pek yakın oluşu gibi (onun da harama düşme ihtimâli pek yakındır),33

Bu hadîs-i şerif üç kısmın isbatı hakkında kesin bir hükümdür. Bu üç kısımdan (helâl-haram ve şüpheli), birçok kimseler tarafından bilinmeyen ortanca kısım (şüpheli) müşkildir. Ortanca kısımdan gaye, şüpheli emirlerdir. Bu bakımdan şüphelileri izah etmek ve üzerlerindeki perdeyi kaldırmak gerekir. Zira halkın çoğu tarafından bilinmeyen bir şeyi az da olsa bilenler vardır. O halde deriz ki, mutlak mânâda helâl olan şey şudur: Zatı, aynısında haramlığı icab ettiren sıfatlardan uzak ve sebepleri de haram veya kerahiyetin arız olabileceği şeylerden uzak olanlardır.

Bunun misali, insanoğlunun yağmurdan edindiği sudur. İnsan bu suyu, herhangi bir kimsenin arazisine düşmeden önce, kendi mülkünde yahut da mübah olan (hiç kimsenin olmayan) bir arazide ayakta durup havadan edinir. Katıksız haram, kendisinde, haramlığında şek ve şüphe olmayan bir sıfatın bulunduğu şeylerdir: İçkideki sarsıcı kuvvet ve bevldeki (sidikteki) necaset gibi; veya varlığında, kesinlikle yasaklanan bir sebebin rol oynadığı şeyler: Zulüm, faiz ve benzeriyle alınan mal gibi. Haramın bu iki kısmı, herkesçe bilinen ve apaçık kısımlarıdır. Haramlığı tahakkuk eden, fakat bilâhare bozulması ihtimal dahilinde bulunan şeyler de bu iki kısma iltihak etmiştir. Fakat bu ihtimalin varlığına delâlet eden sebep şimdilik bahis konusu değildir.

Meselâ kara ve deniz avı helâldir. Avlanan bir geyikte başka bir avcı tarafından avlanmış ve sonra o avcının elinden kaçmış olma ihtimali vardır. Başkasının eline düşüp, onun ağına girdikten sonra yakalayanın elinden kayıp denize düşme ihtimali bulunan balık da böyledir. İşte böyle bir ihtimal, havadan edinilen yağmur suyunda sözkonusu değildir. Fakat bunlar da, yağmur suyu mânâsındadırlar. O halde avlanmış geyik ve balıktan sakınmak, vesveseden başka birşey değildir. Bu bakımdan biz böyle bir takvaya Vesvesecilerin takvası' adını verdik. Buna benzer misaller de bu kabilden sayılır. Çünkü bu, delilsiz ve mücerred bir vehimdir. Ancak balığın kulağında bulunan bir halka veya avlanan geyikte bulunan eski bir yara gibi kesin bir delil varsa iş değişir. Bu yara, daha önce bir avcı tarafından ve avlandıktan sonra yapılan bir dağlama olabildiği gibi, başka bir yara da olabilir. İşte böyle bir durumda takva için sebep vardır. Her cepheden deliller yok olduğu zaman, delilleri yok olan ihtimal, bizzat yok olan ihtimal gibidir.

Herhangi bir kimseden bir evi ödünç olarak alan bir kişinin, ev sahibinin kaybolmasıyla, 'Belki de ölmüş, ev varislerin hakkı olmuştur' gibi bir zehâba kapılıp o evden çıkmak da bu kabilden bir vesvesedir! Zira ortada evi kendisine ödünç olarak veren adamın öldüğüne dair kesin bir sebep veya insanı şüpheye düşürecek bir illet yoktur. Oysa insanoğluna zarar veren şüphe, şekten kaynakla-nan şüphedir. Şek ise, ayrı ayrı iki sebepten neş'et eden iki zıt inançtan ibarettir. Bu bakımdan sebebi olmayan birşey, insanın nefsinde karar kılmaz ki, yerleşik karşı bir inanca eşit olup şekke dönüşsün. Bunun için deriz ki, üç veya dört rek'at kıldığında şüpheye düşen kimse üç rek'at kıldığını kabul edecektir. Çünkü asıl fazla olmamaktır. Eğer bir insana bundan on sene önce kılmış olduğu öğle namazın üç rek'at ını yoksa dört rek'at mı kıldığı sorulsa kesinlikle dört rek'at olduğunu kestiremez. Bunu kesin bir şekilde kestiremediği için, o namazın üç rek'at olması muhtemeldir. Oysa böyle bir ihtimal, şekke dönüşmez.

Zira bu kimsede o namazın üç rek'at oluşunu icab ettiren bir sebep mevcut olmamıştır. Bu bakımdan şekkin hakikati ve ne demek olduğu bilinmelidir ki, sebepsiz ihtimal ve vehim ile karıştırılmasın. Bu ise mutlak mânâda helâl olanlar grubunda mütâlaa edilir. Mutlak mânâda haram olanlar grubuna bilâhare helâl olmasını sağlayacak bir sebebin bulunması ihtimâli sözkonusu olsa bile haramlığı muhakkak olan herşey dahil olur. Fakat böyle bir sebebin varlığına herhangi bir delil delâlet etmiş değildir. Mesela bir adamın elinde, kendisinden başka varisi bulunmayan herhangi bir kimseden emanet olarak aldığı bir yiyecek maddesi bulunur ve onun asıl sahibi kaybolur. Böyle bir durumda kaybolan kişinin ölüp de o maddenin emanetçiye miras yoluyla intikal etmesi ihtimali de sözkonusudur. Ancak emanetçinin bu maddeyi yemesi, kelimenin tam mânâsıyla haram olan birşeyi yemesi demektir. Çünkü mal sahibinin ölmesi ve dolayısıyla emanetinin miras yoluyla kendisine intikal etmesi, mücerred ve delilsiz bir ihtimaldir.

Bu bakımdan bu tarzdaki şeyleri, şüpheler kısmından saymamız uygun bir hareket değildir. Şüpheden gayemiz; durumu bizim için müşkil olan ve kendisi hakkında iki zıt inanç doğuran iki sebebe sahip nesne demektir.

Şüphenin Kaynakları Birinci Kaynak Eşyayı helâl veya haram kılan sebep hakkında şek ve şüpheye düşmektir. Bu kısımda, iki zıt ihtimal, ya eşit veya birisi diğerinden daha kuvvetli olacaktır. Eğer iki ihtimal eşitse, hüküm daha önce bilinene göre verilir ve önceki durum olduğu gibi devam eder; şüphe ile terkedilemez. Eğer ihtimallerden biri galip gelirse meselâ galip gelen hüküm, itibar edilen bir delilden doğarsa bu takdirde hüküm gâlibe göre verilir. Bunun hakikati ancak misaller ve deliller vermek suretiyle anlaşılır.

Bu bakımdan biz bunudört kısma ayırıyoruz: a) Birinci kısım, daha önceden haram olduğu mâlum iken sonradan kendisini helâl edici sebeplerin varlığı hakkında şüphe vâki olan kısımdır. Böyle bir şüpheden sakınmak farz, bunu çiğnemekse haramdır. Mesela adam, avlamak istediği hayvana ok atar ve onu yaralar. Hayvan da suya düşer. Onu sudan çıkardığında ölmüş olduğunu görür. Bu hayvanın boğularak mı öldüğünü yoksa aldığı yaradan dolayı mı öldüğünü bilemez. İşte böyle bir hayvan haramdır; çünkü burada asıl olan haram olmasıdır. Ancak hayvan belli bir yolla öldüğü ve o yol hakkında da şüphe vâki olduğu zaman, yakîn, şüphe için terkedilmez. Hadesler, necasetler, namazın rek'atları ve benzeri gibi...

Hz. Peygamber'in Adiy b. Hâtem'e söylediği şu söz de bu mânâya hamledilir: Sakın onu yeme; çünkü belki de onu, senin köpeğinden başkası öldürmüştür.34

Bunun içindir ki, Hz. Peygamber, kendisine birşey getirildiği zaman, onun sadaka mı, hediye mi olduğu hususunda şüphelendiğinde, hangisinden olduğunu öğrenmek için sorardı.35

Rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber bir gece sabaha kadar uyumaz. O gece hücresinde kaldığı hanımının 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu gece niçin uyumadın?' diye sorması üzerine de şöyle buyurur:

Evde bir hurma bulmuştum. Onun sadaka hurmalarından olmasından korktuğum için uyuyamadım.36

Başka bir rivayette hadîs şöyle devam eder: Bulduğum o hurmayı yedim; sonra da onun sadaka hurmalarından olmasından korktum.

Bu cümleden olarak seleften şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber'le beraber seferdeydik ve acıkmıştık. Debab (keler) denilen hayvanın çok bulunduğu bir yerde konakladık. Bizim o hayvanlardan doldurduğumuz çömlekler ateşin üzerinde kaynarken Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Zamanında İsrâiloğulları'ndan bir topluluk mesholunmuştu. (başka bir sûrete sokulmuştu). Şu hayvancağızların onlar olmasından korkarım.37

Bu söz üzerine biz çömleklerimizin içindekileri yere döktük. Daha sonra Allah Teâlâ, peygamberi zîşânına bir kavmi meshettikten (suretini başka surete soktuktan) sonra onlara zürriyet vermediğini bildirdi. Hz. Peygamberin bu hayvanların etini yememesi, başta bunların helâl olup olmadığı hususunda şüpheye düşmesindendir.

b) İkinci kısım, helâli bilip haram edici sebepler hakkında şüpheye düşmektir. Bu durumda esas olan helâl olmaktır ve burada hüküm 'helâlliğe' göre verilir. Meselâ iki arkadaş evlenirler. Bir gün uçan bir kuş görürler; biri 'Eğer bu kuş karga ise, hanımım boş olsun'; diğeri de 'Eğer karga değilse, benim hanımım boş olsun' der. O kuşun karga olup olmadığı bilinemediği takdirde, bunların ikisi için de haram ile hüküm verilmez ve dolayısıyla bunların, hanımlarından sakınmaları gerekmez. Fakat takva, iki adamın da sakınması ve hanımlarını boşamalarını gerektirir. Mekhul, bu meselede sakınmayı em-retmiştir. Şa'bî, münakaşa edip biri diğerine 'Sen hasedçisin' di-yen iki kişiden biri 'İkimizden hangisi daha fazla hasedçi ise, hanımı üç talak ile boş olsun'; öbürü de 'Evet, öyle olsun' dediği takdirde hangisinin daha fazla hasedçi olduğu müşkil olacağından ikisinin de hanımlarından sakınmaları ve boşanmaları gerektiği hakkında fetva vermiştir. Eğer Şa'bî, bu fetvasında takva cihetinden korunmayı irade ediyorsa, fetvası doğrudur. Yok kesinlikle haram olduğunu kasdediyorsa, elinde hiçbir delil yoktur. Zira sular, necasetler, hadesler ve namazlar bahsinde sabit olduğu gibi yakîni şek yüzünden terketmek vacib değildir. Şa'bî'nin fetvası da bu kabildendir.

Eğer 'Bununla onun arasında nasıl bir ilgi vardır' dersen, bil ki, bu benzetmenin böyle bir ilgiye ihtiyacı yoktur; çünkü bazı durumlarda benzetme, münasebet ve ilgi olmaksızın da lazımdır. Zira suyun temizliği kesinlikle bilindiğinde, sonradan necis ve pis olup olmamasında şüphe edilse bile bu su ile abdest almak caizdir. Madem abdest almak caizdir, içilmesi neden caiz olmasın? İçilmesi caiz olduğu zaman da yakînin şek ile bertaraf edilmediği kabul edilmiş olur. Ancak burada ince bir nokta vardır. (Buna dikkat etmek gerekir). Şöyle ki: Daha önce bahsettiğimiz su misalinin benzeri, adamın hanımını boşayıp boşamaması hususunda şüphe etmesidir. Bu bakımdan böyle bir durumda boşamaması esastır ve boşamamış sayılır. Daha önce geçen kuş misalinin benzeri ise, birinin necis olduğu kesin olan iki su kabından hangisinin necis olduğu hususunda şüphe edilmesidir. Böyle bir durumda ictihad etmeksizin bu kaplardan herhangi birini kullanmak caiz değildir; çünkü burada temizlik ve taharetin kesinliğine, necasetin kesinliği karşı çıkmıştır.

Bu bakımdan burada istishab (birşeyi eski durumunda bırakmak) iptal olunur. İşte bunun içindir ki burada da iki hanımdan biri kesin olarak boşanmıştır; fakat hangisinin boşanması gerektiği kesin olarak bilinememiştir. O halde deriz ki, İmam Şafiî'nin arkadaşları, iki kap meselesinde üç görüştedirler: Bir grup 'Adam ictihad etmeksizin, kaplardan birinin eskiden temiz olmasına itibar ederek kullanır'; başka bir grup da 'Temizlik karşılığında necasetin varlığı da kesin olduğuna göre kapların hiç birisini kullanmamalı ve burada ictihad dahi fayda veremeyeceğinden kullanmayı terketmelidir' demiştir. Bu iki grubun ifrat ve tefriti arasında daha normal hareket edenler de 'Kişi bu iki kaptan birisinin temizliğini tesbit etmek için ictihad eder' demişlerdir. Doğru fetva da budur. Bunun misali de iki karısı olan bir kişinin 'Eğer uçan kuş karga ise Zeyneb adlı hanımım; değilse Umre adlı hanımım boştur' demesidir.Şüphe yoktur ki, böyle bir durumda istishaba dayanarak onların ikisiyle de cinsî ilişki kurması caiz değildir. Belirtisi olmadığı için burada ictihad da caiz değildir. Biz bu durumda iki karısını da kendisine haram buluyoruz. Çünkü hangisi ile cinsî münasebette bulunursa bulunsun mutlaka harama girmiş olur. Eğer ikisinden biriyle cinsî münasebette bulunur da 'Ben sadece bununla cinsî münasebeti devam ettiririm' derse, birini delil olmaksızın, kendiliğinden boşanmamış kabul etmiş olur. Bu meselede bir veya iki şahsın hükmünde ayrılık vardır; çünkü burada, bir şahıs için haram olması muhakkaktır. Ama iki şahıs için mesele değişir; zira her biri ancak kendi nefsi için haram olup olmadığından şüphe etmiş olur.

Eğer o iki kap, iki şahsa ait olsa onların her biri ictihad etmeksizin kendi kabıyla abdest alabilir; çünkü kabının temiz olduğuna kesinlikle inanır. Ancak bu durumda onun hakkında şüpheye düşmüştür denilirse, cevap olarak deriz ki, bu mesele fıkıhta ihtimalli bir meseledir. Fakat benim zannıma göre en râcih ve kuvvetlisi bunun olmamasıdır; burada müteaddid şahıslar, bir şahıs gibidir; çünkü abdestin sahih olması için abdestte kullanılan suyun, abdest alanın mülkü olması şart değildir. Aksine insanın başkasına ait bir su ile abdest alması, tıpkı kendi nefsine ait olan su ile abdest alması gibi, abdetsizliğini ortadan kaldırır. Bu bakımdan mülk değişikliğinin veya birliğinin herhangi bir tesiri yoktur. Başkasının zevcesiyle cinsî münasebette bulunmaksa bunun hilâfınadır; zira helâl değildir. Bir de alâmetlerin ve belirtilerin necasetlerde müdahaleleri vardır. Bunun için de bunlar hakkında ictihad etmek mümkündür; fakat talak (boşanma) bunun hilâfınadır. Bu bakımdan temizliğin kesinliğine karşı çıkan, necasetin kesinliğini bertaraf etmek için istishabı takviye eden bir alâmet ve belirtinin bulunması gerekir. İstishab ve tercih bahisleri, fıkhın ince meselelerindendir. Biz bunları fıkıh kitaplarında inceden inceye sayıp dökmüş bulunduğumuzdan, şu anda kaidelerine dikkat çekmekle iktifâ ediyoruz.

c) Üçüncü kısım, haram olması asıl ve esas olan kısımdır. Fakat sonradan galib bir zan ile helâl olmasını icab ettiren bir sebep ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan böyle birşey hakkında şek ve şüphe edilir. Galib zan ise, bunun helâl olmasıdır; işte böyle birşey hakkında düşünülür. Eğer bunun helâl olmasını gerektiren galib zan, şer'an muteber sayılan bir sebebe dayanırsa bizim tercih ettiğimiz fetvaya göre helâl olur. Fakat bundan sakınmak takvadandır. Buna şu misali verebiliriz: Adam bir ava ok atar ve av kaybolur. Sonra onu ölü olarak bulur ve gövdesinde kendi okunun yarasından başka da herhangi bir yara ve bere görmez. Fakat buna rağmen bu hayvanın yüksek bir yerden düşmek suretiyle veya başka bir sebeple ölmüş olması ihtimali vardır. Eğer bu hayvanın üzerinde başka bir yere çarpma izi veya başka bir yara bulunursa, birinci kısma girmiş olur, Bu kısım hakkında İmam Şâfiî'nin fetvası ihtilâflıdır. Tercih edilen fetvaya göre bu helâldir; çünkü yara görünür bir sebeptir ve tahakkuk etmiştir. Asıl da, bu yaradan başka ölümünde rol oynayan herhangi birşeyin bulunmamasıdır. Bu bakımdan bu yaradan başka ölümünde rol oynayan bir şeyin var olup olmaması şüphelidir. O halde yakîn, şüphe ile bertaraf edilemez. İbn Abbas 'Vurup derhal öldürdüğün avın etini ye! Sonradan attığın darbe ile ölenin etini bırak!' buyurmuştur.

Hz. Âişe38 de şöyle rivayet eder: Adamın biri Hz, Peygamber'e bir tavşan getirerek şöyle der: - Bu benim ok ile vurduğum bir hayvandır. Onda okumu tanıdım. (Ne dersiniz, yiyeyim mi, yemeyeyim mi?) - Onu derhal mi öldürdün, yoksa bilâhare attığın ok ile ölmüş olarak mı buldun? - Bilâhare isabet aldığı darbe ile ölmüş olarak buldum. - Geceler, Allah'ın mahlûkâtından bir mahlûktur. Onun takdirini ancak onu yaratan bilir. Bu bakımdan belki de o hayvanın ölmesine başka birşey yardım etmiştir.

Nitekim Hz. Peygamber, Adiy b. Hâtem'e de eğitilmiş köpeği hakkında şöyle demiştir: Eğer o yemişse sen yeme; çünkü korkarım ki, köpek o avı kendisi için tutmuş olsun! Oysa eğitilmiş köpeğin ahlâksızlık yapmayacağı ve avladığı hayvanı sahibi için avlayacağı galib bir ihtimaldir. Bununla birlikte Hz. Peygamber, Adiy'i avlanan hayvanı yemekten nehyetmiştir. Bunun tedkik ve tahkiki şöyledir: Helâllik, ancak sebebin tamamlanmasıyla tahakkuk eder. Sebebin tamamlanması da avlanan hayvanın, herhangi bir illetin ârız olmasıyla değil, sadece avcının darbesiyle ölmesidir. Oysa bu meselede şüphe edilmiştir. O halde bu şüphe, sebebin tamamlanması hususunda vâki olan bir şüphedir. Hatta bu avın ölümünün helâl üzerine mi, yoksa haram üzerine mi olduğu hususunda da şüphe edilmiştir. Bu bakımdan ölümü helâl üzere tahakkuk eden, sonradan ârızî sebebinde şüphe edilen av mânâsında olmaz. Bütün bunlara karşılık deriz ki: Gerek İbn Abbas'ın ve gerekse de Hz. Peygamber'in nehyi (yasaklaması), takva ve tenzihe hamledilir. (Tahrîmî nehy değildir).

Buna delil olarak bir kısım haberlerde rivayet edilen Hz.Peygamber'in şu hadîsini gösterebiliriz: Avladığın hayvanda okunun yarasından başka bir yara görmediğin takdirde kaybettikten sonra bulsan dahi etiniye!39

Bu hüküm, dikkatleri daha önce zikrettiğimiz mânâya çekmek demektir. Şöyle ki: Eğer kişi, avladığı hayvanda okunun yarasından başka bir yara veya bere görürse, o zaman zannın muarazası (çarpışması) yüzünden ölümün iki sebebi de çarpışır. Eğer kendi okunun açtığı yaradan başka bir yaraya rastlamazsa, zann-ı galib hasıl olur ve böylece istishab ile hükmedilir; tıpkı , haberi vâhid, maznûn kıyas, maznûn umumlar ve başkalarıyla istishab üzerine hükmedildiği gibi...

İtirazcının 'Onun helâl üzerine öldüğü tahakkuk etmediği için, ölüm sebebinde şüphe olmuş olur' itirazına gelince, bu yerinde bir itiraz değildir; çünkü sebep tahakkuk etmiştir; ölümün sebebi yaradır. Yaradan başka ölümde rol oynayan birşeyin bulunması ise şüphelidir. Bu fetvanın doğruluğuna ulemanın şu icmâ ve ittifakı delâlet etmektedir: 'Bir kimse yaralandıktan sonra kaybolur ve bilâhare ölü olarak bulunursa, onu yaralayana kısas vacib olur'. Halbuki böyle bir kimse kaybolmasaydı, ölümüne belki de fazla heyecanlanması sebep olacaktı; nitekim bazı insanlar, aniden düşüp ölmektedir. Bu bakımdan böyle bir durumda ancak boynunu kesmek veya ölüme sebep olacak derecede derin yaralar açmak gibi haller kısası icab ettirmeli idi. Zira insanın içinde bulunan öldürücü illetlerden hiçbir zaman emin olunamaz ve bu illetler yüzündendir ki sapasağlam görünen bazı insanlar aniden düşüp ölürler. Burada kısas şüphe üzerine bina edilmekle beraber, hiç kimse böyle dememiştir. Aynı şekilde kesilmiş bir hayvanın karnındaki yavrusu da helâldir. Oysa bu yavrunun, annesinin kesilişinden önce ölmüş olma ihtimâli vardır. Kesiliş sebebiyle ölmemiş olsa da veya henüz anne rahminde ruh üfürülmemiş olsa da durum değişmez. Bunun gibi ceninin diyeti de vacibdir. Belki de henüz kendisine ruh üfürülmemiştir veya cinayetten önce başka bir sebepten ölmüştür. Fakat bütün bunlara rağmen, hüküm zâhirî bir delile dayanmadığı takdirde vehim ve vesvese kısmına girmiş olur. Nitekim bu durumu daha önce de belirtmiştik. İşte burada da durum böyledir.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Korkarım ki, o avı kendisi için tutmuş olsun.

İmam Şâfiî'nin bu meselede iki fetvası vardır. Bizim tercih ettiğimiz fetvaya göre, burada haram olmasına hükmetmektir; çünkü sebepler çatışmaktadır. Eğitilmiş köpek, alet ve vekil gibidir. Sahibi için tutar ve bu durumda da tuttuğu helâl olur. Eğer talimli köpek kendiliğinden avlanırsa, tuttuğu helâl değildir; çünkü kendi nefsi için avlandığı düşünülebilir. Sahibinin işaretiyle gidip sonra da avlandığı hayvandan yiyen eğitilmiş köpeğin işaretle gitmesi, başlangıçta alet yerinde ve sahibinin vekili olduğuna; yemesi ise, avlandığı hayvancağızı sahibi için değil, kendisi için tuttuğuna delâlet eder. Bu bakımdan delâlet eden sebep böylece muâraza etmiş olur. Dolayısıyla ihtimal de çarpışır. Asıl ise, haram olmaktır ve bu asıl devam etmektedir. Şüphe ile ortadan kalkmaz. Bu durum tıpkı şuna benzer: Adamın biri kendisine bir cariye satırı alması için birini vekil eder; vekil edilen adam da gidip bir cariye alır. O cariyeyi kendisi için mi yoksa müvekkili için mi aldığını açıklamadan da düşüp ölür. Böyle bir durumda müvekkilin (vekil gönderen kimsenin) cariyemdir diyerek onunla cinsî münasebette bulunması helâl değildir. Zira vekil ettiği kimse o cariyeyi müvekkili için satın almış olabileceği gibi, kendi nefsi için de satın almış olabilir. Ortada, müvekkili için satın aldığını gösteren bir delil de yoktur. Asıl ise, böyle bir cariye ile cinsî münasebet kurmanın haram olmasıdır. Bu bakımdan bu mesele üçüncü kısma değil, birinci kısma dahil olmuş olur.

d) Dördüncü kısım ise, helâlliğin mâlum olmasıdır. Fakat sonradan şer'an zann-ı galible muteber sayılan bir sebepten ötürü kendisini haram edici bir durum ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan bu durumda istishab (yani eski durumda bırakmak) ortadan kalkmış olur ve haram olmasına hükmedilir; çünkü daha önce de gördüğümüz gibi istishab zayıftır; zann-ı galib karşısında hiçbir kıymeti kalmaz. Misali ise şudur: Adamın ictihadı, kapların birisinin necis olduğunda karar kılar. Bu ictihadı zann-ı galib gerektiren belli bir alâmete dayanmaktadır. Bu bakımdan bu kimsenin o kaptaki suyu içmesi ve onunla abdest alması haramdır. Böylece kişi 'Eğer Zeyd, tek başına Amr'ı veya herhangi bir avı öldürürse hanımım boş olsun' demiş olsa ve Zeyd de Amr'ı veya bir hayvanı yaralasa ve orda kaybolduktan sonra, ölü olarak bulunsa, bu kimsenin hanımı kendisine haram olmuş olur. Çünkü daha önce geçtiği gibi zâhirde onu Zeyd tek başına öldürmüştür. İmam Şâfiî kesinlikle buyurmuştur ki: Bir kimse, göllerdeki, orada uzun zaman durmasından veya içerisine necaset düşmesinden dolayı bozulmuş olma ihtimali bulunan suyu kullanabilir. Eğer o suya bir geyiğin işediğini ve suya vardığında onun bozulmuş olduğunu müşahede ederse ve bu bozukluğun aynen yukarıdaki gibi hayvanın sidiğinden veya uzun zaman durmasından ileri gelmiş olma ihtimali bulunsa bile bu suyu kullanması caiz değildir. Çünkü bu durum, necaset ihtimalini kuvvetlendiren bir delildir. Bu, bizim önceden zikrettiğimizin misalidir. Bu hüküm, birşeyin aynısıyla ilgili bir alâmete dayanan bir zann-ı galibin hükmüdür.

Birşeyin aynısıyla ilgili bir alâmet cihetinden gelmeyen zann-ı galibe gelince, burada İmam Şafiî'nin fetvası ihtilâflıdır. Acaba aslı helâl olan şey, bu zann-ı galib ile ortadan kalkar mı, kalkmaz mı? İmam Şâfiî'nin; müşriklerin (putperestlerin) ve daima içki içenlerin kaplarından abdest alma, eşilmiş mezarlar arasında namaz kılma, korunulması mümkün olmayan miktardan fazla çarşı ve sokakların çamurlarıyla namaz kılma hakkındaki fetvası ihtilaflı olduğu zaman, elbetteki bunun hakkındaki fetvası da ihtilaflı olacaktır. Şâfiî'nin arkadaşları onun bu görüşünü şöyle ifade etmişlerdir: Asıl ile zann-ı galib çarpıştıkları zaman, hangisine itibar olunur? Bu durum daima içki içen ve puta tapanların kaplarından su içmek haram mıdır, değil midir meselesi hakkında câridir; zira necis birşeyin içilmesi helâl olmaz. Bu durumda necaset ve helâlin kaynağı bir olur. Herhangi birinde tereddüt etmek, diğerinde de tereddüt etmeyi gerektirir.

Benim tercih ettiğim fetva şudur: Burada itibar asl'adır. Alâmet, yenen veya kullananın aynısıyla ilgili olmadığı sürece aslın ortadan kalkmasını icab ettirmez. Bunun beyanı ve delili, şüphenin ikinci kaynağında gelecek olan karıştırma şüphesidir. Bu söylediklerimizle, bilâhare haram olduğu veya zann bulunduğu hususunda şüphe edilen helâlin ve aynı durumda olan haramın hükmü anlaşıldı. Birşeyin aynısındaki alâmete dayanan zann ile herhangi bir alâmete dayanmayan zannın arasındaki fark da böylece anlaşıldı.

Bu dört kısımda helâl olduğuna hükmettiğimiz herşey, birinci derecede olan helâldir. Ancak ihtiyat ve takva bunları terketmektedir. O halde bunları yapan kimse, muttakî ve salihler zümresinden olmaz. Böyleleri şer'î fetvada fasıklığına, asi olmasına ve cezaya müstahak görülmesine hükmedilmeyen adiller zümresine dahil-dir. Ancak vesvese derecesinde mütalaa ettiğimiz kısım, bu hük-mün dışındadır; zira böyle bir kısımdan kaçınmak, hiç de takvadan değildir.

İkinci Kaynak Menşei karışıklık oları şektir. Şöyle ki; haram helâle karışıp iş şüpheye düşer ve ayırdetme güçleşir. Karışma, her iki taraftan veya yalnızca bir taraftan ve sayısı belli olmayacak yahut da belli olacak şekilde olur. Eğer adedi belli olanla karışırsa, bu karışmada iki kısma ayrılır. İşaret etmek suretiyle ayırt edilemeyecek derecede karışma sıvı maddelerin karışması gibi veya ayinlerin ayrılması mümkün olmakla beraber ayinlerin bilinemeyeceği bir şekilde karışmadır kölelerin, evlerin ve atların karışması gibi. Birbirlerine çok benzedikleri için karışanlar da, ya aynısı kastedilen şeylerden ticaret malları gibi ya da aynısı kastedilmeyenlerden olacaktır paralar gibi.

Bu bakımdan bu taksimattan üç kısım meydana çıkar: 1. Birinci kısmı, belli bir adet ile birbirine karışmasıdır. Meselâ murdar bir hayvanın leşi, kesilmiş bir veya on hayvanın gövdesiyle karışır ya da süt emzirmiş bir kadın on kadına karışır veya iki kızkardeşten hangisiyle evlendiği belli olmaz. İşte bu şüphe, ümmetin icmaıyla sakınılması gereken bir şüphedir; zira bu şüphede ictihadın yeri olmadığı gibi, haramı belirten alâmetler de yoktur. Muayyen bir adetle karıştığı zaman, hepsi bir şeymiş gibi olur. Bu durumda kesin haramlık ile kesin helâllik karşı karşıya gelmiş olur. Bu suretle helâlle haramın, helâlin tesbit edilmesinden sonra karışması meselâ uçan kuş meselesinde hanımlardan birisinin boş olması gibi ile tesbit edilmesinden önce karışması emzirmiş bir kadın (veya emen bir kadın) yabancı bir kadınla karıştırıldığında kişinin birini kendisine helâl etmesi gibi arasında hiçbir fark yoktur. Bu durum, haramın bilâhare ortaya çıkması hususunda bazen müşkil bir şekle girer: İki hanımdan birinin, geçmiş istishaba dayanarak boş olması gibi. Biz bu husustaki cevabın vechine daha önce dikkat çekmiştik. Şöyle ki; haramın kesin olması, helâlin kesin olmasına tekabül etmiş (yani karşı karşıya gelmiş); bu bakımdan istishab, zayıflamış ve şeriat nazarında tehlike tarafı daha galib gelmiştir ve bunun için de tehlikeli olan taraf tercih edilir. Bu durum, belli bir helâl, adedi belli olan bir haramla karıştığı zaman böyledir. O halde, adedi belli olan bir helâl, adedi belli olmayan bir harama karıştığında bundan sakınmanın daha evlâ olacağı açıktır.

2. İkinci kısım sayısı belli bir haramın, sayısı belli olmayan bir helâle karışmasıdır. Meselâ süt emziren (veya emen) bir kadın veya süt emen (veya emziren) on kadın büyük bir memleketin kadınlarıyla karışabilir. Bu durumda o memleketin hanımlarıyla evlenmemek gerekmez. Aksine kişi o memleketin hanımlarından istediğiyle evlenebilir. Bu hükmün illetini, 'Burada helâl daha fazladır' şeklinde göstermek caiz değildir. Çünkü böyle bir illet kabul edildiği takdirde bir haram dokuz helâl ile karıştığında kişinin onlardan biriyle evlenmesinin caiz olması gerekir. Oysa ulemadan hiç kimse böyle birşey söylemiş değildir. Bilakis buradaki evlenmenin caiz olmasının illeti galiplik ile birlikte adamın, evlenmeye muhtaç olmasıdır. Yani ikisi birden illet olurlar. Zira herhangi bir kimsenin bir sebepten dolayı bir mahremi kaybolsa, böyle bir kimse için evlenme kapısını kapamak mümkün değildir. Aynı şekilde kişi, dünya malına kesinlikle haram katılmış olduğunu bilse bile kendisine dünya malını satın almak ve ondan yemek yasak olmaz; çünkü böyle yapmak güçlüktür. Dinde ise, güçlük yoktur. Hz. Peygamber, asr-ı saâdetinde bir kalkan çalındığında ve adamın biri ganimet malından bir abâ aşırdığında hiç kimseyi kalkan ve abaları satın almaktan menetmemiştir.

İşte her çalınan malda da hüküm budur.40 Yine o devirde, insanlar arasında dirhem ve dinarlarla faizcilik yapanlar vardı. Oysa gerek Hz. Peygamber, gerekse ashâb-ı kirâm, dirhem ve dinarları ne tamamıyla ve ne de kısmî olarak terketmemişlerdir.41 Dünya, ancak bütün halk günahlardan masum kılındığı zaman, haramdan ayrılabilir. Bütün halkın masum olması ise muhaldir. Madem böyle birşey dünya için şart koşulmamıştır; o halde herhangi bir memleket için de şart koşulamaz. Ancak adedi belli bir cemaat arasında mümkün olabilir. Dünyada böyle bir hâdise vardır diye sakınmak vesvesecilerin takvasına dahil olur; zira böyle bir takva, ne Hz. Peygamber'den ve ne de ashâb-ı kirâmın herhangi birinden nakledilmiş değildir ve böyle bir takvayı yerine getirmek, hiçbir asırda ve hiçbir ümmet için tasavvur edilemez.

Eğer 'Herşeyin adedi Allah'ın ilminde bellidir. O halde sayısı belli olan adedin târifi ve haddi nedir? Herhangi bir memleketin ahâlisini saymak isteyen kimse, kendisine bu şekilde hareket etme imkânı verildiği takdirde bunu yapabilir' dersen, bil ki bu gibi şeylerin benzerlerini tahdid etmek mümkün değildir. Bunlar ancak yaklaşık olarak zapt u rapt altına alınabilir. Bir yerde toplandığı zaman, bakan kimsenin sadece bakmakla sayması zor olanlara bin veya ikibin gibi sayısı belli olmayan aded denir. On veya yirmi gibi sayılması kolay olanlara ise, adedi belli olan denir. Bu ikisi arasında iki tarafa da benzeyen durumlar vardır ki, zan ile iki taraftan birisine ilhak edilirler.

Şüpheye düştüğün adet hakkında kalbinden fetva iste; zira günah, kalbi ısırır. Böyle bir makamda Hz. Peygamber, Vâbise b. Ma'bed'e şöyle buyurmuştur: 'Onlar sana fetva verseler de, fetva verseler de, fetva verseler de, sen yine kalbinden fetva iste!'42

İşte böylece, şüphenin birinci kaynağında zikrettiğimiz dört kısmın dördünde de karşılıklı taraflar vâkî olur ki bunlar olmak ve olmamakta apaçıktırlar. Aralarında taraflardan birine benzeyen hâdiseler vardır.

Müftü zannıyla fetva verir; fetvayı isteyen kimseye ise kalbinden fetva istemek vazifesi düşer. Eğer müftünün fetvasına rağmen kalbinde ısırıcı birşeyler varsa, bilsin ki Allah ile arasında günahkâr olan kendisidir. Müftünün fetvası kendisini ahirette kurtaramaz; çünkü müftü zahire göre fetva verir. Allah ise gizlilerin de hâkimi ve idarecisidir. (Açıkların hakimi ve idarecisi olduğu gibi).

3. Üçüncü kısım, adedi belli olmayan haramın, adedi belli olmayan helâlle karışmasıdır: Zamanımızdaki malların hükmü gibi... Bu bakımdan hükümleri suretlerden alan kimse, adedi belli olmayanın, kendisi gibi adedi belli olmayana nisbet edilmesinin, tıpkı adedi belli olanın adedi belli olana nisbet edilmesi gibi olduğunu zanneder. Oysa biz orada haram olduğuna hükmetmiştik; bu bakımdan burada da aynı şeyle hükmedelim. Oysa bizim tercihimiz bunun tam tersidir. Bu şekildeki bir karışmadan ötürü herhangi birşeyi edinmek ki o şeyin haram olması da, helâl olması da ihtimal dahilindedir haram değildir. Ancak alınan şeyin aynısıyla birlikte haram olduğuna delâlet eden bir alâmet ve belirti de bulunursa, o zaman haram olur. Ancak aynın haram olduğuna delâlet eden bir belirti ve alâmet yoksa bile onu terketmek takvadır. Onu almak helâl olduğu gibi, yiyen kimse de yediğinden dolayı fasık olmaz. Bir malı zâlim bir sultanın elinden (onun verdiği malı) almak, o malın haram olmasının alâmetlerindendir. İleride zikredeceğimiz daha nice alâmetler vardır. Bunun üzerine de eser ve kıyaslar delâlet etmektedir.

Esere gelince; bu, Hz. Peygamber'in ve ondan sonra gelen hulefâ-i râşidînin zamanlarında bilinen durumdur; zira içki paraları ve faiziyle alınan dirhemler zimmîler eliyle, tedavülde bulunan mallara karışmıştı. Aynı şekilde çalınan, hile ile elde edilen ve ganimetten haksız olarak aşırılan mallar da tedavüldeki mallara karışmaktaydı. Hz. Peygamber'in faizi yasakladığı ve 'İlk kaldırdığım faiz, amcam Abbas'ın faizidir'43 dediği andan itibaren bütün halk, faizi terketmiş değildi; tıpkı içkiyi ve diğer günahları da tamamen terketmedikleri gibi...

Hatta rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber'in ashabından biri şarap satmıştı. Bunu duyan Hz. Ömer 'Allah, filân adama (içkiyi satana) lânet etti; çünkü o, (yasak olduktan sonra) içki satmayı ilk âdet eden kimsedir' dedi. Bu kişi içkiyi, satışının da tıpkı içkinin kendisi gibi haram olduğunu anlayamadığından satmıştır.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kişi aşırdığı abayı ateşte çekmektedir.44

Bir savaşta müslümanlardan birisi öldürüldü. Onun eşyaları arasında, iki dirhem kıymetinde bile olmayan ve bir yahudiye ait birkaç tane boncuk bulundu ki, bunları aşırmıştı.45 Hz. Peygamberin mübarek ashabı, zâlim emîrlerin vaktine erişmişler ve hiçbiri de Medine-i Münevvere yağma edilmiş diye pazarlarda alışveriş yapmaktan çekinmemişlerdir. Oysa Medine, Yezidin adamları tarafından üç gün üç gece yağma edilmişti.46 O mallardan sakınan kimseler, takva hususunda parmak ile gösterilmekteydiler. Ama çoğunluk alışverişten kaçınmamıştır. Oysa ihtilât ve zâlimler zamanında yağma edilmiş mallardan piyasada çok vardı. Selef-i sâlihînin gerekli görmediği birşeyi gerekli gören kimse, 'onların şeriattan anlamadığını ben anlıyorum' iddiasında bulunan bir zavallı, vesveseye kapılmış bir budaladan başka birşey değildir.

Eğer böyle meselelerde ashâb-ı kirâmdan daha ileride hareket etmek caiz olsaydı, onların icmâlarından başka dayanağı olmayan birçok meselede de kendilerine muhalefet etmek caiz olurdu. 'Annanenin (ninenin) nikâhlanmasının haramlığı tıpkı annenin nikâhlanmasının haramlığı gibidir. Oğlun oğlu (torun), öz oğul gibidir. Domuzun kılı ve yağı da Kur'an'da haram olarak ilân edilen eti gibidir. Hadîs-i şerîfte zikredilen altı şeyden başka şeyler de faize girer' dedikleri gibi... Oysa onlara böyle şeylerde muhalefet etmek, muhaldir; çünkü onlar, Allah'ın şeriatını herkesten daha iyi anlamışlardı.47

Kıyasa gelince... Kıyas şöyledir: Bu kapı açıldığı takdirde bütün tasarrufların kapısı kapanacak ve âlem harap olacaktır; zira fasıklık, insanlara galip gelmektedir. Fasıklıktan ötürü de insanlar şeriatın akidler için ileri sürdüğü şartlarda müsahele ve lâübalilik göstermektedirler. Bu ise, şeksiz şüphesiz karışıklığa meydan verir.

Eğer "Siz, daha önce Hz. Peygamber'in düb (keler) denilen hayvanın etini yemeyi menettiğini ve 'Onun Allah'ın meshettiği insanlardan olmasından korkuyorum' buyurduğunu naklettiniz. Oysa bu hüküm, adedi belli olmayan bir ihtilâttır" derseniz, biz de şöyle deriz: Bu, kerahet-i tenzîhiye ile takva üzerine hamledilir. Hem düb, garip bir şekle sahiptir. Onun şekli çoğu zaman insandan mesholunduğuna delâlet eder. Bu delâlet ise yenilmesi istenen hayvanın aynısında mevcuttur.

Eğer 'Bu durum her ne kadar Hz. Peygamber'in ve ashâb-ı kirâmın zamanında faiz, hırsızlık, yağmacılık, ganimet ve başka mallardan aşırmak sebebiyle mâlum ise de, helâle nisbetle pek cüz'î ve azdı. Peki bizim zamanımıza ne demeliyiz? Şöyle ki, halkın elindeki malların çoğu haramdır; zira zâlim sultanların malları ve faiz çoğalmıştır. Muameleler, şartları ihmal edildiği için fasid olmuştur. Bu bakımdan herhangi bir kimse, aynısında haram olduğuna dair belirli bir alâmet bulunmayan bir malı alırsa, acaba bu mal haram mıdır, helâl mıdır? (Bu mal hakkında ne demeli?)' denilirse, buna karşılık şöyle deriz: Bu mal haram değildir. Ancak onu terketmek takvadandır. Buradaki takva, böyle bir malın az olduğu zamanlardaki takvadan daha mühimdir. Fakat bunun asıl cevabı şudur: İtirazcının 'Zamanımızda malların çoğu haramdır' demesi, kesin bir hatadır ve bu gafletin kaynağı da itirazcının çok ile en çok arasındaki farkı bilmemesidir. İnsanların çoğu hatta fukahânın da çoğu, nadir olmayan birşeyin en çok olduğunu, bun-ların karşılıklı iki kısım olup, aralarında üçüncü bir kısım bu-lunmadığını zannederler. Oysa bu zanlarında yanılıyorlar. Aksine kısımlar üçtür: a) Az ki buna nadir denir. b) Çok c) En çok Misal olarak, halk arasında, hünsâ48 olan kimse, nadirdir. Hünsaya nisbetle hastalık çoktur. Sefer de böyledir. Hatta sefer ile hastalığın umumî özürlerden olduğu söylenir. İstihaze (hastalık) kanı, nadir özürlerdendir. Hastalığınsa nadir olmadığı herkesin mâlumudur. Fakat hastalık en çok değil; aksine çoktur. Fakih bir kimse, gevşeklik gösterip 'Hastalık ve yolculuk' galiptir; bu ise umumî bir özürdür' dediği zaman şunu kastetmektedir: Bu özür nadir bir özür değildir. Eğer gayesi bu değil ise, en fazladır. Seferî ve hasta olan ise, fazladır. İstihazeli olan kadın ile hünsâ olan in-san nadirdir. İşte bu fark anlaşıldığı zaman, deriz ki: 'Haram daha fazladır' sözü, asılsız bir sözdür. Çünkü böyle söyleyen kim-senin dayanağı, ya zâlimlerin ve makam sahibi saltanat yardımcılarının çok olmasıdır ya da faizli, fasid muamelelerin çoğalmasıdır. Yahut da İslâmiyet'in başlangıcından zamanımıza kadar bu malların esasları üzerinde değişen ellerin çok mükerrer olmasıdır.

Birinci dayanağı bâtıldır; zira zâlim çoktur fakat en çok değildir. Bunlar, sultanların avanesi ve mansıb sahipleridir; çünkü galebe ve şevket sahibi olmayan zulmedemez. Bu zâlimler bütün âleme nisbet edildikleri zaman, âlemin onda birinin onda biri bile olmazlar (veya onda biri olmazlar). Bu bakımdan mesela her sultanın yüzbin avanesi vardır. Halbuki o sultan bir milyon kişiyi ve hatta daha fazlasını barındıran bir ülkeye sahiptir. Belki de memleketinin şehirlerinden birisinin ahalisi dahi adet bakımından onun bütün askerinden daha fazladır. Eğer saltanat sahiplerinin adedi, halkın adedinden daha fazla olursa hepsi helâk olurlar. Zira bu durumda halkın her bir ferdinin (meselâ) onların on tanesine hizmet etmesi gerekirdi. Oysa saltanat sahipleri refah içerisinde yaşarlar. Fakir bir ferdin on kişiyi refah içerisinde yaşatması ise tasavvur dahi edilemeyecek kadar imkansızdır. Saltanat sahiplerinden birinin ihtiyacı halktan bin veya daha fazla kişiden ancak derlenebilir. Hırsızlar hakkında da böyle diyebiliriz; zira koskoca bir şehirde pek az hırsız bulunur.

İkinci dayanağı ise 'ribâ ve fasid muamelelerin çoğalması'dır. Bu da çoktur, fakat en çok değildir. Zira müslümanlarm en çoğu muamelelerinde şeriatın şartlarını gözetirler. Bu bakımdan bunların adedi en çoktur. Faiz veya başkasıyla muamele yapanın eğer onun tek başına olan muameleleri birkaç tane ise muamelelerinden doğru olanların adedi, fâsid olanlardan daha fazladır. Kişinin kendi vehmiyle şehirde delilik, pislik ve dinsizlikle ün almış birini arayıp da fâsid muameleleri daha çoktur diyebileceği kimselerin varlığı, pek nadirdir. Eğer çok ise bile, en çok değildir. İnsanın bütün muameleleri nasıl fasid olabilir? Oysa fasid muamelelerine denk gelecek veya daha fazla olacak sahih muameleleri de olacaktır. Biraz düşünen bir kimse için bu durum kesindir. Böyle bir korkunun nefislere galebe çalması, nefislerdeki fesadın çoğalmasından ve nefislerin doğru muameleyi uzak görüp, adeta az da olsa doğru muamelenin imkân dahilinde olmadığını sanmalarından ileri gelir. Hatta çoğu zaman kişi zinanın ve içkinin tıpkı haramlar gibi yaygınlaştığını zanneder ve böylece zinacılarla içkicilerin daha çok olduklarını hayal eder. Bu hayal ise, yanlıştır; çünkü zinacılar ve içkiciler en azdırlar. Her ne kadar onlarda çokluk varsa da...

Üçüncü dayanağına gelince ki bu dayanakların en hayalî olanıdır bu şöyledir: Mallar, maden, bitki ve hayvanlardan hasıl olurlar. Bitki ve hayvanlar da üremek suretiyle meydana gelirler. Bu bakımdan meselâ sahip olduğumuz bir koyunun ki koyun her sene doğurur asıllarının adedi, Hz. Peygamber zamanına varıncaya kadar yaklaşık olarak beşyüze ulaşır. Bu asıllarından herhangi birinin gasbedilmiş veya fâsid bir muamele ile elde edilmiş olması ihtimali uzak değildir. Bu bakımdan bu koyunların asıllarının bizim zamanımıza kadar bâtıl bir tasarruftan sağlam kalması hangi garanti ile mümkündür? Aynı şekilde hububatın sağlam kalması hangi garanti ile mümkündür? Çünkü hububatın ve meyvelerin tohumları da beşyüz veya şeriatın ilk başlangıcına gidinceye kadar bir asla ve köke muhtaçtırlar. Böylece aslı ve aslının aslı, ta nübüvvet zamanına kadar helâl olmadıkça bunlar da helâl olmaz.

Madenlere gelince, bunların ilk elde edinilmesi mümkün değildir. Bu, malların en azıdır. Bunlardan en çok dirhem ve dinar (para birimleri) yapılmaktadır. Bu dirhem ve dinarlar da ancak darphaneden çıkar. Darphane de tıpkı madenler gibi zâlimlerin elindedir. Onlar halkı buralardan menederler. Bu madenleri ağır şartlar altında fakirlere çıkarttırıyorlar ve sonra da gasb yoluyla ellerinden alıyorlar. Biz buna baktığımız zaman biliriz ki, bir tek dinar dahi yoktur ki, ona fâsid bir akit sirayet etmemiş olsun veya edinme sırasında bir zulüm karışmasın veya darphanede basıldığı vakitte veya daha sonra sarf ve faiz muamelelerinde haramdan uzak olsun. Bu bâtıl tasarruflardan uzak bir dinarın bulunması nadir veya muhaldir. Bu durumda helâl olarak ancak avlanan bir hayvan veya sahipsiz çöllerden elde edilen bitkiler ve sahipsiz odunlar kalmış olur. Sonra bunları da elde eden bir kimse yalnızca bunlarla yetinme imkânından mahrumdur. Böyle bir kimse bun-ları satıp karşılığında yiyecek maddeleri, hububat ve hayvanlar almak mecburiyetindedir. Bu hububat ve hayvanlar da ancak ekilmek veya üretilmek suretiyle elde edilirler. Bu bakımdan böyle bir kimse helâlini verip haramı satın almış olur. Bu yol, hayal bakımından yolların en aşılmaz ve en şiddetlisidir.

Cevap: Bu zann-ı galib, helâle karışan haramın çokluğundan neş'et etmiş değildir. Bu bakımdan bahsettiğimiz tarzın dışına çıkıp, daha önce asıl ile galib zannın çarpışması diye bahsettiğimiz kısma dahil olmaktadır. Zira bu mallarda asıl olan, tasarruflardan ötürü kabul edilmesidir ve alışverişte mutlaka iki tarafın rızası vardır. Şimdi ise bu malı yiyecek ve tasarruf etmekten çıkaracak bir galip sebep çatışmaktadır. Bu tıpkı İmam Şâfiî'nin necasetler hükmündeki iki kavlinin (fetvasının) mahalline benziyor. Bize göre sahih olanı, necaset bulunmadığı zaman çarşılarda namaz kılmanın caiz olmasıdır; çünkü çarşıların çamuru tâhirdir. Putperestlerin kaplarından abdest almak ve alt üst edilmiş mezarlarda namaz kılmak caizdir. Bu bakımdan biz önce isbat ve sonra da içinde bulunduğumuz mevzuu bu isbat ettiğimize kıyas edelim. Hz. Peygamber'in müşrik bir kadının testisinden, Hz. Ömer'in de hristiyan bir kadının testisinden abdest alması buna delâlet eder. Oysa müşrik ve hristiyanların içtikleri şarap ve yedikleri domuz etidir. Onlar bizim şeriatımızda pis olanlardan sakınmazlar.

Bu bakımdan onların ellerinde bulunan kaplar, nasıl olur da bu pisliklerden korunabilir? Şurası kesindir ki, onlar (selef-i sâlihîn) tabaklanmış hayvan derilerini, çeşitli boyalarla boyanmış ve necis sularla yıkanmış elbiseleri giyerlerdi. Tabakçıların, kassarcıların ve boyacıların durumlarını iyice düşünen kimse, bunlarda işleri icabı pisliğin galip olduğunu anlar. Bunların elbiselerinde temizlik muhal veya nadirdir. Hatta on ların buğday ve arpa ekmeğini yediklerini, bu ekmeklerin sığır ve hayvanlarla harman edildiğini ve bu hayvanların harman üzerine pislediklerini ve dolayısıyla bu buğdayların ve arpaların bu pislikten çok nadir kurtulabildiğini biliyoruz. Yine onların terleyen hayvanlara binip onların sırtını necasetler içerisinde yattıkları halde yıkamadıklarını biliyoruz; hatta her hayvanın anasının karnından çıktığından beri üzerinde rahim necasetleri bulunur, bazen o necasetleri yağmur siler, bazende silmez. Buna rağmen bundan da sakınmazlardı. Onlar yollarda yalın ayak ve nalınlarla yürürler, nalınlarıyla namaz kılarlardı. Toprak üzerinde otururlardı. Mecbur olmadıkları halde çamur içerisinde yürürlerdi. Ancak sidik ve insan pisliği üstünde yürümez ve bunlar üzerinde oturmazlar; bunlardan sakınırlardı. Acaba köpeklerin ve diğer hayvanların çokça geçtiği, pislediği halde çarşıların çamurları necasetten nasıl salim kalabilir? Asırların veya bölgelerin bu durumlarda değişik hükümler arzettiğini zannetmek uygun değildir ki, çarşılar onların zamanında yıkanıyordu veya hayvanlardan korunuyordu zannına kapılalım! Zira bunun âdet bakımından muhal olduğu mâlumdur. Bu bakımdan bu durumlar selef-i sâlihînin ancak gözle görünen necasetten korunduklarına veya necasetin aynısına delâlet eden bir delilin bulunması halinde kaçındıklarına delâlet eder.

Vehim ve hayalin reddinden hallerin mecrasına sıçrayan zann-ı galibe ise itibar etmemişlerdir. Bu, İmam Şâfiî'ye göre böyledir. İmam Şâfiî, suya düşen az nesne, suyu bozmazsa dahi o suyun necis olduğunu kabul etmektedir; çünkü sahabîler daima (Şam ve Acem diyarını fethettikten sonra) hamamlara gider ve oradaki havuzcuklar da abdest alırlardı. Halbuki bu su az idi ve içerisine birçok el girip çıkmaktaydı. Ashâb-ı kirâmın bu hareketleri bu hedefin kesin bir delilidir. Mademki hristiyan bir kadının testisinden abdest almanın caizliği sabit oldu, o halde bu suyun içilmesinin caizliği de sabit oldu demektir. Böylece helâlin hükmü necasetin hükmüne iltihak etmiş oldu.

Soru: Helâli necasetle kıyaslamak caiz değildir; çünkü selef-i sâlihîn taharet meselelerinde çok müsamaha gösterip geniş hareket ederlerdi. Fakat haramın şüphelerinden, gayet sakınırlardı. O halde haramın şüpheleri nasıl olur da taharet meselelerindeki necasete kıyas edilebilir?

Cevap: Eğer bu sözle Selef-i sâlihîn necasetle namaz kılarlardı. Necasetle namaz kılmak ise isyandır; çünkü namaz dinin direğidir' mânâsı kasdedilirse, bu zan çok kötü bir zandır. Aksine selef-i sâlihîn hakkında, kendisinden korunmak gereken her necasetten korunurlardı inancında olmalıyız. Onlar ancak korunulması vacib olmayan yerlerde müsamaha göstermişlerdir. İşte aslın galib ile çarpıştığı bu suret de, selefin müsamaha gösterdiği yerlerden biridir. Bu bakımdan hakkında düşünülen şey aynısıyla irtibatı olan bir alâmete dayanmayan zann-ı galibin terkedilip kendisiyle amel edilemeyeceği ortaya çıkmıştır. Selefin helâl hakkındaki takvalarına gelince; onların bu takvaları, adından da anlaşıldığı gibi takva yoluyla olmuştur. Bu da zararlı olmayanı, zararlı olanın korkusundan terketmek demektir; çünkü malların durumu korkutucudur. Nefis ise eğer zapt u rapt altına alınmazsa mal edinmeye meyyaldir. Taharet emri ise, böyle değildir; çünkü selef-i sâlihînden bir grup, kalplerini meşgul edecek korkusu kesinlikle helâl olanlardan dahi çekinmişlerdir. Acaba onların herhangi birinden deniz suyuyla abdest almaktan sakınmadığı rivayet edilmiş midir? Oysa bu da kesinlikle temizdir. Bu bakımdan bu husustaki ayrılık, hakkında ittifak halinde bulunduğumuz gayeye bir zarar getirmemektedir. Kaldı ki, biz bu dayanak hakkında da daha önce geçen iki dayanak hakkında vermiş olduğumuz cevap üzerinde ısrar etmekteyiz. ' Malın en çoğu haramdır' sözleri kabul edilemez bir iddiadır; çünkü malın esasları her ne kadar çoksa da bu esaslarda haram bulunması gerekmez. Aksine bugün mevcut mallar, bir kısmına zulüm sirayet etmiş, bir kısmına ise etmemiş olan mallardır. Nasıl ki bugün başkasının malını gasbeden kimselerin elindeki mal, gasbedilmeyen ve çalınmayan mala nisbetle en az ise, her asırda ve her malın durumu da budur ve her asılda da bu hakîkat geçerlidir.

Bu bakımdan dünya malından gasbedilen ve her asırda fâsid yollarla edinilen mallar, gasbedilmeyen ve meşru yollarla elde edilen mallara nisbetle en azdırlar. Biz elde edilen bu malın aynısının bu iki kısmın hangisinden olduğunu bilememekteyiz. O halde 'galib bunun haram olmasıdır' iddiasını da kabul etmeyiz; çünkü gasbedilen mal üremek suretiyle çoğaldığı gibi, gasbedilmeyen mal da aynı yolla çoğalmaktadır. O halde, en çok bulunan malın mahsulü şüphesiz ki her asır ve her zamanda daha fazladır. Üstelik gasbedilen daneler ekilmek için değil yemek için gasbedilir. Gasbedilen hayvanlar da böyledir. Bunların çoğu yenir; yoksa üretip çoğaltmak için gasbedilmezler. O hal