Bundan tam yüz yıl önce 24 Şubat 1920 tarihinde kurulan Nasyonal-Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP), sonraki yıllarda Almanya’da insanlık tarihinin utanacağı ve hatırlamak dahi istemeyeceği olayların yaşanmasına sebep olacaktı. NSDAP, İkinci Dünya Savaşının başlamasına neden olan bir siyasi hareket olarak da tarihteki yerini aldı. O tarihe kadar ismi duyulmayan, Weimar ve solcu karşıtı basit bir siyasi grup olarak varsayılan NSDAP, 10 yıl sonra Thüringen’de bir eyalet hükümetine dahil olarak, kuruluşundan sadece 12 yıl sonra, 1932’de yapılan federal seçimleri kazanacak ve yüzde 37,5 oy oranıyla, o dönemde en büyük güç olarak Berlin’e, Reichstag’a gelecekti.
Şubat 2020 aşırı sağ gündemiyle doluAlmanya’da NSDAP’nin kuruluşundan yüz yıl sonra, yine şubat ayında yaşanan olaylar hayli dikkat çekici.
Thüringen eyaletinde geçtiğimiz haftalarda yaşanan hükümet krizine Almanya içinden gelen çok sert tepkilerin sebebi, basit bir siyasi refleksten öte, aşırı sağın varlığının farkında olanların verdiği haklı ve yerinde tepkilerdir. Aşırı sağcı Almanya için Alternatif Partisi’nin (AfD) desteğiyle seçilen liberal Hür Demokrat Parti’nin (FDP) başbakan adayı sadece bir gün görevde kalmış ve kamuoyu baskısına dayanamayarak istifasını vermişti. Bu olayın ardından sağdan gelen siyasi sarsıntılar Berlin’e kadar ulaştı ve merkez partilerinden Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi’nin (CDU) genel başkanı ile 2021 Alman Şansölye adayı ve Merkel’in varisi Kramp-Karrenbauer’i koltuğundan etti.
Almanya Şansölyesi Merkel, aşırı sağ ve ırkçılığı topluma yayılmış bir “zehir” olarak tanımlamıştı. Bir başka Alman siyasetçi, eski Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz ise aşırılığı, “kendini uzun süre unutturmuş Şeytan” olarak tanımladı. Günden güne güçlenen siyasi hareketleriyle, toplumun her kesimine yayılmış organize bir sivil yapılanma olup kendi içinde işbirliği halinde olan katmanlı bir aşırı sağ artık Avrupa’da yerleşik bir hal aldı. Martin Schulz’un ifadesiyle, Şeytan geri döndü.Berlin, daha bu siyasi depremin etkisinden kendini kurtaramadan kamuoyuna düşen bir haber adeta bomba etkisi meydana getirdi. Almanya’da camilere saldırı hazırlığında olan 12 kişilik aşırı sağcı bir terör çetesi tespit edilmiş ve liderleri, tüm üyeleriyle birlikte yakalanmıştı. Polise göre bu büyük bir başarıydı.
Thüringen krizi ve ortaya çıkarılan bu terör örgütüne ilişkin haberler daha hazmedilmeden, Federal Parlamentoda yer alan aşırı sağcı AfD partisi, Almanya’daki Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) camilerinin Anayasayı Koruma Teşkilatı (iç istihbarat servisi) tarafından takip edilmesi ve gerekirse kapatılması için Federal Parlamentoda teklifte bulundu. Teklif, sert tartışmaların ardından Federal Parlamento İçişleri Komisyonuna havale edildi.
Bütün bunlar yaşanırken 19 Şubat akşamı Almanya’nın Hanau kentinden gelen haber, uzun zamandır gizlenen acı bir gerçeği herkesin yüzüne vurdu: Aşırı sağcı terör kendini yeniden göstererek Almanya’da 11 can almıştı.
Aşırı sağ ve ırkçılık Almanya’da her zaman vardıAlmanya’nın geçmişini bilmeyenlere bu olaylar yeni gelebilir. Ancak bu olaylar tarihi bağlamında ele alındığında aşırı sağcı saldırıların yeni olmadığı ve yakın tarih Almanyası'nda pek çok benzer olayın yaşandığı görülür. Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden sonra yaşanan bu aşırı sağcı terör olaylarına baktığımızda, 1991 yılında mültecilere ve yabancı işçilere yapılan ırkçı saldırıların olduğu Hoyerswerda olaylarını ve 1992 yılında yaşanan Rostock-Lichtenhagen’de mültecilere saldırı olaylarını hatırlamakta yarar var.
Aşırı sağcı terör kavramı konusunda maalesef tüm Avrupa’da yerleşmiş bir çifte standart hâkim.Irkçı saldırıların arasında, 1992 yılında Mölln ve 1993 yılında Solingen kentlerinde Türklerin yaşadıkları evlere, sadece yabancı ve Türk oldukları için yapılan saldırıların ayrı bir yeri vardır. Mölln’de aynı aileden üç, Solingen’de ise yine hepsi akraba olan beş insanımız, ırkçı saldırılarda hayatlarını kaybettiler. O tarihten günümüze kadar münferit ve aşırı sağcı örgüt bağlantılı olarak pek çok ırkçı saldırı gerçekleşti. Nasyonal sosyalist Yeraltı (NSU) adlı terör örgütü, 10 yıl boyunca Almanya’da elini kolunu sallayarak dolaştı ve insanları öldürdü. Buna kimse müdahale etmez, edemez.
Bu noktaya gelinceye kadar binlerce aşırı sağcı ve ırkçı motifli saldırılar, camilere yapılan yıldan yıla artan yüzlerce saldırı, sinagoglara ve diğer farklı ibadethanelere yapılan onlarca saldırı azalacağı yerde artarak devam ediyor.
Almanya’nın ırkçı saldırılarla ilgili geçmişi, maalesef bu tür saldırıların ardından gereken tedbirlerin alınması yönünde devlet olarak bir irade koymasının önüne geçmektedir. Devletin ve vatandaşların güvenliğini korumakla yükümlü kurumsal yapılarda normalde ırkçılığa sıfır tolerans gösterilmesi gerekirken vaziyetin böyle olmadığı, her saldırı sonrasında yeniden ortaya çıkıyor.
Aşırı sağ siyasi hareketlerin birlikteliği sadece siyasi söylemle sınırlı değil. Bu siyasi hareketler, ülkelerinin milli parlamentolarının seçim dönemlerinde de birbirlerine destek vermekten kaçınmıyor, birbirlerinin kampanyalarında aktif olarak boy gösteriyorlar. Ülkeler ve diller farklı olsa bile, bu siyasi hareketler, aşırı sağ söylemlerinin kitlelere aktarımı konusunda ve siyasi tecrübelerini birbirlerine aktarma konusunda oldukça etkin bir hareket ağı oluşturmuş durumdalar. Almanya’da siyaset ırkçı hareketleri besliyorDiğer Avrupa ülkelerine nazaran ırkçılık konusunda daha hassas olan ve İkinci Dünya Savaşında yaşanan travmayı üzerinden atamayan Almanya’da bunca mücadele ve çalışmaya rağmen ırkçı saldırıların önünün alınamaması hayli dikkat çekici. On yıl öncesine kadar siyasi arenada sadece 1964 yılında kurulan Almanya Milliyetçi Demokratik Partisi (Nationaldemokratische Partei Deutschlands-NPD) bünyesinde siyasi varlığını sürdüren ırkçı siyasi hareketler, günümüzde epey çeşitlenmiş ve sayıları artmış durumda. Hem ulusal düzeyde hem de eyaletler düzeyinde farklı isimler altında, fakat ortak bir söylem birliğinde hareket eden siyasi hareketler mevcut.
Uzun zaman federal düzeyde siyasi bir başarı elde edemeyen ırkçı siyasi hareketler, eyaletler bazında ve lokal düzeyde başarı gösterdiler. Ancak 2013 yılında aşırı sağcı AfD partisinin kurulması ve 2014 yılında ırkçı bir hareket olan “Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar” (PEGİDA)’nın ortaya çıkması ilk olarak tüm Almanya sathına yayılan ırkçı ve aşırı sağcı gösterilerin artışında etkili oldu. Ardından AfD’nin siyasi olarak varlığını güçlü bir şekilde sürdürmesinin önü açıldı. Bugün aşırı sağcı AfD, ana muhalefet partisi olarak Almanya’da Federal Mecliste (Bundestag) yer alıyor. Son yapılan Hamburg eyaleti seçimleri, söz konusu siyasi hareketin artık Alman siyasetinde yerleşik olduğunu gösterdi. Sosyal demokratların kalesi olarak bilinen bu eyalette dahi yüzde 5 barajını geçerek ikinci kez parlamentoya girdiler.
Aşırı sağcı siyasi hareketlerin güç kazanması, sadece Almanya’da değil tüm Avrupa’da gözlemlenen bir olgu. Söylem birlikteliği gösteren bu hareketler zaman zaman da birlikte hareket ediyorlar. Aşırı sağcı siyasi hareketlerin ortak söylemleri, Avrupa Hıristiyan kültürünün korunması ve geliştirilmesi, Avrupa Birliği (AB) karşıtlığı ve kendi ülkelerinin AB’den çıkmasının sağlanması, göçmen ve yabancı karşıtlığı, Avrupa’ya olan göçün sıfırlanmasının sağlanması, Avrupa’da görünür olan İslam dinini kamusal alandan dışlamak ve mümkünse Anadolu’ya kadar geri sürmek, ülkeler bazında İslam dinine yasaklar getirilmesi ve Müslümanların haklarının kısıtlanması gibi ortak noktalarda birleşiyor.
Aşırı sağ siyasi hareketlerin birlikteliği sadece siyasi söylemle sınırlı değil. Bu siyasi hareketler, ülkelerinin milli parlamentolarının seçim dönemlerinde de birbirlerine destek vermekten kaçınmıyor, birbirlerinin kampanyalarında aktif olarak boy gösteriyorlar. Ülkeler ve diller farklı olsa bile, bu siyasi hareketler, aşırı sağ söylemlerinin kitlelere aktarımı konusunda ve siyasi tecrübelerini birbirlerine aktarma konusunda oldukça etkin bir hareket ağı oluşturmuş durumdalar.
Sadece aşırı sağ siyaseti mi suçlu?Hanau olaylarından beri günlerdir yazılıp çizilenlere bakıldığında bu işin tek sorumlusunun Almanya bazında aşırı sağcı siyaset ve onun kullandığı dil, dolayısıyla AfD olduğu ifade ediliyor. Ne var ki siyasetin söylemlerine baktığımızda, son 15 yıldır sadece Almanya siyasetinde değil, Avrupa’nın pek çok ülkesindeki siyasi sahnelerde söylemlerin ırkçı, İslam düşmanı, Türkiye ve Türk düşmanı olduğunu görmek mümkün.
Ülkelerin merkez siyasetleri, ülke problemlerini çözmek yerine, kısa vadede oy getirici bir potansiyele sahip, ayrımcılığa çanak tutan, ırkçılığı teşvik eden, İslam ve din düşmanlığını ortaya atan söylemlere sarılmışlardır. Bu tür söylemlere sarılma konusunda partiler arasında bir ayrım yapmak çok zor. Her parti kendi zaviyesinden ve siyasi çizgisinden hareketle, başta İslam karşıtlığı olmak üzere, Türkiye ve Türk karşıtlığı, göçmen karşıtlığı konusunda sistem içindeki aşırı sağcı partilerden geri kalmayacak ifadelerde bulunmaktan çekinmiyorlar. Mesela Alman FDP partisinin lideri Christian Lindner’in 2017 Bundestag seçimleri sırasında sarf ettiği sözlerden biri; “Türkiye, İslami bir başkanlık diktası yolunda ilerleyen bir ülkedir” ifadesidir. Bu ifadeyle hem İslam dinine hem de Türkiye’ye saldırmaktan çekinmemiştir. Macron’un son günlerde İslam ve Türkiye aleyhinde sarf ettiği saldırgan ifadeleri de böyledir.
Gerek Almanya, gerek diğer ülkelerin demokratik siyasi sistemlerindeki, siyasi boşluk doğuran alanlar diyebileceğimiz bilhassa seçim sistemleri ile ilgili alanlar, merkez siyasi hareketlerin söylemleriyle birleşince yine aşırı sağ hareketlere kapı açıyor. Bu sistemlerin zayıf yanları toplum mühendisleri tarafından denenmekte, geçerliliği sınanmaktadır. Siyasi atmosfere göre kısa soluklu partiler geniş kitlelere ulaşabiliyor ve böylece destek bulabiliyor. Kısa soluklu bu siyasi hareketlerin pek çoğunun aşırı sağcı hareketler olması da dikkatlerden kaçmamakta.
Başta Almanya olmak üzere, pek çok Avrupa ülkesinde aşırı sağ siyasetin güçlü olmasına bağlı olarak, kurumsal bir ırkçılık da yönlendirilmekte. Seçmen kaybı endişesiyle, merkez hareketler, pek çok ülkede aşırı sağ söylemleri benimsiyor ve bunların politikalarını da üreterek, uygular hale getiriyorlar.
Kurumsal ırkçılık diz boyuHanau sonrası Almanya Başbakanı Merkel’in ırkçılığı ve nefret söylemlerini “Alman toplumuna yayılmış bir zehir” olarak ifade etmesi, hayli dikkat çekici ve cesurca ama bir o kadar da gecikmiş bir açıklama. Fakat bu açıklama bile geçmiş dönemlerde ırkçı ve aşırı sağcı hareketlere ve örgütlere devletin ve kurumlarının yaklaşımı konusunda ipucu veriyor. Almanya’da ırkçılığın ve aşırı sağcı söylemlerin siyasi boyutlarının yanı sıra toplumun her kesimine ve başta devlet kurumlarına sirayet etmiş bir boyutu da var. Devlet kurumlarında yaşanan ırkçılığın, aşırı sağ düşüncenin ve İslam düşmanlığının boyutu bir hayli düşündürücü. Bu boyutu, yıllar öncesinde Mölln’de ve Solingen’de yaşanan olaylarda da görmek mümkün. NSU terör örgütünün ortaya çıkarılması sırasında bu örgütle devlet kurumlarının ilişkisinde de görebiliriz. Aynı şekilde Hanau’da yaşanan aşırı sağcı ırkçı terör saldırısında da. Hanau saldırısını planlayan aşırı sağcı-ırkçı Alman’ın bu düşüncesini savcılığa bizzat yazdığı mektupla bildirmesine rağmen harekete geçilmemesi, üzerinde durulması gereken çok önemli bir nokta.
Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinin temsilcileri, çoğulcu bir toplum ve düşünce yapısına sahip oldukları iddiasını her fırsatta dile getiriyorlar. Din ve vicdan özgürlüğü, göçmen hakları, ayrımcılık yasağı ve nefret suçları gibi pek çok alanda en üst normlarla yapılan düzenlemelere rağmen kurumlar, bu normlarda yer alan hakları Müslümanlara ve göçmenlere vermemekte direniyorlar. Kurumların, bu bağlamda İslam dinini anayasal sınırlara çekmeye çalışması, bu mümkün olmadığında siyasilerin de desteğiyle sosyal hayattan, hatta ülkelerinden dışlayarak uzaklaştırmaya çalışması, aşırı sağcı akımların beslendiği ve düşüncelerini doğruladığı başka bir durum. İslam’ın ve Avrupa Hristiyan kültürüne yabancı diğer dinlerin dışlanması konusunda, en sağından en soluna kadar her siyasi parti ve düşünce birlikte hareket ediyor.
Terör kategorisine giren aşırı sağcı hareketlerİslam dini, göçmenler ve diğer bazı unsurlara yönelik nefret söylemleri günümüz Almanyası'nda ve diğer Avrupa ülkelerinde maalesef toplumun her kesimine yayılmış durumda. Bu yayılma kendini sadece siyasi alanlarda göstermiyor, doğrudan İslam düşmanlığı, göçmen karşıtlığı yapan ve ötekine karşı nefret söylemleri üreten sivil görünümlü örgütler de ortaya çıktı. Bu sivil örgütlerin başlıcaları, Almanya’da PEGİDA, Avrupa sathında ise son dönemlerde yaygınlaşan ve Yeni Zelanda Christchurch saldırısı ile de ismi duyulan “Kimlik Hareketidir” (Identitaere Bewegung). Kimlik hareketi, üyelerinin daha ziyade okumuş ve meslek sahibi, çoğunluğu genç ve orta yaş bireylerin oluşturduğu “elit” bir aşırı sağ hareketi temsil ederken, Almanya özelinde PEGİDA gibi hareketler, halkın daha çok orta kesimine ve orta yaş ve üzeri bir kesime hitap ediyor.
Aşağıya doğru inildikçe toplumun her kesimine hitap eden, küçük avcılık atıcılık dernekleri, karnaval kutlama dernekleri ve günümüzde söylemleri değişikliğe uğramış bir çeşit üniversite öğrenci toplulukları olan Neonazi Alman milliyetçi gençlik oluşumu “Burschenschaft” birlikleri üzerinden organize olan bir aşırı sağ mevcut.
Gerek Kimlik Hareketi’nin gerekse PEGİDA’nın söylemleri, aşırı sağ siyasi hareketlerin yumuşatılmış hedef gösteren söylemlerinden farklı olarak daha sert, açık ve doğrudan hedef gösteren ifadeler olarak karşımıza çıkıyor. Her ne kadar kendilerini ırkçı olarak tanıtmasalar da kendi kimliklerini, kültürel bir değişime karşı çıkarak korudukları iddiasındalar. Homojen bir toplum talebinde ve yabancı kültürlere karşı, göçmen karşıtı ve İslam karşıtı söylemleriyle, Avrupa’da orta sınıftan geniş bir halk kitlesine hitap eden ve destek bulan bu grupların hem faaliyetleri artık terör tanımına giren aşırı sağ gruplarla hem de aşırı sağ siyasi hareketlerle örtüşen birliktelikleri, Avrupa’daki aşırı sağın geniş ve organize yapısı hakkında bizi derin endişelere sevk etmesi gerekir.
Son yaşanan Hanau ırkçı terör saldırısında, Kassel Valisi Walter Lübcke cinayetinde ve yakın Almanya tarihinin en karanlık açmazlarından biri olan NSU terör örgütü olaylarında olduğu gibi sivil görünümlü aşırı sağın bir diğer yönü de teröristleşmiş tarafı. Fakat bu terör tarafı, şimdiye kadar Almanya ve Avrupa’da “aşırı sağcı münferit olaylar” şeklinde tanımlanarak, “yalnız kurt” temasıyla işlenmekte, Norveç Ütoya, Yeni Zelanda Christchurch ve en son Hanau ırkçı terör saldırılarında olduğu gibi “çıldırmış psikopat” eylemcilerle özdeşleştirilmekte. Bu tanımlamalara hem resmi ağızlar hem de merkez medya kuruluşlarının sahip çıkması, arka plandaki derin bağlantıların sorgulanmamasına yol açıyor. Bu durum, aşırı sağcı terörü yumuşatma girişimleri olarak gözden kaçmamaktadır. Aşırı sağcı terör kavramı konusunda maalesef tüm Avrupa’da yerleşmiş bir çifte standart hâkim.
Ana söylemleri “Akşam Ülkesini İslamlaşmadan kurtarmak” olan aşırı sağ hareketler, “Akşam Ülkesinin” geleneksel değerlerine dönmesi gerektiğini ve Akşam Ülkesinin batışına engel olunması gerektiğini savunuyorlar. Batı’nın aydınlanma hareketini sorgulayan ve aydınlanma öncesi kültürel değerlere dönmeyi arzulayan bu aşırı sağ hareketler, sadece Avrupa’da yaşayan Müslümanlar ve yabancılar için değil, gelecekte Avrupa’nın varlığına kasteden bir veba mikrobu gibi Batı’nın çok övündüğü yerleşik aydınlanma kültürünü ve Avrupa’nın güvenliğini de tehdit eden bir vakıa olarak karşımızda. Fakat gerek Almanya’da gerekse aşırı sağın güçlü olduğu ülkelerde, aşırı sağa karşı çözüm üretme konusundaki isteksizlik, bu tehdidi gün be gün arttırıyor.
Almanya Şansölyesi Merkel, aşırı sağ ve ırkçılığı topluma yayılmış bir “zehir” olarak tanımlamıştı. Bir başka Alman siyasetçi, eski Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz ise aşırılığı, “kendini uzun süre unutturmuş Şeytan” olarak tanımladı. Günden güne güçlenen siyasi hareketleriyle, toplumun her kesimine yayılmış organize bir sivil yapılanma olup kendi içinde işbirliği halinde olan katmanlı bir aşırı sağ artık Avrupa’da yerleşik bir hal aldı. Martin Schulz’un ifadesiyle, Şeytan geri döndü.
[Muhterem Dilbirliği]