Bölünmeyeceğiz, büyüyeceğiz!
Düzen ve denge, Osmanlı Devleti'nin yönetim felsefesinin temel yapıtaşları arasında yer alıyordu. Amaç, 'devlet-i ebed müddet' ilkesi çerçevesinde, Osmanlı ailesinin yönetiminde devletin bakiyesini sorunsuz/sonsuz bir şekilde sağlama almaktı. Devletin idari-bürokratik yapısı, toplumsal sınıf anlayışı, bu amaca hizmet edecek şekilde kurgulanmıştı. Örneğin, payitahttaki askeri ve bürokratik yönetimin, kökünden, kimliğinden koparılan ve devletten başka varlığı olmayan devşirmelere bırakılması; Türk/Müslüman kökenli askerlerin ise, Tımarlı sipahi adı altında Anadolu'ya gönderilmesi bu kurgunun birer yansımasıydı. Bu yapılanma ile bir taraftan Türkler merkezden uzak tutularak, iktidarın Osmanlı ailesinin dışına kayma ihtimaline karşı önlem alınmış, diğer taraftan taşrada kendisine tehdit oluşturabilecek bir feodal yapılanmanın önüne geçilmek istenilmişti. Bunun yanı sıra, Osmanlı Devleti, düzeni sarsabileceği endişesiyle, yöneten ve yönetilen dışında herhangi bir sınıfsal oluşuma izin vermemişti. Onun yerine, her birine farklı fonksiyon yüklenmiş olan sosyal tabakalar makbul sayılmıştı. Yalnız tabakalar da kendi haline bırakılmadı. Birer sınıfa dönüşme ihtimaline karşı, bunlar arasındaki geçişkenlik, "raiyyet oğlu raiyyettir" ilkesi çerçevesinde düşük bir seviyede tutulmaya çalışıldı.
Osmanlı Devleti bu yapıyı uzun yıllar devam ettirmişti. Ancak kapitalizmin çevresel baskısı ve askeri alandaki yenilikler, tımar sistemini işletilemez hale getirdi. Bu aynı zamanda Osmanlı Devleti'nin klasik toplumsal tabakalaşması ve sınıfsal yapısı üzerinde derin bir çatlak oluşturdu. Vergiyi toplama problemi, klasik yöneten-yönetilen dışında yeni bir sınıfın doğmasına yol açtı: Ayanlar. Devletin vergi tahsildarı olan ayanlar, daha sonra mali aracılığın ötesinde taşrada birer bölgesel güç haline gelmişlerdi. Öyle ki, 1768'de Osmanlı Rus Savaşı'nda devlete borç verecek kadar zenginleşmişlerdi.
YAPISAL DEĞİŞİMLE YÜZLEŞMEK
Başlangıçta bu toplumsal/yapısal değişim, Osmanlı idaresince çok iyi analiz edildiği söylenemez. Olgulardan değil, çıktılardan hareket edilmişti. Saray, onları sosyolojik bir gerçeklik yerine, yok edilmesi gereken bir tehdit olarak gördü. Ayanlık kurumunu lağvetmekle, istediğini elde edeceğini düşündü. Fakat lağvetme işlemi, ayanların gücünü ortadan kaldırmadığı gibi, sağlam bir mali örgütün olmaması, vergileri toplanamaz hale getirdi. Bunun sonucunda geri adım atan Saray, ayanlık müessesesini tekrar ihdas etmek durumunda kaldı. Yalnız hukuksal güvencelerden/haklardan yoksun bu adım, ayanları ne tatmin etti ne de arkasında oldukları ayaklanmaları desteklemekten alıkoydu.
Ortaya çıkan tablo, her iki taraf açısından yürütülemeyecek bir aşamaya gelmişti. Yalnız yürütülemezlik, çözüm için de bir çıkış noktası oldu. Ayanlar, yasalaştırılmadığı sürece kendi statülerinin tehlikede olduğunu anlarken, Saray ve bürokrasi de, ayanlarla anlaşma yoluna gitmeden taşradaki ayaklanmaların önüne geçilemeyeceğini kavradı. Bunun sonucunda, kendisi de bir ayan olan Alemdar Paşa'nın öncülüğünde, Padişah'la Ayanlar arasında tarihe Sened-i İttifak olarak geçen anlaşma imzalandı. Anlaşmanın özünü, karşılıklı tanıma/anlama oluşturuyordu. Devlet ve ayanların istekleri belli bir noktada örtüştürüldü. Ayanlar ayaklanmalardan vazgeçip merkeze bağlılıklarını dile getirirken, devlet de bunun karşılığında onlara işledikleri toprak üzerinde veraset hakkı tanıdı.
İttifakla, İmparatorluk bir acziyet içerisine düşmedi. Ayanların, yapısal değişimin bir sonucu olarak ortaya çıktığı geç de olsa görülmüş ve bu duruma uyum göstermek durumunda kalmıştı. Uyum sonucunda bir bölünme olmadı, aksine merkez ve taşra arasındaki bağlar daha da güçlendirildi. Şayet ayanların desteği alınmasaydı, İmparatorluğun en operasyonel padişahlarından olan II. Mahmut, modernleşme hamlelerinde başarıya ulaşmakta oldukça zorlanırdı.
YOKSAYMA VE TERÖR
Terörle yapılan müzakereler de, Senedi İttifak'ın arka planıyla, onun motivasyon kaynaklarıyla ve amaçlarıyla büyük bir paralellik arz etmektedir. Nasıl ki, Osmanlı Devleti kurulu düzeni devam ettirmek ve hanedanın bakiyesini sağlama almak için sınıfsız bir toplum amaçlamıştı, cumhuriyetin kurucuları da yekpare bir devlet modelini inşa etmek üzere yola çıkmışlardı. Bu çerçevede farklı kimlikler, rafine edilmiş Türk ulusal kimliği altında erimeye tabi tutuldu. Kimlik kaynaklı basit taleplere cevap verilmediği gibi şiddetle bastırıldı. PKK, ise taleplerin karşılanmadığı bu iklimde filizlendi ve bu ortamdan beslendi. Devlet, soruna salt asayiş, ekonomik ve kriminolojik açıdan yaklaşınca, örgüt giderek toplumsal taban edinmeye başladı. Hatta kriminolojik bakış açısı, suçu tek kişiye indirgeyecek kadar daraltıldı. Örneğin, Öcalan yakalanıp devletin eline teslim edilince, dönemin koalisyon hükümetleri terörün bittiğine kanaat getirdiler. Dereceyi kırmakla ateşin düştüğünü zannettiler. Ne terörün finansal kaynaklarına dönük bir operasyon yaptılar, ne uluslararası bağlarını kuruttular, en önemlisi ne de toplumsal barışı sağlayacak hukuksal bir reform yaptılar.
ÇÖZÜM DENGESİ: KARŞILIKLI ANLAMA
O dönemde, devlet sorunu, Öcalan'la sınırlı bir asayiş sorunu olarak görmeyip, kendi üzerine düşen görevi yerine getirseydi, başka bir ifadeyle, terörizmle mücadeleyi teröristle mücadeleye indirgemeseydi, bugün örgütle müzakere yapılmak zorunda kalınmazdı. Zira, gönlümüz arzu etmese de, yüreğimiz sızlasa da, artık geniş kitlelerce desteklenen bir örgüt, salt bir terör örgütü olmaktan çıkmıştır. Asker arazide galip geldikçe, maalesef daha fazla oranda Kürtler, şehirlerde PKK lehine kaybedildi. Bunun sonucunda terörle, Kürt siyasal hareketi siyanürle ayrıştırılamayacak kadar bütünleşti.
Bu kasvetli tablonun diğer yüzü ise umut vadetmektedir. Şöyle ki; PKK ulaşabilecek en son aşamaya kadar ulaştı. Kürt sorununu çözme yolunda toplumsal iradenin olgunluğa ulaşması, çözüm için son on yılda atılan adımlar, taleplerin siyaset kanalıyla rahatlıkla dile getirilmeye başlanması, PKK'nın fonksiyonelliğini giderek sınırlandırdı. PKK artık defnedilmeyi bekleyen bir cenaze konumundadır. Buna ilaveten, Türkiye'nin demografik yapısının, bir Kürt devleti kurmaya engel teşkil ettiği idrakine varıldı. Türkiye'nin Çekoslavakya gibi bir anda cetvelle ortadan bölünebilecek bir ülke olmadığı görüldü. Çünkü, terörün de etkisiyle son onlu yıllarda, Türkler ve Kürtler tarihte hiç olmadığı kadar giderek iç içe geçti. Kürt kökenli nüfusun büyük bir kısmının Batı'da yaşadığı bir demografik yapıda, istenilse de bölünme gerçekleşmez. Böyle bir kadastro denemesi, vahim sonuçlar doğurur. Bir tür metres ilişkisini andıran, "Güneydoğu'da, Doğu'da bir devletim olsun, ben Boğaz'ın sırtlarında yaşamaya devam ederim" mantığı, Türk sorunundan, telafisi imkansız bir iç savaştan ve yeni bir tehcirden başka bir şey üretmez.
Gelinen nokta itibariyle, her iki taraf açısından çözüm için bir dengenin oluştuğunu söyleyebiliriz. Bu denge üzerinden, tıpkı Sened-i İttifak'taki gibi karşılıklı tanıma, anlama, hak verme, vazgeçme, PKK'yı usulüne göre defnetme sarmalı üzerinden yürütülecek müzakereler, çözüm konusunda önemli bir aşama teşkil edecektir. Müzakerelerin olumlu bir şekilde sonuçlandırılması ise, Türkiye'yi bölmez, bilakis devletin otoritesini, prestijini hem içeride hem de dışarıda daha da güçlendirir. En önemlisi, Türkiye'nin kimyasal bütünleşmesine, duygusal kopuklukların giderilmesine hizmet eder. Aksi halde, BDP/HDP'nin Karadeniz'e sokulmadığı; MHP'nin Şırnak'ta miting yapamadığı; dağların, yaylaların yabani hayvanlara terkedildiği, bir ülkenin bütünlüğünden bahseder dururuz.
(*) Gümüşhane Üniv. Öğretim Görevlisi
Bülent BAL(*)