Riya''nın dereceleri - Gazali - İhyau Ulumiddin

Riya kasdının kendisidir. Bu kasd ya Allah''ın ibadetiyle sevab irade etmeksizin mücerred (soyut) bir kasıt veya sevab irade eden bir kasıttır... Büyük İslam Alimi Ebu Hamid Muhammed Gazali''nin İhyau Ulûmi''d-Dîn eserinden bölümler: Riya''nın Dereceleri

Riya'nın Dereceleri

Riya kısımlarının bazısı diğerinden daha şiddetli ve kabadır. Değişiklik rükünlerinin ve içindeki derecelerinin değişikliği sebebiyledir.

Rükünleri üçtür:

a)Kendisiyle riyakârlık yapılan şey

b)Kendisi için riyakârlık yapılan şey

c)Riya kasdının kendisi

Birinci Rükün

Riya kasdının kendisidir. Bu kasd ya Allah'ın ibadetiyle sevab irade etmeksizin mücerred (soyut) bir kasıt veya sevab irade eden bir kasıttır. Eğer kasdı bu ikinci kısım ise sevabın iradesi ya daha kuvvetli ve galip olur veya daha zayıf, yahut da ibâdet iradesine eşit olur. Bu bakımdan dereceleri dört olur:

Birinci Derece: Riya derecelerinin en kabası olan bu derece muradının asla sevab olmaması demektir. Halk arasında olduğunda namaz kılıp, tek başına kaldığında namaz kılmayan kimse gibi... Bu tür adamlar, çoğu zaman, halkla beraber olduğunda, abdetsiz namaz kılar! O halde bu adam, maksadını sadece riyakârlığa tevcih etmiştir. Bu bakımdan Allah'ın katında nefret edilen bir kimsedir. Sevabı kasdetmeyip sadece halkın korkusundan sadaka veren de böyledir; zira bu kimse tek başına kalsaydı, muhakkak o sadakayı vermezdi. Bu derece, riyanın en yüksek derecesidir.

İkinci Derece: Hem riya hem sevap kasdı vardır. Fakat sevap kasdı zayıftır. Şöyle ki, eğer tek başına bulunsaydı yapmaz ve sadece o kastı onu harekete geçirmezdi.

Eğer sevap kastı olmasaydı, riya ve gösteriş onu bu hususta harekete geçirirdi. Riyanın bu derecesi, bir önceki derecesine (tehlike bakımından) yakındır. Burada bulunan sevabı kasdetme kokusu şayet tek başına kalsaydı onu harekete geçirmezdi. Allah katındaki, günah ve buğzu bertaraf etmezdi.

Üçüncü Derece: Riya ve sevabı eşit derecede kasdetmesidir. Öyle ki eğer bunlardan hangisi tek başına kalsaydı onu harekete geçiremezdi. İkisi bir arada bulunduğunda çalışma rağbeti gelişip kabarır veya eğer onların biri tek başına kalırsa, kişiyi harekete geçirmeye yeterlidir. İşte bu durum, ıslah ettiği gibi, ifsad da eder. Bizim Allah'tan ümidimiz, onun bu durumdan başabaş kurtulmasıdır. Ne lehinde, ne de aleyhinde olmasıdır veya üzerindeki ceza kadar sevabı olmasıdır. Biz bu hususu İhlâs bölümünde anlatmıştık.

Dördüncü Derece: Halkın ameline vâkıf olması, gönülden o amelde çalışmasını takviye eder. Eğer bu durum olmasaydı, ibâdeti terketmezdi. Eğer sadece riya kastı olsaydı, o ibâdete yönelmezdi. Hakîkat ancak Allah'ın katındadır. Fakat bizim zannımıza göre bu davranış, sevabı temelinden yakmaz. Ancak azaltır veya riya kastının nisbetinde ceza görür. Sevab kastının nisbetinde de mükâfat görür.

Hz. Peygamberin 'Allah Teâlâ ben şirkten müstağni olanların en müstağnisiyim. Bir amel yapıp benimle başkasını ortak yapanı şirkiyle başbaşa bırakırım'45 hadîsi ise, iki maksadın (riyâ ile sevap maksadı) eşit olduğu veya riya kastının daha ağır bastığı duruma hamledilir.

İkinci Rükün

Kendisiyle riyakârlık yapılan alettir. O da ibâdetlerdir. Bu kısım da ibâdetlerin esasları veya vasıflarıyla riyakârlık yapmak üzere ikiye ayrılır.

Birinci Kısım İbâdetlerin esaslarıyla olan ve en kabası bulunan birinci kısım, üç dereceye ayrılır:

Birinci Derece: İmanın esasıyla riya yapmaktır. Bu tür riya, riyakârlığın en çirkini ve en kabasıdır. Bu tür riyanın sahibi cehennemde ebedî kalır. Bu kişi, şehâdet kelimelerini diliyle söyler.İçi ise yalanlamakla doludur. Fakat buna rağmen İslâm'ın zahiriyle gösteriş yapar!

Münafıklar sana geldikleri zaman 'Şahidlik ederiz ki sen, muhakkak Allah'ın peygamberisin' derler. Allah senin kendisinin elçisi olduğunu muhakkak bilir ve Allah münafıkların yalancı olduklarına şahitlik eder.(Münâfikun/1) Yani sözleriyle kalplerinin doğruluğuna dair yapmış oldukları istidlâlde tamamen yalancıdırlar.

İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayatına ait sözü hoşuna gider. Kalbinde olana (sözlerinde samimi olduğuna) Allah'ı şahid tutar. Oysa o, düşmanların en şiddetlisidir.(Bakara/204)

Ey mü'minler! Din kadeşlerinizden başkasını dost edinmeyin! Onlar size fenalık yapmakta, fesad çıkarmakta kusur etmezler ve sıkıntıya girmenizi arzu ederler. Onların size karşı olan kin ve düşmanlıkları, ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinde gizledikleri düşmanlık ise daha büyüktür.

Tenhada başbaşa kaldıkları vakit size olan kinlerinden ötürü parmaklarının uçlarını ısırırlar.(Âlu İmrân/118-119)

Onlar namaza kalktıkları zaman istemeyerek kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı pek az anarlar. O münafıklar, küfürle iman arasında yalpalayıp dururlar.(Nisa/142-143) Onların hakkında vârid olan âyetler pek çoktur.

İslâm'ın başlangıcında, kötü bir gaye için İslâm'a girenler pek çok olurdu. Bu durum, bizim zamanımızda pek az görülen bir durumdur. Fakat gizlice dinden çıkan, cennet, cehennem ve kıyameti inkâr ederek mülhidlerin sözünü edenlerin münafıklıkları pek çoktur veya ibahî (herşeyi mübah bilen ve ortak mal sayan) kimselerin inancına meylederek ilâhî nizam ve ahkâmın kaldırıldığına inanan, küfür veya bid'ata inandığı halde tersini gösteren bir kimse gibi düşünen münafıklar çoğalmıştır. Bunlar cehennemde ebedî ve daimî kalacak riyakâr ve münafıklardandırlar. Artık tehlike bakımından bu riyanın ötesinde bir riyanın olduğu düşünülmez. Bunların hali alenen fısk ve fücur yapanların halinden daha şiddetlidir. Çünkü bunlar gizli küfür ile zâhirî münafıklığı bir araya toplamışlardır.

İkinci Derece; Dinin esasını tasdik edip doğrulamakla beraber, ibâdetlerin esasıyla riyakârlık etmektir. Bu da Allah katında büyük bir cürüm (suç)tur. Fakat birinci dereceden daha hafiftir.

Bunun misâli, kişinin malı başkasının elinde olur. Ona malının zekâtını çıkarıp vermesini -aleyhinde konuşmasın diye emreder. Oysa Allah bilir eğer mal, kendisinin elinde olsaydı, onun zekâtını vermezdi. Veya namaz vakti gelip çatar, kendisi de bir cemaatte bulunur ve kalkıp namaz kılar. Oysa âdeti tenha bir yerde olduğunda namaz kılmamaktır. Böylece Ramazan orucunu tutar. Oysa tenha bir yerde olup orucunu yemeyi ister. Cum'a namazında da durumu böyledir. Fakat halkın dedikodu korkusu olmasaydı gitmezdi. Veya halkın korkusundan sılayı rahim yapar, anne ve babasına iyi davranır, hacca ve gazaya gider! Bu, beraberinde Allah'a inanmak olduğu halde yapılan riyadır.

Riyakâr, Allah'tan başka mâbud olmadığına inanır. Eğer Allah'tan başkasına secde etmeye veya ibâdet yapmaya zorlanırsa bunu yapmaz. Fakat tembelliğinden dolayı ibâdetleri terk eder. Halkı gördüğü zaman neşesi kaçar. Halk nezdindeki mertebesi, Allah katındaki mertebesinden daha sevimli gelir. Bu bakımdan Allah'ın cezasından daha çok, halkın kötülemesinden korkar. Onların kendisini övmeleri, Allah'ın kendisine vereceği sevaptan daha çok hoşuna gider! Bu ise cehaletin en son derecesidir. İnanç bakımından imanın esasından her ne kadar çıkmamışsa da bunu yapanın Allah'ın gazabına müstehak olması pek uygundur.

Üçüncü Derece: Ne iman, ne de farz ibâdetlerle gösteriş yapmaz. Fakat eğer terk ederse günahkâr olmayacağı nafile ibâdetlerle ve sünnetlerle gösteriş yapar. Fakat sevabına pek rağbeti olmadığı ve umulan sevaba tembelliği tercih ettiği için tenhada olduğunda onları yapmaz. Buna rağmen riya onu yapmaya zorlar. Buna misâl: Namazda cemaatte bulunmak, hastaları ziyaret etmek, cenazeleri kaldırmak, ölüyü yıkamak, gece teheccüdünü (gece namazı) kılmak, Arefe günü oruç tutmak, aşura, pazartesi ve perşembe günü oruç tutmak gibi...

Riyakâr, bunları ya halkın korkusundan veya övmesinden ötürü yapar. Allah Teâlâ da bilir ki tek başına kaldığında farzların edasından başka hiçbir nafile kılmaz. Bu da büyük günahtır. Fakat kendisinden önce bahsi geçenden daha hafiftir. Çünkü o, halkın övgüsünü Allah Teâlâ'nın övgüsüne tercih etti. Bu ise onu yapmadı; zira bu eğer nafileyi terkederse terk ettiğinden dolayı herhangi bir cezadan korkmaz. Sanki öncekinin yarısında bulunur. Cezası da onun cezasının yarısıdır. İşte ibâdetlerin esasıyla yapılan riya budur.

İkinci Kısım İbâdetlerin asıllarıyla değil, vasıflarıyla riyakârlık yapmaktır. Bu da üç derecedir:

Birinci Derece: Terkederek, ibâdette eksiklik yaparak riyakârlık yapmaktır. Gayesi, rükü ve secdeyi hafif yapıp, okumayı uzatmamak olan bir kimse gibi... Bu zat, halkı gördüğü zaman, güzel rükû ve secde yapar. Sağa sola bakmayı terk eder. İki secde arasındaki oturmayı tamamlar.

İbn Mes'ud der ki: 'Kim bunu yaparsa, bu yaptığı rabbiyle istihza etmek ve rabbini hafife almaktır!' Yani Allah'ın tenhada iken de yaptıklarına muttali olduğuna aldırmaz. Fakat bir insan kendisini gördüğünde, güzel namaz kılmaya başlar.

Bir insanın huzurunda bağdaş kurarak veya yaslanarak oturan bir kimsenin huzuruna o yanında bağdaş kurduğu adamın hizmetçisi girdiğinde kalkıp güzel oturursa, onun bu hareketi, hizmetkârı efendisinden üstün tutmak ve efendi ile istihza etmek demektir. İşte mürainin (riyakârın) cemaat içinde güzel namaz kılıp, yalnızken bu şekilde namaz kılması da böyledir. Zekâtını düşük paralar (müellifin zamanına mahsus bir durumdur) veya hububattan veren, fakat kendisini kontrol eden biri olduğunda onun kınamasından korkarak iyisinden verenin hali de böyledir. Halk korkusundan oruç tutan, dilini gıybet ve fâhiş konuşmaktan koruyan bir kimsenin -eğer bunu oruç ibâdetinin mükemmel olması için yapmazsa- hali de budur. Bu da riyanın mahzurlu kısmına girer. Çünkü burada yaratıklar, yaradandan daha önemli kabul edilmişlerdir. Fakat ibâdetlerin temelleriyle riyakârlık yapmaktan tehlike yönünden daha hafiftir. Eğer riyakâr 'Ben bunları halkın dilini gıybetten korumak için öyle yaptım. Çünkü benim rükûu ve secdeyi hafif geçiştirdiğimi veya fazla sağa-sola baktığımı gördükleri takdirde ağızlarını gıybet için açarlar. Ben ise, onları bu günahlardan korumak istedim' dese, cevap olarak ona denir ki: Bu düşüncen şeytanın bir hilesi ve kandırmasıdır. Durum hiç de senin düşündüğün gibi değildir. Çünkü namazının eksik olmasından doğan zarar, başkasının gıybetinden neşet eden zarardan daha büyük ve kabarıktır. Eğer dediğin gibi, seni buna sevkeden dindarlık olsaydı, muhakkak kendi nefsine şefkatin daha fazla olurdu. Senin buradaki durumun, hediyelere nail olsun diye, cariyesini bir padişaha verenin durumu gibidir. Bu adam âzaları kesik, yüzü çirkin ve gözleri kör olan cariyesini padişaha hediye eder. Fakat padişahın yanında bir kısım hizmetkârlar olduğunda, onların zemmetmesinden korkarak cariyeyi vermekten imtina eder. Bu durum elbette muhaldir. Çünkü padişahın hizmetçisini gözetenin elbette padişahı daha fazla gözetmesi lâzımdır.

Evet! Riyakârın burada iki hali vardır:

Birinci hâl: Riyakârlığıyla halk nezdinde övülmeyi ve büyük mevkî sahibi olmayı istemesidir. Bu kesinlikle haramdır.

ikinci hâl: Rükû ve secdenin güzel yapılmasında ihlâsı değil, fakat 'Eğer hafif yapsam, Allah katında namazım eksik olur. Halk gıybetimi yapmak ve aleyhimde bulunmak suretiyle bana eziyet verir. Bu bakımdan görünür tarafı güzelce yapmak suretiyle onların aleyhimde konuşmalarından kurtulur, herhangi bir sevap da ummam. Oysa böyle yapmam, namazın zâhirî güzelliğini terk edip hem sevabın elimden kaçmasından hem de halkın aleyhimde konuşmasından daha hayırlıdır' demesidir.

Burada biraz düşünmek gerekir. Sıhhatli fetva şudur:

Kişinin üzerine farz olan, hem namazını güzel kılmak, hem de ihlâslı yapmaktır. Eğer bu hususta niyeti teminden aciz ise, tek başına bulunduğundaki âdetine devam etmelidir. Hiçbir zaman halkın zemmini, Allah'ın tâat ve ibâdetiyle riyakârlık etmek suretiyle bertaraf etmesi uygun değildir. Çünkü daha önce de geçtiği gibi böyle yapmak, ibâdetle oynamaktır.

İkinci Derece: Terkinde herhangi bir eksiklik sözkonusu olmayan ancak ibâdetin tamamlayıcısı hükmünde olan şeyin yapılmasıyla riyakârlık yapmaktır. Rükû, secde ve kıyamı uzatmak, namazdaki hareketleri güzelce yapmak, elleri kaldırmak, birinci tekbiri (tahrim tekbirini) aceleyle almak, îtidali (rükûdan sonraki kalkışı) güzelleştirmek, mûtadı olan sûreden fazlasını okumak gibi...

Ramazan orucunda fazla halvete girmek ve uzun zaman susmak da böyledir. Zekâtta en güzel malı, güzelin yerine vermek, kefaret için pahalı köleyi âzad etmek de böyledir. Bütün bunlar, eğer tek başına kalırsa yapmayacağı şeylerdir.

Üçüncü Derece: Nafile ibâdetleri fazla yapmakla riya ve gösteriş yapmasıdır. Cemaat gelmeden mescide gitmesi, ön safa geçmesi, imamın sağına yönelmesi ve benzerleri gibi. Allah bilir eğer tek başına olsaydı, nerede duracağı, ne zaman namaza başlayacağı pek umurunda olmazdı. Bütün bunlar kendisiyle riya yapılan şeylere göre değişir. Bazısı bazısından daha şiddetlidir.

Üçüncü Rükün

Kendisi için riya yapılandır. Şüphesiz riyakârın bir hedefi vardır. Bunun da üç derecesi vardır.

Birinci Derece: Derecelerin en şiddetlisi ye en tehlikelisi olan birinci derece, bir günahı işlemiş olmasıdır. İbâdetiyle riyakârlık yapmak, şüphelileri yememek, fazla nafile kılmakla takva gösterisi yapan kimse gibi... Bu kimsenin gayesi, güvenilir görünmek, dolayısıyla kadılık, vakıflar, vasiyetler veya yetim mallarına bakmak vazifesine tayin edilmek ve doya doya onlardan yemektir veya kendisine zekât ve sadakaların teslim edilmesi, ele geçirdiği zekât ve sadakalardan istediğini faydalandırması veya kendisine emanetlerin teslim edilmesidir. Onları alıp inkâr etsin veya hac yolunda infak edilen mallar kendine teslim edilsin ki bir kısmını veya tamamını kendisine ayırsın veya o mal ile hacıları kendisine bağlamış olsun, onların kuvvetleriyle de kötü amaçlarına varsın! Bazıları de bazen mutasavvıf kisvesini, bazen korku hâlini gösterir. Va'z ve irşad yoluyla hikmetli söz söyler. Oysa maksadı bir kadına veya tüysüz bir çocuğa kendisini sevdirmek ve onunla çirkin şeyler yapmaktır. Bazen de maksadları çocukları ve kadınları seyretmek olduğu için, ilim, va'z ve Kur'an halkalarına iştirak ederler. Kur'an ve ilim öğrenmeye tâlib olduklarını belirtirler veya yolculukta kadın veya tüysüz çocukları elde etmek için hac seferine katılırlar! Bunlar Allah katında riyakârların en iğrencidirler.

Çünkü rablerinin ibâdetini günahlarına merdiven yapmışlardır. Fâsıklıklarında sermaye edinip ticaret aleti yapmışlardır.

Yapmış olduğu ve itham edildiği halde ısrar edip o töhmeti kendinden uzaklaştırmak ve takva sahibi olduğunu göstermek isteyen kişi, her ne kadar bunlar kadar değilse de bunlara yakındır! Bir emaneti inkâr eden ve bu günahı ile itham edilen bir kimse gibi... Bu kimse 'Kendi malını sadaka veriyor' denilsin diye, o inkâr ettiği emaneti sadaka verir! Acaba bu adam nasıl başkasının malını helâl sayar?

Bir kadın veya tüysüz bir oğlanla çirkin ilişkide bulunmakla itham edilen ve bu duruma üzüldüğünü göstererek, takvalı olduğunu belirterek bu töhmeti defetmeye çalışanın durumu da böyledir.

ikinci Derece: Mübah bir mertebeye varmak, bir malı elde etmek veya güzel bir kadınla evlenmektir. Kadınlar kendisiyle evlenmeye tâlib olsun ve kendisine bol bol ihsanlar yapılsın diye üzüldüğünü belirten, va'z ve irşadla meşgul olan kimse gibi... Bu kimse ya belli bir kadınla evlenmek için böyle yapar veya soylu bir kadınla evlenmeyi arzu eder. Alim ve âbid bir kimsenin kızıyla evlenmek isteyen ve kızını kendisine versin diye ilim ve ibâdete karşı rağbetinin olduğunu söyleyen kimse gibi... Bu mahzurlu bir riyadır. Çünkü ibadetle dünya malını kasdetmektedir. Fakat bu riya bir öncekinden daha hafiftir. Çünkü bu kısımda kastedilen şey esasında mübahtır.

Üçüncü Derece: Bir mertebeye varmayı, mal elde etmeyi veya evlenmeyi kasdetmez. Fakat kendisine kem gözle bakılmasın diye ibâdetini anlatır. Bunu da avamdan sayılıp havas ve zâhidler sınıfından sayılmayacağı korkusundan yapar.

Acele yürüyüp, halkın kendisine 'bu vâkar ehlinden değil, unutkanlık veya hevâ ehlidir' demesinden korkarak çabuk yürümeyi bırakıp yavaş yürüyen kimse gibi... Eğer güldüğünde veya şaka yaptığında istiğfar ederse derin nefes alıp üzüntüsünü belirtirse ve 'Ademoğlunun nefsinden gafleti ne kadar da fazladır' derse, Allah bilir eğer tenhada bulunsaydı bu durum kendisine ağır gelmezdi. Böyle davranmanın hükmü de yukarıda geçtiği gibidir. Çünkü korkusu, hakir görüleceğinden kaynaklanır.

Teravih veya teheccüd (gece) namazı kılan, perşembe ve pazartesi günleri oruç tutan veya sadaka veren bir cemaati gördüğünde tembelliğe nisbet edilip halk tabakasından sayılacağı korkusuyla onlara uyan kimsenin durumu da böyledir. Eğer tek başına kalırsa, hiçbir şey yapmaz. Aşure veya Arefe veya Haram aylarda susadığı halde halkın oruçsuz olduğunu bilmesinler diye su içemeyen kimse gibi...

Halk onun oruçlu olduğunu zannettiği zaman, bu zanları için yemez veya yemeğe dâvet edildiğinde oruçlu olduğu sanılsın diye yemekten imtina eder. Bazen 'Ben oruçsuzum' demez, fakat 'Benim özrüm vardır' der. Böyle söylemesi iki çirkini bir araya getirmek demektir. Çünkü kendisini oruçlu gösterir. Sonra riyakâr olmayıp ihlâslı olduğunu zannettirip ibâdetin gizli olması gerektiğini savunur. Sonra suya ihtiyaç duyduğunda açıkça ve işaretle özür belirtmekten ve şiddetli susamaya yol açan aynı zamanda oruç tutmamaya ruhsat veren bir hastalığı ileri sürer veya Talanın kalbini hoşnud etmek için orucumu bozdum' der. Sonra bu söylediklerini de arka arkaya söylemez ki riyakârlık yapıyor veya özür diliyor zannedilmesin. Aksine bekler, sonra bir hikâye biçiminde özrünü arzeder! Şöyle demesi gibi: 'Filân zat, ihvanını pek sever, ihvanın yemeğinden yemesini ister. Bugün bana çok ısrar ettiği için kalbini kıramadım' veya şöyle demesi gibi: 'Muhakkak annem zayıf kalpli bir kadındır. Benim için pek müşfiktir. Ben, bir gün oruç tutsam hasta olmamdan korkar. Bu bakımdan orucuma mâni olur'.

Bu ve bunun benzeri sözler riya alâmetleridir. Dile riya, ancak damarı kalpte yerleştiği için gelir. Muhlis bir kimse ise, halkın kendisine nasıl ve hangi gözle baktığına aldırmaz; eğer oruca rağbeti yoksa başkaları için özürler beyan etmez. Allah da onun bu arzusunu görmektedir. Bu bakımdan Allah'ın ilmine muhalefet eden herhangi bir (yapmacık) hareket, telbis ve riyanın kendisinden sâdır olmasını istemez. Eğer Allah için oruç tutmaya bir rağbeti varsa, bunu Allah'ın bilmesiyle yetinir ve başkasını Allah'a ortak koşmaz.

Bazen kalbine 'Belirtirsem başkasına örnek olurum' fikri gelir. Fakat bu fikirde hile ve aldanış vardır. Bunun izahı ileride gelecektir.

işte bunlar riyanın dereceleri ve riyakârların sınıflarıdır. Hepsi de Allah'ın gazabı altındadırlar. Bu ise helâk edicilerin en şiddetlisidir. Şiddetli olması şundandır ki içinde karınca izinden daha gizli şaibeler vardır. Nitekim bu husus haberde vârid olmuştur.46 Kalplerin tehlikelerini, dilin âfetlerini bilmeyen cahil âbidler bir yana, burada güzide âlimlerin bile ayağı kayar! Allah en doğrusunu bilir.

45) Daha önce geçmişti. 46) İmam Ahmed ve Taberânî, (Ebu Musa el-Eş'arî'nin 'Bu şirkten sakının! Çünkü o, karıncanın izinden daha gizlidir' hadîsinden)