Joe Biden’ın ABD başkanlık seçimini kazanmasıyla zaten sıkıntılı günler geçiren Riyad yönetimi, geçtiğimiz haftalarda ABD’nin Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) silah satışlarını kısıtlayacağını ilan etmesiyle derin bir açmazla karşı karşıya kaldı. Çünkü Suudi yönetimi özellikle genç Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın inisiyatifiyle 2015 sonrası dönemde iddialı ve maceracı bir dış politikaya yönelmişti. Yemen savaşı, Katar ablukası, Cemal Kaşıkçı cinayeti ve Lübnan Başbakanı Saad Hariri’nin Riyad’da rehin alınarak Lübnan iç siyasetinde Şii-Sünni gerilimi çıkarma projesi bu iddialı ve maceracı politikanın sadece bazılarıydı.
II. Dünya Savaşından günümüze kadar ülkenin güvenlik garantörü olan ABD’nin Arap Baharı sürecinin başlarından itibaren Suudilerin güvenlik hassasiyetlerini önemsemeyen bir politika benimsemiş olması Riyad’da hayal kırıklığı yaratmıştı. Riyad bu hayal kırıklığını “Obama sendromu” şeklinde adlandırmıştı. Trump’ın 2017 yılında başkanlık koltuğuna oturmasıyla rahat bir nefes alarak Obama sendromundan kurtulan Riyad yönetimi Donald Trump’ın beklenenden kısa süren başkanlığı ve Biden’ın seçimi kazanmasıyla yeni bir Obama sendromu yaşamaya başladı. Kaşıkçı cinayeti, Yemen savaşı ve yaygın insan hakları ihlallerinin Biden’ın masasında bulunuyor olması Riyad’ın yaşadığı bu sendromun en önemli sebeplerinden biri.
Riyad, güvenlik endişeleriyle ilgili olarak ABD dışında Rusya ve Çin gibi diğer küresel aktörlerin desteğini almaya çalışabilir. Ancak Rusya ve Çin’in güvenlik garantilerine yaslanmanın birtakım avantajları olabileceği gibi çok sayıda sakıncası da bulunuyor.
Suudi Arabistan’ın üç seçeneği
Uzun yıllar ABD güvenlik garantilerine yaslanarak toprak bütünlüğünü ve rejim güvenliğini sağlamayı başaran Riyad yönetimi, 2010 sonrası dönemde, ABD’nin güvenlik garantilerini azaltmaya dönük politikaları ile derin bir güvensizlik atmosferi içine girdi. Bu dönemde ABD, “kaya gazı devrimi” ile enerji bağımsızlığını kazandı ve Körfez petrol kaynaklarını ihtiyacı kalmadı. Enerji bağımsızlığının ABD dış politikasında ortaya çıkardığı kaldıraç etkisiyle askeri ve ekonomik kabiliyetleri çok hızlı gelişen Çin’i dengelemek için Asya-Pasifik bölgesine yönelme eğilimi göstermesi, Körfez bölgesinin ABD dış politikasındaki öncelikli konumunu ortadan kaldırdı. Bu dönemde Suudiler için üç seçenek vardı: ABD’yi Suudi güvenliğini sağlama konusunda yeniden ikna etmek; kendi güvenliğini sağlamak için güçlü bir askeri/endüstriyel kapasite inşa etmek; ABD dışında yeni güvenlik garantörleri (Rusya, Çin) bulmak.
İlk olarak özellikle Trump’ın 2017 yılında başkanlık koltuğuna oturması Riyad’da ABD’nin yeniden ülkenin güvenlik garantörü olabileceğine dair bir umut ışığı ortaya çıkardı. Trump’ın ülkeyi bir şirket gibi kar-zarar hesabıyla yönetme biçimi ile Suudilerin uzun yıllardır sürdürmekten büyük keyif aldığı “çek defteri” politikasının uyuşması ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinde Obama sonrası yeni bir döneme işaret ediyordu. Özellikle Turmp’ın, damadı ve baş danışmanı Jared Kushner’in de yönlendirmesiyle Suudi veraset sistemine dolaylı yollardan müdahale ederek Muhammed bin Selman’ın tahta giden yolunu kolaylaştırması Riyad’da tam bir bahar havasına yol açtı. Ancak 2019 yılında Suudi ARAMCO tesislerine İran kaynaklı olduğu bilinen saldırılar sırasında Trump’ın bu saldırıları caydırmak ve İran’ı sınırlama konusunda sergilediği tavır ABD’nin Suudilere fiili güvenlik garantileri sağlama konusunda çok da istekli olmadığını ortaya koyarak bir hayal kırıklığına yol açtı.
Kişisel ilişkiler üzerinden yürüyen ABD-Suudi Arabistan ilişkileri Biden’ın başkanlık koltuğuna oturmasıyla yeniden Obama dönemini andıran bir biçime bürünmeye başladı. Özellikle Biden’ın Yemen savaşı ve Yemen’de yaşanan insani krizler hususundaki vizyonu ABD’nin Suudi güvenliğini sağlama konusunda ikna edilemediğini ortaya koyuyor.
Suudi Arabistan için “beka mücadelesi” olarak tanımlanan Yemen krizinde, Biden yönetiminin Suudilere silah ambargosu uygulayacağını açıklaması zaten çok parlak olmayan cephedeki durumun hızlıca Suudilerin aleyhine değişmesine yol açacaktır. Bu ambargonun psikolojik etkisi ise, Riyad’da “Obama sendromunun dönüşünü simgelemesi” açısından, cephedeki etkisinden daha ağır olacaktır. Biden’ın Yemen savaşına yönelik askeri desteğin çekileceğini ifade ettiği konuşmasında “Suudi Arabistan’ın toprak bütünlüğünü savunmaya devam edeceğiz” ifadesi Riyad’ı asla tatmin etmeyecektir. Çünkü ülke siyasi tarihi boyunca toprak bütünlüğüne ve rejim güvenliğine yönelik en büyük tehditlerin kaynağı olan Yemen sahası Suudiler için bir beka mücadelesidir. “Toprak bütünlüğünü savunacağız” ve “Yemen savaşına askeri destek vermeyeceğiz” ifadelerinin aynı konuşma içerisinde geçmiş olması Riyad açısından bariz bir tezattır.
İkinci olarak, Suudiler 2010 sonrası dönemde çok büyük savunma ve silah alım anlaşmaları yapmak suretiyle kendi güvenliklerini sağlayabilecek güçlü bir askeri/endüstriyel kompleks inşa etmeye çalıştılar. Özellikle son beş yılda milli gelirin yaklaşık yüzde 21’ine denk gelen 273 milyar dolarlık bir savunma bütçesiyle Suudi Arabistan, dünyada milli gelirine oranla savunmaya en çok para harcayan ülke konumuna yükseldi. Ancak 2019 yılında İran ya da İran’a bağlı milisler eliyle 2 milyon dolarlık bir seyir füzesi veya insansız hava aracıyla 17 dakikada düzenlenen ARAMCO saldırıları ve Suudi Arabistan ordusunun Yemen’de sergilediği zayıf performans Suudilerin kendi güvenliklerini kendi askeri kapasiteleriyle sağlayabilecekleri umudunu da boşa çıkardı. Üstelik ülke tarihi boyunca rakip prenslerin denetimine verilen İçişleri Bakanlığı (Muhammed bin Nayif), Savunma Bakanlığı (Sultan), Ulusal Muhafızlar (Abdullah) ve İstihbarat başkanlığı (Mukrin, Bender) gibi kurumların sayılan hanedan üyelerinin denetiminden çıkarılarak tüm yetkinin Veliaht Prens’te toplandığı bir güvenlik yapılanması oluşturma çabası Suudi güvenlik sektörünü bir kargaşa içine itti. Bu veriler ışığında, yapılan onca savunma harcamasına rağmen Suudi askeri kabiliyetlerinin beş yıl öncekinden daha iyi durumda olmadığı kolaylıkla söylenebilir.
Askeri ve diplomatik kabiliyetlerinin zayıflamasına da bağlı olarak Suudi Arabistan'ın Türkiye ve Katar gibi geçmişte rakip olarak gördüğü ülkelerle iyi ilişkiler geliştirmeye çalışacağı öngörülebilir.
Biden sonrası Suudi güvenlik opsiyonları
ABD’yi Suudi güvenliğini sağlama konusunda ikna edemeyen ve kendi güvenliğini sağlayabilecek güçlü bir askeri/endüstriyel kompleks inşa etmekte başarısız olan Riyad’ın son bir seçeneği kalmış görünüyor; rejim güvenliği ve toprak bütünlüğü konusunda ABD dışında Rusya ve Çin gibi diğer küresel aktörlerin desteğini sağlamak. Özellikle Biden döneminde Suudilerin yaşayacakları yoğun güvenlik endişeleri bu son seçeneği Riyad açısından önemli kılabilir. Ancak bilinmesi gerekir ki Rusya ve Çin’in güvenlik garantilerine yaslanmanın birtakım avantajları olabileceği gibi çok sayıda sakıncası da bulunuyor.
İlk olarak şu tespiti yapmak gerekiyor: Bölge güvenlik mimarisinde başat rolü oynama konusunda ne Rusya’nın ne de Çin’in yeterli askeri kapasitesi bulunuyor. Her iki aktörün de silah satışı, enerji güvenliği, jeopolitik hırslar ve ticari avantajlar yönüyle Suudi güvenliğini sağlama konusunda önemli motivasyonları bulunsa da sınırlı askeri kabiliyetler böyle kritik bir rolü oynama konusunda her iki aktörün zorlanmasına sebep olabilir. Aynı zamanda Rusya ve Çin’in İran ile geliştirdiği yakın işbirliği, İran karşısında güvenlik arayan Suudilerin bu beklentilerinin karşılanmasını zorlaştırıyor. Biden’ın ilk dış politika mesajında Rusya ve Çin’i ABD’nin en tehlikeli rakipleri olarak nitelemesi de Suudilerin bu eksene yönelmelerini zorlaştıracaktır.
Rusya ve Çin güvenlik garantilerinin bazı avantajları da bulunuyor. Örneğin her iki aktör de silah satışlarında insan hakları ihlalleri ve özgürlükler gibi değerleri dikkate almamaktalar. Aynı zamanda her iki aktör de bölgeye yönelik silah satışlarında “İsrail’in askeri gücünün aşılacak olmasına” dair bir endişe duymuyorlar. Halbuki başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri insan hakları ihlalleri ve hiçbir aktörün İsrail’den daha güçlü bir askeri kabiliyet edinmemesini sağlamak gerekçesiyle zaman zaman silah satışlarında kısıtlamalara gidebiliyor. Nitekim Mart 2019 tarihinde ABD ile Suudiler arasında nükleer işbirliğini de içeren anlaşma ABD basınında eleştiri konusu olduğunda Trump, “Biz satmazsak Suudiler bu teknolojiyi Çin’den alacaktır” şeklinde bir savunma yapmıştı. Yine Çin’in bölge petrolünün en büyük müşterisi olduğu ve Körfez ülkelerinin Çin’in en önemli ticari partnerleri olduğu gerçeği Çin’i, küresel enerji piyasalarında etkili bir aktör olma çabası da Rusya’yı bölge güvenlik mimarisinde belirleyici roller oynamaya teşvik edecektir.
Biden döneminin başlamasıyla birlikte Suudiler belirgin bir şekilde Biden’ın vizyonuna ayak uydurma politikasına yöneldiler. Katar ablukasının, Katar’ın kendisine sunulan 13 maddelik talep listesindeki hiçbir talebi karşılamamasına rağmen, Suudilerin girişimiyle ortadan kaldırılması bu ayak uydurma çabasının bir sonucuydu.
Yeni dönemde Suudilerin her iki aktörle de sınırlı da olsa askeri işbirlikleri geliştireceğini öngörebiliriz. Ancak her ne kadar ABD ile sorunlar yaşasa da yukarıda sayılan sakıncalar sebebiyle Suudilerin Rusya ve Çin gibi aktörlerle derin askeri işbirlikleri geliştirmeleri zor görünüyor. Ancak kesin olan bir şey var ki, Suudiler Yemen’den “ulusal onurları zedelenmeden” çıkmayı bugün istediklerinden daha fazla istemiş değiller. Yine mevcut uluslararası atmosfer devem ettiği sürece Suudilerin askeri güce dayanan yeni müdahaleci ve maceracı politikalara yönelmeleri oldukça zor olacaktır. Askeri ve diplomatik kabiliyetlerinin zayıflamasına da bağlı olarak Suudilerin Türkiye ve Katar gibi geçmişte rakip olarak gördükleri ülkelerle iyi ilişkiler geliştirebileceğini öngörebiliriz.
Son olarak ABD basınında ve siyasi çevrelerinde Kaşıkçı cinayetinin hesabını sorma iddiasıyla son dönemde Muhammed bin Selman’ın veliaht prenslikten azledilmesini, tutuklu bulunan Ahmed bin Abdülaziz ve Muhammed bin Nayif gibi önemli prenslerin serbest bırakılmasını sağlamaya yönelik bir kampanya başlamışa benziyor. Trump’ın Suudi veraset sistemine dolaylı müdahaleleriyle veliaht prenslik ve ülkenin fiili yöneticiliği koltuğuna oturmasına zemin hazırlanan Muhammed bin Selman ile Biden yönetiminin nasıl bir ilişki biçimi geliştireceğini zaman gösterecektir. Öte yandan Ilımlı İslam, Vizyon 2030 ve Yemen savaşı gibi üç iddialı proje ile Suudi tahtını elde etmeye çalışan Muhammed bin Selman’a yönelik Suudi iç siyasetindeki desteğin, her üç alanda yaşanan başarısızlıklar sebebiyle aşınması da muhtemel görünüyor.
[Dr. Necmettin Acar Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü başkanıdır]