ÖZLEM DOĞAN'IN KALEMİNDEN...
Türkiye'nin en yeşil bölgelerinden biri olan Karadeniz'e doğru yolculuğumuzun ilk adımı Pendik'ten YHT'ye binmek oldu. Zaman zaman röportaj yapmak için gittiğim Ankara'ya ulaşım tercihim olan YHT bana çocukluk günlerimi anımsatıyor her seferinde. Bostancı'ya amcamlara giderken Haydarpaşa garından bindiğimiz o eski püskü trenler gelir gözümün önüne. Beşik gibi sallanan trenin camından ardı sıra geçip giden evler, ağaçların arasından adeta gülümseyerek kaybolurdu. Çocukluk hatıralarım arasına Erenköy, masmavi deniz ve mavi trenin geçtiği tüneller mıh gibi çakılı adeta. Şimdilerde sanki ruh eksik. Vagonlar sıcaktı, koltukları ve camları kirliydi, konfor kelimesi henüz hayatımızda yer edinmemişti. Sanırım geçmişe duyduğumuz bu özlemin nedeni tamamen yitirilen zamanın ve çocukluğun hasretinden kaynaklanıyor. Şairin dediği gibi: "Geçmiş zaman olur ki hayale cihan değer."
İstanbul'dan ayrılsam da hatıraları benimleu2026
Hatıralar arasında hızlandırılmış tren konforunda Ankara yollarındayım. Gebze, İzmit, sevgili İstanbul'uma elveda diyeceğim en son duraklardı, geçip gittiler. Arifiye ve sonrasında büklüm büklüm kıvrılan yollar arasında, ağaçların içine çakılı duran çivileri andıran tek ya d iki katlı evler, köy camileri, mısır tarlaları, yeşilin bin bir tonunu bünyesinde toplamış çalılıklar, toprak yollar ve sıcağın altında çalışan birkaç köylüden başka enteresan bir görüntü ilişmez göze. Eskişehir'e birkaç adım kala türlü renkte gülün ekili olduğu tarlayı es geçmek olmaz. Çamur yeşili nehir de yol boyunca bir yolcuya eşlik eden bir başka ayrıntı. Yol boyunca hep aynı manzarayı seyrederken düşünüyorum da; O görkemiyle, karmaşası ve debdebesiyle, Boğaziçi, Çengelköy'ü, Sultanahmet ve Gülhane'si, Fatih'i, Yeniiköy'ü, Sarıyer'i, Avcılar'ı ve hatta Sultanbeyli'si ve 20 milyona yakın nüfusu, sayısını bilmediğim fakat fetihten bu yana hatta Bizans döneminden beri toprağında sakladığı mevtalarıyla İstanbul'un bir eşi bir dengi olabilir mi? Bu kadim şehrin, imparatorluklar başkentinin sadece Türkiye'de değil, dünyanın hiçbir ülkesinde dengi olabileceğini sanmıyorum.
Uzayıp giden tren yollarıu2026
İnsan dünyayı sadece kendinden ve yaşadığı şehirden ibaret sanır. Bunu farklı şehirlerde yaşayınca daha çok idrak ediyor. Hayat yalnızca bizim kendimize çizdiğimiz sınırlardan müteşekkil değil elbette. Şu gözleri andıran küçük pencereleriyle gelip geçen yolcuları izlermiş gibi duran kerpiç evlerin içinde de ne hayatlar ne elemler, ne sevinçler yaşanıyor kim bilir? Eskişehir istasyonunda yaklaşık beş dakika bekleyen tren Ankara Polatlı'ya yaklaştığında uzun yoldan sıkılan bebeklerin ağlamaları bozuyor sessizliği. Tatlı bir sarsıntı eşliğinde uyuklayan yolcuların başı öne doğru düşerken güneşin sıcağında sapsarı parlayan bozkırlar, yeşilden yoksun bitki örtüsü ve yol kenarlarında sıcaktan boynunu bükmüş bitkin papatyalar eşlik ediyor YHT'ye. Ayağında şalvarı, başında yemenisiyle güneşin anında lahana tarlalarında çalışan köylü kadınlar çekiyor dikkatimi. Yaptıkları iş oldukça zahmetli ve meşakkatli olmasına rağmen, İstanbul'da yaz ayında otobüs, tramvay ya da metrobüs duraklarında beş dakika bile beklemeye tahammül edemeyen şehir insanının itişip kakışması ve tartışması kadar sabırsız olmadıklarını tahmin etmek zor değil.
Ankara asık yüzlü bir insan gibi
Tren yolculuğumuza Doğu Ekspresinin kalkış saatine kadar Ankara'da ara verdik. Eski tren garından hareket edecek olan trenle Erzurum'a geçeceğiz. Bürokrasinin ve siyasetin kalbi olan başkentimize daha önceleri defaatle gelmiş biri olarak şunu diyebilirim ki; İstanbul'da doğup büyüyen, pırıl pırıl boğazı izleyip çayını yudumlayan, Emirgan'da lale mevsiminde çimenlere oturup ilkbaharın tadını çıkaran, Sultanahmet'te Osmanlı'nın izlerinde tarihi yeniden yaşayan, Eminönü'nde balık ekmek yiyen, Kanlıca'da tarihi Kanlıca yoğurdunu tadan biri, binalardan müteşekkil bir şehirde boğulur, mutsuz olur. Eğer politikayla meşgulseniz ya da gazeteciyseniz ya bir mecburiyet ya da görev icabı bulunacağınız Ankara zaman zaman (bilhassa gazetecilerin özel haber yapabilmesi anlamında) bulunmaz bir nimete dönüşür. TBMM'ye ziyaretlerimde milletvekilleri ile röportaj yapmış, yine alanında uzman isimlerle görüşmelerim sırasında başkentin birçok semtini görme olanağı bulmuştum. Ankara'nın adı en çok bilinen Kızılay Meydanı'nı ilk gördüğümde hayal kırıklığına uğramıştım zira Ankara ile özdeşleşmiş bu meydan oldukça eskimiş ve yıpranmış bir görünüm arz ediyordu. Bana Şirinevler, Halkalı ya da Bağcılar'daymışım hissini yaşatmıştı. Gece Çankaya sokaklarında gezinirken dolaştığım çöp dağları ise ayrı bir konu. Sanırım Ankara'nın nezihlik açısından önerebileceğim tek semti Çukurambar. Burası daha önce çöplükken yeniden yapılandırılmış. Yüksek ve yeni yapılmış binaları, lüks cafe ve restoranlarıyla diğer semtlerin arasından hemen kendini gösteriyor. Üstelik buradaki pastanelerde otururken ya yan ya da karşı masanızda bir milletvekili, siyasetçi görme olanağınız sürekli mevcut. Bakanlık binaları, TBMM, Anıtkabir, Milli Kütüphane, Genelkurmay Başkanlığı ve daha nice kurumlarıyla Ankara Türkiye'nin beyni, İstanbul'da hiç şüphesiz bu ülkenin kalbidir.
Doğu ekspresinde yolculuk
Ankara'dan saat 18:00'da kalkacak olan otobüslerle Irmak'a gittik. Zira bu aradaki yolda çalışma vardı. Tren kompartımanındaki yerimi aldığımda mutluydum çünkü tren yolculuklarını seviyordum. Fakat Doğu ekspresi hiçbir açıdan YHT'nin yanına bile yaklaşamaz. Oturduğumuz vagonun kliması bozuktu, cam da açılmıyordu, ayrıca yetkililer de çözüm bulamadılar. Bu sıcakta saatlerce yolculuk yapmak zorunda kaldık. Birbiri ardına uzanan ovaları, vadileri, ikişer üçer uçan leylekleri ve tüm güzelliğiyle gökyüzüne doğru süzülen ay'ı izlemenin zevki dışında tren içinde sürekli ağlayan, isteği yapılmadığı ya da huzursuz olduğu için ağlama seviyesi kat be kat artan çocukların rahatsız edici feryadına katlanmak pek de keyifli olmadı. Vakit gece yarısını geçtiği halde trenin aydınlatmaları sönmemişi koltuk üzerinde güç bela uyumaya çalışırken görevliden öğrendiğimize göre gözümüze giren ışığın söndürülmeyeceğini öğrenmiştik. Kim bilir! Belki de trenin güvenli şekilde seyahat edebilmesi için bu şarttı.
Tren köy yollarından geçerken
Saat üç sularına doğru şiddetli bir sesle irkildik. Camlara çarpan ağaç dalları hepimizi korkutmaya yetmişti. Büyüklerin, "Sabahın şerri gecenin hayrından evladır" sözü geçti aklımdan. Gün sabaha doğru evrilirken camdan sızan güneş ışığıyla açtım gözlerimi. Tren yaklaşık iki saat Sivas'a bağlı Çetinkaya'da bekledi. Sabah saat 06:00'da ray makasında oluşan arıza yüzünden saat 08:30'a kadar beklemek zorunda kaldık. Çetinkaya'nın yer yer toprak yer yer paket taşlı sokaklarında dolaşırken manavda gördüğüm kocaman domatesler çekti dikkatimi. Gidip kokladım, gerçekten domates kokuyordu. Organik oldukları belliydi. İstanbul'daki domateslerin bırakın doğal bir kokusu olmasını, kestiğiniz an içinin bomboş ve lezzetsiz olduğunu müşahede edersiniz. Oysa bu domateslerin içi etli ve tadına doyum olmuyor. Tren'in tekrar yola koyulmasını beklerken kendimize kahvaltı yapabileceğimiz bir yer arıyorduk. Bu şirin mezra yerli ya da yabancı turiste alışkın değildi, belli. Çünkü ne hediyelik eşya alabilecek bir dükkan vardı ne de o kadar geniş bir nüfus. Bakkalı, kasabı, PTT'si, manavı, küçük camisi, kerpiç ve ahşap evleriyle Çetinkaya kendi yağında kavruluyordu. Trenin hareket etmek üzere olduğu haberini alır almaz kompartımandaki yerimizi aldık. Kaybettiğimiz bunca saati bir yana o kadar yavaş hareket ediyorduk ki, öğlen varmamız gereken Erzurum'a sanırım akşama ulaşmak nasip olacaktı. Kuru ve yavan düzlüklerin ve tepelerin oluşturduğu manzarayı güzelleştiren tek ayrıntı yol boyunca akıp giden nehirdi. Sarp kayalıkların ardında birkaç evden müteşekkil Bağıştaş'ta kısa bir mola verip inen yolcuları bekledikten sonra tarlalarda birbiri ardınca gezinen keçileri seyrederek yolculuğumuza devam ettik. Uçsuz bucaksız gökyüzü, sarı, kahverengi ve yeşil tonlarının hakim olduğu bitki örtüsü ile geçip gittiğimiz tüm bu yollar neredeyse birbirinin kopyasıydılar.
Dadaşlar diyarı Erzurum
24 saat süren tren yolculuğundan sonra Erzurum'a ulaştık. Kalacak yer arayışımızla birlikte Erzurum sokaklarını arşınlamaya ve tanımaya başlamıştık bile. Cumhuriyet caddesine yakın merkezi bir otel ararken en çok dikkatimi çekeni her kurumun ve her dükkanın duvarında asılı olan ve üzerinde 'saçak altında durmayınız, buz düşebilir' uyarı levhalarıydı. Malum! Erzurum soğuğu meşhurdur. Evliya Çelebi bile Seyahatname'sinde Erzurum soğuğunu şöyle anlatır: "Bir kere bir kedi, bir damdan bir dama pertab iderken (atlarken) muallakda donup kalır. Sekiz aydan nevru00fbz-i Harzemşahu00ee (ilkbahar) geldikte mezku00fbr kedinin donu çözülüp 'mırnav' deyüp yere düşer."
Yarın: Tarihin kapısından içeri girmeku2026