İnsan bu dünya itibarıyla sonucu olmayan bir hayat sürmekte ve vücudu her an dağılıp parçalanmaya müsait bir şekilde yaratılmıştır. Çünkü insana verilen akıl sayesinde geçmişte yaşadıklarını bilir, geleceğin ise kuşkuları içindedir. Geçmişle geleceğin ortasında duran insan, geleceğini teminat altına almazsa, hayatı zehirlenir. Onun bu dayanılmaz acılarını dindirecek bir teminata ihtiyacı vardır. İnsan İlahi kudret tarafından yokluk aleminden varlık alemine gözle görülemeyen bir meni hücresi olarak yaratılmıştır. O küçücük noktaya insanın bir harita gibi bütün aza ve uzuvları yerleştirilmiştir. Ana rahminde o formül açılmaya başlar. Ana karnında insana cismani bir vücut verilip bütün alet ve cihazları tamamladıktan sonra o kapalı alemden , şu muhteşem ve çok geniş ve açık olan dünya alemine gönderilir. Çünkü ana karnındaki tekamül artık onun orada yaşamasına uygun değildir. Bu tekamül sayesinde insanın bir başka aleme ihtiyacı vardır.
İnsan dünyaya geldikten ve göbek bağı kesildikten sonra mideden gıda almaya mecburdur. Ancak bu gıda onun midesine göre olmalıdır. Çocuğun bu ihtiyacını karşılamak üzere annenin tertemiz iki pınarından, bembeyaz süt akmaya başlar. Ciğerler ise havaya muhtaçtır. Bu hava insan doğası için en mükemmel orandadır. Zaten bu oran insan dünyaya gelmezden evvel hazırlanmıştır.
İnsanın gözlerine lazım olan ışık ve renklerin yaratılmasıyla hayatı güzelleşir. Yüz elli milyon km. öteden güneşi bir lamba yaparak ışığının huzmelerini dünyaya gönderen Allah insanın göz hücrelerini de, ana karnında iken bu kadar uzak mesafede bulunan güneşin ışığına göre ayarlaması elbette bir tesadüfün eseri olamaz. Çünkü dünyaya gönderilen insan ne çevresini ne de güneşi tanır, onlarda insanın ihtiyacını bilmez. Bütün bunları yan yana getiren bir hikmetin eseridir. Ziira yaratılan her şey mucize olduğundan kör bir tesadüfe bağlanamaz.
Nasıl ki bir tohumun yeşermesiyle bir ağaç meydana gelir. O tohumun değişmesi bir gerileme değil, hayat noktasından bir ilerlemedir. Bütün hayat sahiplerini bununla kıyaslayabiliriz. Etrafımızı kuşatan sonsuz delillere bakıp Allahın varlığı şek ve şüphesiz olduğu her aklı başında insan anlayabilir. Başını kuma sokup insan olmaktan kaçmaya çalışarak, başka bir şey olduğunu iddia eden ve ona sığınmak isteyenlerde her zaman vardır. Çünkü insan olmak bir mesuliyeti gerektirir. İnsan kendini hayvan olmaya ikna etmeye gayret etse de ona verilen akıl hayvan olmayı reddeder. Bir hayvanın yanında babasını kardeşini veya annesini keserseniz o önündeki otu yemeye devam eder. Aynı durumda olan bir insanın feryat ve ızdırabını nasıl tarif edebiliriz.
Hayatın bütün safhalarında bir tekamül olduğuna göre, ölüm sonrası hayatımızda gerileme olabilir mi? İşte bu sorunun cevabını Kur'an vermektedir. Zaman geçtikçe insanın ömrü tükeniyor, sermaye her gün biraz daha zayıflıyor, gençlik elveda diyor, ihtiyarlık şafağı sökmeye başlıyor, başı beyaz bir kefene sarılı hale gelerek, yavaş yavaş kabre doğru ilerlediğini fark ediyor. Dizler tutmuyor, kulaklar işitmiyor, gözlerin feri sönüyor, yeme ve içmeden kesiliyor, dünya artık ona sırtını dönüyor bütün sevdiklerine ve alaka peyda ettiklerine elveda demek zamanı yakınlaşmış. Kabir ise ağzını açan bir ejderha gibi insanı yutmaya hazırlanıyor.
İdam sehpasına götürülen bir insanın iç alemindeki o dehşetli halini ancak o anı yaşayanlar bilir. Sehpaya doğru ilerlerken yol kenarına dizilmiş en güzel taamlar o mahku00fbmu ilgilendirmez. Her şeyini kaybetmeye mahkum olanlar o geçici taamlardan lezzet alabilir mi? Bazen yakınlarımızla son derece güzel bir sofrada taamların dizildiği bir anda ve tatlı sohbetlerle keyiflenip şen şakrak bir halde iken, o anda gelen acı bir haber, bütün o lezzetleri tahrip edip alt üst eder. Herkes telaşla o sofradan derhal kalkar ve artık hiç kimsenin boğazından bir lokma bile geçmez.
Malum olduğu üzere insana verilen ömür sermayesi geçicidir. Çünkü vücudumuz, başta olmak üzere baba, anne, kardeş, çocuklar, eş, akraba, dost ve arkadaşlarını ve elde ettiği bütün mal varlığını dünya cihetiyle kaybetmeye mahkum olarak yaratılmıştır. Doğarken beraberinde bu dünyaya hiçbir şey getirmeyen insan, bu dünyadan giderken de kendisine verilen bütün imkanların tümü geri alınmakta, adeta dünya cihetinde bir müflis hale gelmektedir.
Şüphesiz ki ehli akıl, hikmet ve iz'anı olanlar ve dünyanın fena ve fani yüzünü görüp, dünyanın geçici ziynetlerine kanmayarak, "Lehül mülkü" hakikatını anlamışlardır. Yani bütün mülk Allahındır. Şayet verilen imkanlar bize ait olsaydı, ona sahip olup muhafazası bizde olacaktı. Bir gün mademki dünya haydi dışarı diyecek, bütün bağlarımız kesilecek, dünyanın bu yüzüne çok iyi bakmamız gerekiyor. Onunla ne arkadaş ne de dost olabiliriz. Bizlere dünya nimetleri sadece emanet ve geçici olarak kullanmaya müsaade edilmiştir.
Şüphesiz ki her şeyini kaybetmek insanın başına çöken en büyük felakettir. Bir insan değerli bir eşyasını veya yüksek meblağda bir parasını kaybetse o günü berbat olur, belki uykusunun kaçmasına zemin hazırlar. Kabir kimileri için bir ejderha gibi ağzını açmış beklerken, ölümle insan kara toprağın bağrına girer, bütün vücudu bir kaç kemik hariç hepsi toprak olur. Madem ölüm kati ve kaçınılmazdır, öyle ise "Olacak, Olmuş Gibidir."
Bir kafir eline bir kemik parçası alarak Hz. Peygamberin (a.s.m.) huzuruna gelir. Şimdi söyle bakalım Ey Muhammed (a.s.m.) bu kurumuş ve hayatı olmayan kemiği kim diriltecek? Kur'an bütün insanlığın ortak sorusu olan bu suale şöyle cevap verir. KİM İLK ÖNCE ONA HAYAT VERİP DİRİLTMİŞ İSE, YİNE O DİRİLTECEK. Öyle ya sanatkarın ilmi, kudreti, hikmeti onu yapmış meydana getirmiş, hayat vermiş sonrada öldürmüş ise. o kudret birinci sefer yaptığı bir sanatı neden ikinci defa yapmasın veya yapamasın. Hangi engel var? Birinci sefer bütün mahlu00fbkatı yokluktan varlığa çıkardığından ilk yaratılış daha zordur. İkinci defa yaratmak daha kolaydır. Çünkü; bütün malzeme hazırdır.
Eğer hayat sadece dünyadan ibaret olsaydı o zaman insanlar Allaha şu suali sorarlardı. Madem sonuç yok, öyle ise bizi neden yarattın. Ahiret olmasaydı bu dünyanın da, hayatında hiçbir değeri olmazdı. Sonucu olmayan bir hayatın değeri olabilir mi? Ahiret inancı hem dünya hukukunu pekiştiriyor, hem de dünyanın tıpkı bir ana rahmi gibi olduğunu vurguluyor, birinci doğumu annemiz yaparken ikinci doğumu dünya yapacak. Elbette o doğumun büyüklüğü nispetin de dünyanın sancısı hayli ağır ve büyük olacak. Hayatı yaşanılır kılan tek şey imtihan olmasıdır.
Onun içindir ki ölüm yokluk değil, bir tekamül ve başka bir aleme göçmenin kapısıdır. Mümin geleceğine bakıp ölümden korkmaz, kafir ise her şeyini kaybedeceğinden bütün hayatı azaba dönüşür. Ölümün yokluk değil, daha güzel bir hayata vesile olduğunu bilen başta Peygamberler ve onların izinde giden arifler, ölüm gelmezden evvel ölümü sevmişler. Çünkü iman sayesinde dünyevi ceset ruh için bir hapishane, ölüm ise ebedi bir hayata geçişin kapısı ve başlangıcı olacaktır. Ruh ceset gibi ölmeye dağılmaya mahkum değildir. Yıpranmış elbisesini ölümle çıkarır, yeni ve bozulmayan bir elbise giymek üzere ahirete gönderilir
Dünya ile ne arkadaş ne de dost olabiliriz. Bizlere dünya nimetleri sadece emanet olarak verilmiş ve geçici olarak kullanmamıza müsaade edilmiştir.
Kabir kimileri için bir ejderha gibi ağzını açmış beklerken, ölümle insan kara toprağın bağrına girer. Mademki ölüm kaçınılmazdır, öyle ise "Olacak, Olmuş Gibidir."
Ruh ceset gibi ölmeye dağılmaya mahku00fbm değildir. Yıpranmış elbisesini ölümle çıkarır, yeni ve bozulmayan bir elbise giymek üzere ahirete gönderilir
Abdulkadir İkbal