Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, başta Doğu Akdeniz olmak üzere bölgesel ve uluslararası gelişmeler ile Türkiye'nin dış politika hamlelerine ilişkin AA'nın sorularını yanıtladı.
Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de kendi kıta sahanlığında, kendi ekonomik faaliyetlerini yürüttüğünü belirten Oktay'a yöneltilen sorular ve cevapları şu şekilde:
Türkiye orada (Doğu Akdeniz) bir araştırma yaparken başka hedefleriniz mi var, başka bir şey mi yapmak istiyorsunuz? Neden Avrupa bu kadar etkin bir şekilde tepki gösteriyor bize?
Ne yazık ki Avrupa'nın, Türkiye'nin lehine olan, Türk insanının lehine olan, bizim çıkarlarımıza olan hiçbir konuda yanımızda olmayı bırakın tepki vermediğini pek hatırlamıyoruz. Yani böyle yıllarca alıştığı için tepeden bakmacı, kendisini böyle uluslararası mahkemeler gibi görüp, kimin haklı kimin haksız olduğuna karar verebilecek bir mekanizma gibi, hakkı olmayan ve yeri olmayan bir konumda kendisini konumlandırması ve her şeye kendi açısından, kendi çıkarları açısından da yaklaştığı için sizin çıkarınıza, milletimizin çıkarına olacak her şey bir şekilde tepki vermeyle başlıyor. Avrupa Birliği kusura bakmasın uluslararası bir mahkeme değil, kimin haklı kimin haksız olacağını belirleyen bir mekanizma da değil. Biz de Avrupa Birliği'ni böyle görmüyoruz zaten. Avrupa Birliği; üyeleri olan, bölgesel bir birliktelik sağlayan, siyasi, ekonomik anlamda da birliktelik sağlayan, sağlamaya çalışan bir yapı. Son derece hantal bir yapı ve bazı üyelerinin Yunanistan gibi, açıkça da bunu ifade etmek lazım, şımarıklığına artık illallah diyen ama bir şey yapamayan bir yapı. Şimdi bugün Merkel'in basına yansıyan bir açıklaması var. "Biz üyeler olarak Yunanistan'ın...
(Yanında olmamız gerekiyor)
Yani sanki böyle yanında olmak değil de böyle dinlemek, bakmak "İyi ne yapalım zorundayız." der gibi... Ama Cumhurbaşkanımız ile birebir görüştüğü hemen hemen her zaman da Cumhurbaşkanımız bütün açıklığıyla her şeyi ifade ediyor: Hangi konuda nasıl hareket ediyoruz, niye hareket ediyoruz, gerekçeleri nedir, Türkiye'nin duruşu nedir. Bu konularda aleyhte bir şey söyleyen birebir görüşmelerde hiçbir şey görmüyorsunuz ama çıkıp da kurumsal bir boyuta girdiğinizde karşınızda duvar gibi bir AB görüyorsunuz. Şimdi dolayısıyla Doğu Akdeniz'de nelerin olduğu konusuna biz bizim çıkarlarımız açısından bakıyoruz. Doğu Akdeniz'de bizim karasularımız vardır. Doğu Akdeniz'de kıta sahanlığımız vardır ve Doğu Akdeniz'de bizim şu anda Libya ile imzaladığımız münhasır ekonomik bölge anlaşmamız vardır. İleride görüşmek isteyen ülkelerle de oturup daha da artacak işbirlikleri ve anlaşmalar da olacaktır bu çerçevede. İki şey görüyoruz. Cumhurbaşkanımız bunu net ifade etti. 100 yıl önce Türkiye'ye çizilen bir harita vardı Sevr diye. Adına anlaşma bile demek istemiyorum çünkü anlaşmada iki taraf olur. Pervasızca bir milleti yok etmeye dönük ve pervasızca böyle leş kargaları gibi bir milletin üzerine çöken bir yapının, yüz yıl önceden bahsediyorum, oradan işte 30 Ağustos'u kutlayacağız yarın. Bir milletin kendi bağımsızlığını tekrar aldığı, kendi istiklalini tekrar kazandığı hem de elinde avucunda hiçbir şey olmadan, bir imparatorluğun külleri arasından yeniden doğduğu, bir istiklal mücadelesi sonrasında o haritayı yırtıp attığı dönemi. Şimdi 100 yıl sonrasına geliyoruz, bakıyorsunuz oyuncular hemen hemen aynı. Fazlası var eksiği yok, Almanya gibi...
İngiltere, Fransa var...
Evet, şimdi baktığınızda karada yırttığımız o haritayı şimdi denizlerde bize çizmeye çalışan bir yapı ve buna alet olan bir Avrupa Birliği. Bunun için yine bir araç olarak kullandıkları, alet olarak kullandıkları bir Yunanistan ve Rum Kesimi. Anlaşılıyor ki 100 yıl öncesinde de bunlar Türk milletini yeteri kadar tanımamışlar. Elimizde hiçbir şey olmadığı dönemde, bir atacak kurşunumuz olmadığı dönemde... Kadınımızla erkeğimizle gencimizle yaşlımızla çocuğumuzla bir tas çorbayı paylaşarak, bir ekmeği belki 50 kişi paylaşarak oradan yeniden küllerden doğduğumuz bir yerden... Çünkü bizim milletimizin bir özelliği var. Bizim milletimiz istiklal dediği zaman, bağımsızlığı dediği zaman, söz konusu bağımsızlık olduğu zaman, istiklali olduğu zaman, özgürlüğü olduğu zaman hiçbir şey dinlemez. Bedel ödemekmiş, şuymuş, buymuş umurunda bile olmaz. 15 Temmuz'da da gördük, bunu yeni gördük. Yani 100 yıl önceki ruhun hala canlı olduğunu 15 Temmuz'da da gördük. Çanakkale'deki ruhun bugün canlı olduğunu gördük. 1453'teki ruhun, 1071'deki ruhun canlı olduğunu daha dün Ahlat'ta, Malazgirt'te gördük. Dolayısıyla bugün denizlerde bize aynı haritayı çizmeye çalışıyorlar. 100 yıldır çizmeye çalışıyorlar bunu. Daha doğrusu şunu söylüyorlar, "Kardeşim ben sana zaten bu haritayı çizmiştim." İyi de senin o haritayı çizdiğin zamanlardaki Türkiye yok artık. Lideriyle milletiyle sadece kendi yağıyla kavrulan da değil artık, onun ötesinde kendi haklarıyla ilgili sözünü çekinmeden söyleyen, başkasının hakkında gözü olmayan ama kendi haklarını da hiçbir şekilde yedirmeyecek olan, yedirmeyen bir Türkiye. Türkiye olarak biz bunu söylüyoruz aslında bugün. Doğu Akdeniz'de biz kendi kıta sahanlığımızda normal kendi ekonomik faaliyetlerimizi yürütebiliriz. Kendi ekonomik faaliyetimizi yürütüyoruz. Bir İngiltere, bir Fransa, bir İtalya, bir Amerika, bir Rusya, bir Çin, bir başka ülke, kendi kıta sahanlığında kendi faaliyetlerini yürüttüğü zaman hiçbir ses çıkmıyor da Türkiye kendi kıta sahanlığında Doğu Akdeniz'de kendi gemisiyle kendi kaynaklarını araştırdığında niye kıyamet kopar, anlaşılır gibi değil. Harita ile alakalı da ondan. Harita ne diyor biliyor musunuz? "Adımınızı dahi denize atmayacaksınız." diyor. AB açıklama yapıyor, "Biz bu haritayı tanımıyoruz." diyor. "Yunanistan böyle bir harita yapmış, adına da Sevilla demiş, çalıştırmış falan, onun şımarıklığı zaten yapar. Biz de bıktık zaten, usandık." diyor ama açıkça bunu çıkıp da söyleyemiyor.
Kapalı kapılar ardında...
Kapalı kapılar ardında artık onlar da illallah demiş durumda. Onlar da yaka silkmiş durumda ama sonuçta kendi çıkarına da bir şekilde kullandı ama sonuçta bedelini Yunanlı, Yunanistan şey değil aslında, vatandaşın ödeyeceği bir sonuca doğru gidiyorlar farkında değiller. Yunan vatandaşlarının bunun hesabını kendi hükümetlerinden sormaları gerekiyor. Yani yeni bir maceraya gitmemeleriyle alakalı. Çünkü Türkiye, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Devleti ve milleti bedel ödemekten hiçbir zaman kaçmaz, şimdi de kaçmaz. Sevilla haritası zaten hepinizin gördüğü şeyler bunlar. Buraya baktığınızda şuradaki hani kurt olsa kuzuya yapmaz böyle bir paylaşım. Şimdi koca Akdeniz'e sığmayacaksınız geleceksin benim şurası Kaş, Meis adasını konuşuyoruz son günlerde sürekli gündemde değil mi? Sen diyorsun ki "Ticaretin de dahil, sen Akdeniz'de en uzun kıyıları olan ülke olabilirsin, ticaretin de dahil, gemi ticaretin de dahil, ticaretten bahsediyorum, yapamazsın. Benden izin almak zorundasın. Yani burayı sana denizden ziyade bir göle dönüştürürüm ben." Var mı böyle bir dünya. Kaş dediğimiz yer neresi? Bütün milletimiz çok iyi biliyor. 2 kilometre, anakaramızdan 2 kilometre ötesinden konuşuyoruz. Ege farklı mı? Hemen Çeşme'nin karşısındaki koyun adalarını düşünün, Sakız Adası'nı düşünün 1 kilometre. Atina nere, Sakız Adası, hemen İzmir'in, Çeşme'nin karşısını konuşuyoruz 1 kilometre nere, hemen Kaş'ın karşısındaki 2 kilometre nere? Benim Kaş'taki vatandaşım bunu görmüyor mu? Çeşme'deki vatandaşım bunu görmüyor mu? Her sabah kalktığında içi kan ağlıyor. Peki Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve milleti bunu kabul edecek mi? Avrupa Birliği şöyle diyor, dünya böyle diyor... Mümkün mü? Biz bu haritayı da bu haritayı aklından geçirenleri de kusura bakmasınlar yırtıp atarız, gerektiğinde ezer geçeriz.
.... 100 yıl sonra .....
Tabii. Doğu Akdeniz'de bize söylenen şu, hem "bu haritayı tanımıyoruz" diyen ama aynı zamanda da... Oruç Reis olayı, güncel konulardan gidebiliriz. Ne yapıyoruz Oruç Reis ile kendi kıta sahanlığımızda kendi ekonomik faaliyetimizi yürütüyoruz. Aynen Karadeniz'de olduğu gibi. 320 milyar metreküp çıkınca ne yapacağız bunu? Vatandaşımıza refah olarak yansıyacak. Sanayicimize bu refah olarak yansıyacak, milletimize, ülkemize bir zenginlik olarak yansıyacak. Bu barışa bir katkıdır aslında. Bir ülkenin zenginleşiyor olması ilk etapta en yakınındaki komşularından başlamak üzere oranın da zenginleşmesi anlamına gelir. Yoksullaşması anlamına gelmez. Barışın artacağı anlamına gelir, daha büyük projelerin hayata geçirileceği anlamına gelir. Türkiye olarak biz buna böyle bakarız. Şimdi ne yapıyoruz Oruç Reis, bakın burada bizim kıta sahanlığımız içerisinde, kıta sahanlığı dediğimiz şey de uluslararası hukukta da zaten tanınan bir şey, karasularınızdan 0'la 200 kilometreye kadar bir alandaki şeyden bahsediyorsunuz. Bu bölge, bakın şu bölgede demişiz ki "Biz Oruç Reis ile şu bölgede arama yapacağız." Bununla ilgili Navtex'imizi de yayınlamışız. Yani bir bildirim yapmışız denizlerdeki bütün araçlara da. Şimdi vatandaş geliyor "Hemen bunun dibinde tatbikat yapacağım." diyor. Şimdi biz buna göz mü yumalım? Tamam, yapacaksan başka bir zaman yap. Peki bize söylenen ne? "Aslında bu Yunanistan'ı da rahatsız etmezseniz?" Ne yapalım? "Sizin hiç sorgulanmayan alanlarınızda yapsanız bunu." Hani sen bu haritayı tanımıyordun? Senin bilinçaltında neyin var? Bana neyi söylemeye çalışıyorsun? Hiç kusura bakma bu haritayı yırtıp atmak demek Oruç Reis'in burada bu faaliyetleri yerine getirmesidir. Bu faaliyetleri de yerine getirmeye devam edecektir. Yani sismik araştırmasını yapacaktır. Doğal gaz mıdır, petrol müdür veya başka bir şey midir, arayacaktır. Bulur, bulmaz o ayrı bir şey ama bu Türkiye'nin bağımsızlık mücadelesidir, istiklal mücadelesidir. Nerede? Denizlerinde, kıyılarında, kendi kıta sahanlığı içerisinde. Hiç kimse buna bir şey diyemez. Dolayısıyla biz de hemen sonraki dönemde zaten hem Navtex'imizi uzattık 28'ine kadardı biliyorsunuz Ağustos'un, şimdi 1 Eylül'e uzattık. Bu çalışmalar zaten devam edecek, tüm alanlarda devam edecek. Hemen Girit'in güneyinde güneydoğusunda da biz yine yeni bir tatbikat yapacağız. Onu ilan ettik. Devam edecek, bunlar da devam edecek. Yine Doğu Akdeniz dediğinizde hemen Kıbrıs'ı görüyoruz. Biz 1960'da bir anlaşma yapmışız. İki toplumlu bir anlaşma yapmışız. İki toplumun da eşit haklara sahip olduğu bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurmuşuz. Ondan sonra resmen soykırım yapan, Türk milletini yok eden ve bütün her şeyiyle buna hakim olmak isteyen bir yapıyla karşı karşıyasın, Rumlarla ve bunu yine destekleyen Avrupa'nın şımarık çocuğu Yunanistan'la karşı karşıyasın. Türk milleti buna müsaade mi edecekti? Etmedi işte 74 Barış Harekatı'yla ve sonrasında kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'yle birlikte. Şimdi Güney Kıbrıs'ın oradaki Rum Yönetimi'nin çıkıp "Buralar tamamı benim alanımdır. Dolayısıyla dönerim Mısır'la diğer tarafta İsrail'le diğer ülkelerle münhasır ekonomik bölge anlaşmaları mı yaparım. Ben burada da zaten çok zengin rezervler keşfettim. Bu rezervlerle ilgili de gerekirse de bunların hepsini de çıkarırım ve Türk toplumuyla da adada yaşayan Kıbrıs Türkü ile de bunu paylaşmam. Yok hükmündedir kabul ederim -uygulamayı itibarıyla bunu söylüyorum- ben yoluma devam ederim." Türkiye olarak ve Kuzey Kıbrıs'taki Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vatandaşı olarak, Kıbrıs Türkü olarak bunu kabul mü edeceğiz? Var mı böyle bir dünya? Göz göre göre Girit'te Müslümanlara yaptıkları soykırımı Kıbrıs'ta yapmalarına müsaade mi edecektik? Zaten 74'te etmedik. Bugün yine etmeyiz. Bugün de aynı şeyi ekonomik anlamda etmeyiz diyoruz. Ne yaptık orada da? Dedik ki "Biz Kuzey Kıbrıs'ı tanıyoruz bir devlet olarak. Dolayısıyla Kuzey Kıbrıs'ın kendi karasuları vardır. Bu karasuları içerisinde de yine Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı'yla da orada alanlar, sahalar belirledik, yetki verildi ve biz buralarda araştırma yaparız. Avrupa Birliği başta olmak üzere yine malum ülkeler başta olmak üzere ayağa kalktılar, "Ne oluyor?" Size ne oluyor? Sen gelip Kıbrıs Türkü'nün 60 antlaşmasına göre bütün haklarının eşit olduğunu söylediğin ve garantör ülkelerin de olduğu bir yapıda yok sayacaksın ve bugün oraya gidip hem sismik araştırmanı hem sondajını yapacaksın, rezervlerini tespit edip almaya çalışacaksın ondan sonra Kıbrıs Türkü bu araştırmayı yaptığı zaman, sondajı yaptığı zaman, Türkiye bu sondajı yaptığı zaman aynı yetkililer olarak hayır diyeceksin, böyle iki yüzlülük olmaz. Biz şunu söylüyoruz, ne pahasına olursa olsun Türkiye haklarını koruyacaktır. Kıbrıs'ta ve kara suları çerçevesindeki yine Kıbrıs Türkü'nün haklarını koyacaktır. Aynı şekilde Doğu Akdeniz'in her bir metrekaresinde, o suyun her bir metreküpünde haklarını koruyacaktır.
Meis Adası gündeme geldi. Meis Adası nedir Doğu Akdeniz'i konuşuyoruz. Tüm adalarda aynı şımarıklık ve aynı hakkaniyetsizlik olduğu için bunu dile getiriyorum. 12 adaları konuşuyoruz, Sakız başta olmak üzere Midilli, Rodos yine Ege tarafında gerek Lozan'da gerek sonraki 1947 Paris Anlaşması'yla 12 adalar boyutunda önce Türkiye'den alınan İtalyanlara verilen sonrasını İtalyanlar'ın Yunanistan'a verdim dediği... Kimin malını kime veriyorsunuz? Ve kendi aralarındaki anlaşmalara rağmen, "silahlandırılamaz" dedikleri adaların, Türkiye'nin dibinde, horozun öttüğünü duyuyorsunuz, adım adım adım 100 yıl boyunca silahlandıracaksınız, Türkiye buna "Olur, buyrun yapabilirsiniz" mi diyecek? Türkiye bugün ayağa kalkmış durumda. Milletiyle, devletiyle birlikte lideriyle birlikte buna "Dur" diyor. "Eğer durmazsan da bunun bedeli varsa öderiz, ödetiriz." diyor.
Meis Adası'nı söyleyeyim size, Mısır'la ilgili bazı şeyler var burada. Biraz önceki kıta sahanlığı diye ifade ettiğimiz şey, Türkiye'nin kıta sahanlığı budur Doğu Akdeniz dediğimiz şeyde bunu konuşuyoruz. Bakın şuradan Sevilla haritası neredeydi, biz ne diyoruz? Sevilla haritasını gösterdik biraz önce "Bize bunun dışına çıkamazsınız." diyen bir dünya ve bunun için de Yunanistan'ı kullanan da şımartan bir yapı. Biz de diyoruz ki biz bunu yırtar atarız. Böyle bir şey yok hükmündedir ve yoktur da zaten. Bizim için var olan budur. Bizim yaptığımız şey de Kıbrıs dahil kara sularını tanımaktır. Adaların hele hele burada Kaşlı bunu çok iyi biliyor her sabah kalktığında Meis Adası'ndaki horozun sesi ile uyanıyor çünkü. Meis Adası'ndaki de geliyor zaten yumurtasını, peynirini, yoğurdunu Kaş'tan alıyor, ticaretini oradan yapacak zaten. Bir ve birlikte olan, dostluk içerisinde yaşayan yapıdan bahsediyorsunuz ama şuraya bakın Yunanistan, Atina en yakın bölgesine 570 kilometre uzaklıkta. Geçen bir tekne, gemi, kendisi anlatıyor, "Buradan çıktım, bir şey getiriyorum, Çeşme'ye kadar geldim, 9 saat mi 10 saat mi geldim. Sürekli hala Yunan şeyleri vardı." 1 kilometreye kadar hatta onun da neredeyse ilerisinde biz söz sahibiz diye hala taciz eden bir yapı. Türkiye'de neresi burası? Burnunun dibi. Biraz önceki söylediğim kurt olsa kuzulara yapmaz bu paylaşımı dediğim şey bu. 100 yıl önceki leş kargaları gibi üzerimize çöktükleri dediğimiz yapı bu. Söktük, attık buradan kusura bakmasınlar. Buna dayanamayız. Peki burada da barış içerisinde yaşamak isteyen ve kendi haklarını savunan bir Türkiye, "Hadi bakalım bu yetmez?" "Ne istiyorsun kardeşim?" Bu ne kadar biliyor musunuz, bunun ne kadar olduğunu size göstereyim bir başka haritadan. Şu nokta 10 kilometrekarelik bir ada parçası, adacık. Peki ne istiyor Yunanistan? "Bunun 4 bin kat daha büyüklüğünde benim bir kıta sahanlığım var." diyor. Allah'tan kork. Burnumun dibine girmişsin. Göz göre göre, yani her sabah, her gece 7/24 benim vicdanımı sızlata sızlata buradasın. Sonrasında da diyorsun ki "Ya bunun şu kadarlık 40 bin kilometrekarelik bir alanda benim kıta sahanlığım var. Burada 1 ton ada var, şu adacıkları görüyorsunuz. Bunun hepsinde benzer şeyleri söylüyor. Bunun anlamı nedir biliyor musunuz? Sadece Doğu Akdeniz'i değil, buradaki Akdeniz'den bahsetmiyoruz, Ege adalarını da Türkiye için Yunan gölüne dönüştürmek isteyen bir zihniyetten bahsediyoruz.
"Elimizden kaza çıkmaz, gerekeni yaparız"
"12 mile çıkardık, çıkarmadık" olayı var ya. Bizim de "Hadi çıkarın nasıl çıkarıyorsunuz? 12 mile çıkardığınızda .... Meclis'imizin çıkardığı bir yetki var, savaş sebebidir. Bugün de arkasında durduğumuz ve bugün de o yetkinin hala geçerli olduğu bir yapıdır. 12 mile çıkması ne demek? Açık denizler var, yani karasularının dışında kalan, şu anda 6 mil karasuları Yunanistan için. Türkiye tarafında 3 mil ama genelde deniz hukukuna baktığınız zaman dikey ortay diye bir şey vardır. Bunun doğusunda kalan batısında kalan adalar şeklinde. Öyle bir yapı var ki "Hayır bu bana yetmez." Ne olacak peki sana yetmeyecek? "Bunu şuradan bir yerden çizmemiz lazım." Lozan'da da bunu çizmişler zaten, 3 mil. Şimdi "Onunla da yetinmem." diyor. Ne yapacaksın? "12 mile çıkaracağım." Çıkardığın zaman ne olacak? Şuradan aşağısına Türkiye inemeyecek. Ege'den aşağıya senin gemilerin, turistsen teknelerin, balıkçıysan balıkçı teknelerin, ticaret yapıyorsan buradan Karadeniz'den geçen, Marmara'dan geçen gemilerin açık denizlere inemeyecek demek. Bunu kabul etmemizi mi bekliyorsunuz? Bu savaş sebebi olmayacak da ne olacak? Cumhurbaşkanımız da bunu söylüyor zaten. Elimizden kaza çıkmaz. "Kazara falan" diyorlar ya gerekeni yaparız. Burada Türk milleti olarak biz gerekeni yapmayacaksak nerede yapacağız? Burada biz gerekeni yapmayacaksak hakkımızı aramayacaksak nerede arayacağız? Türkiye'nin tezi şudur, "Burnumun dibindesin zaten, ülkelerin kıta sahanlığı vardır ama şu adacıkların kara suları olabilir, hakkaniyetli davranıyoruz yine, kıta sahanlığı olamaz. Münhasır ekonomik bölgesi olamaz. Bunu kabul edemeyiz.
O daha çok ada devletleri için geçerli uluslararası sözleşmelerde.
Tabii. Rodos yanı başımda, şurayı kapatıyor o zaman ve yukarıda çıkıyorsunuz kalıyorsunuz. Türk milleti bunu kabul eder mi? Ben buradan milletimize sorayım. Peki Recep Tayyip Erdoğan bunu çıkıp da bütün dünyaya haykırdığı zaman, Recep Tayyip Erdoğan aslında milletin, kendi milletinin sesi oluyor, sessizlerin sesi oluyor, kimsesizin kimsesiyim derken aslında burada isyan ettiğinde bir haksızlığa isyan ediyor. Bunun üzerinden dünyadaki bütün haksızlıklara isyan ediyor. Bunun bedelini öderiz ama ödetiriz önce. AB buna karşı çıkacakmış da yok Kıbrıs ile ilgili yok bilmem ne ile ilgili. 60 Anlaşması diyoruz, Fransa geliyor Fransa buraya uçak koyuyor. Neyin uçağını getiriyorsun kardeşim, hangi savaş gemilerini getirmeye çalışıyorsun? Sen kimsin? Ey Fransa sen kimsin? Ey Macron, sen kimsin? Türk milletini ve Türkiye'yi tanımamışsın. Sen garantör ülke değilsin. Garantör ülkeler belli. Türkiye'dir, Yunanistan'dır, İngiltere'dir. AB tarafsız değil ki. Bugün Merkel'in açıklaması da öyle. Nasıl oturup da biz şimdi bunları konuşacağız? Türkiye net tavır koymak durumunda. Biz de onu yapıyoruz. Cumhurbaşkanımızın yaptığı da söylediği de budur.
Merkel'in o açıklamasından sonra Türkiye Avrupa'dan ne istiyor, ne tür bir çağrınız var, ne diyorsunuz Avrupa'ya?
Bizim Avrupa'ya söylediğimiz şu, Doğu Akdeniz de dahil olmak üzere Egeler de dahil olmak üzere Türkiye haklarından kesinlikle vazgeçmez ve geçmeyecektir. Bedeli ne olursa olsun şımarık bir üyenizin ne pahasına olursa olsun arkasında duracağım diye tüm Avrupa Birliği üyelerine ve kendinize bedel öğretmekten ziyade önce üyeniz olan Yunanistan'a ve çok farklı oyunlarla içeri aldığınız üye diye Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'ni bir oturtun ve hakkaniyet ölçüsünde şu adalara bakın ve Türkiye'ye bakın, Türkiye'nin haklarına ve tezlerine kulak kabartın, rıza gösterin. Yoksa bu, gelecek açısından çok ciddi riskler oluşturur. Bu risklerin bedeli ne olursa olsun Türkiye bunu öder ve ödetir. Bunu söylerken de sürekli bedel öder veya ödetir derken de yani şeyi de kastetmiyoruz burada. Böyle önüne geleni tehdit eden falan bir ülke boyutunda değiliz. Biz kendi haklarımıza tecavüz etmeye çalışan birisine karşı bu duruşu sergiliyoruz. Yani gidip de başka birisinin yani Avrupa Birliği'nin üyelerinin sahalarında ve Avrupa Birliği'nin sahasında veya başka bir ülkenin sahasında hak iddia eden konumda değiliz. Kendi hakkımızın çiğnenmesine müsaade etmeyeceğimizi haykırıyoruz. Bunu da diplomatik anlamda her platformda, Cumhurbaşkanımız liderler seviyesinde, Dışişleri Bakanlığımız yine Milli Savunma Bakanlığımız, ilgili tüm bakanlıklarımız, kuruluşlarımız hepimiz her türlü görüşmelerimizde bunu dile getirmemize rağmen artık... Bu iletişimin en son noktası belki.
Hakkaniyet bekliyorsunuz...
Hakkaniyet bekliyoruz. Bu hakkaniyet çerçevesinde de Türkiye'nin geri adım atmasını kimse beklemesin. Buna saygı duyulsun diyoruz.
Birkaç kelime de Libya'ya geçelim isterseniz. Libya'da durum nedir?
Libya'da durum zaten yine bütün dünya kamuoyunun gündeminde devam eden bir olay. Orada da önce yine BM tarafından tanınan bir yapı, hükümet olarak devlet olarak Saraç hükümeti. Diğer tarafta da yine darbeci bir zihniyet, teröristvari bir yaklaşımla Birleşik Milletler tarafından tanınan yapıyı yok etmeye çalışan ve Trablus'a kadar gelen bir parçalanma bölünme yolunda bir iç savaş ortamında. Dolayısıyla Birleşmiş Milletler tarafından tanınan legal hükümetin de buna karşı Türkiye'den yardım ve destek talebinde bulunması. Bu süreçte son 10 yıldır belki daha fazla süredir devam eden Türkiye Libya görüşmeleri, sadece Saraç hükümeti ile değil öncesinde Kaddafi döneminden beri devam eden münhasır ekonomik bölge anlaşması çerçevesinde devam eden ilişkilerimiz birçok alanda devam eden ilişkilerimiz, ekonomik ilişkilerimiz, siyasi ilişkilerimiz ve sonuçta gelinen bir anlaşma boyutu. Hem münhasır ekonomik bölge anlaşması diye ifade edebileceğimiz herkesin anladığı dilde ifade ediyorum vatandaşın, kamuoyunun, bu anlaşmanın imzalanması ama sonrasında da yine legal hükümetin talebi doğrultusunda da her türlü desteği vereceğimizi ifade ettiğimiz ve Meclis'ten de yetki aldığımız, legal olarak Libya'da bulunduğumuz hem süreç olarak hem durum itibarıyla bir ortamdayız.
İşler yolunda gidiyor mu? Ne durumdayız Libya'da?
Biz eğitim faaliyetleri çerçevesinde oradayız ve hükümete de yine destek vermeyle alakalı oradayız. Türkiye resmin içerisine girdikten sonra darbeci zihniyetin ve terörist yapıların geri adım attığı bir dönemi yaşadık hatırlıyorsunuz, Sirte ve Cufra'ya kadar çekildikleri daha doğrusu itildikleri bir yapı. Bugün geldiğimiz nokta itibarıyla da yine darbeci Hafter taraftarlarını ve yine bakıyorsunuz Fransa'yı görüyoruz orada karşımızda. Nereye gitseniz ayağınıza dolaşan bir Macron var. Kendisini ispat etmeye çalışan ve onun için de kendi ülkesine gene bedel ödeten bir şahsiyetten bahsediyorsunuz. Biz orada da bu tezlerimizi anlatmaya çalıştık, çalışıyoruz. Berlin süreci vardı hatırlayın, Rusya ile yürütülen Türkiye'nin süreçleri vardı. Her iki taraf arasında bir anlaşma sağlanabilir mi noktasında yine Rusya'da yapılan görüşmeleri hatırlayın. Saraç tarafını Türkiye'nin ikna edeceği ve diğer tarafı da Hafter tarafını da Rusya'nın ikna edeceği, Türkiye tarafında Saraç'ın "Tamam" dediği, diğerlerinin masadan kaçtığı bir yapı ve sonrasında da saldırdığı, saldırmaya devam ettiği... Berlin sürecinde 5 artı 5 bir yapının kurulduğu, yine işbirliği ortamının sağlanmasıyla alakalı kalıcı ateşkese dönük ve tekrar Libya'nın bütünlüğüne dönük, Türkiye'nin tezi bu zaten, Libya'nın parçalanmaz bütünlüğü, orada yine bu darbeci zihniyet Hafter'in masadan kaçması veya kaçırılması, Türkiye'nin kararlı duruşu, Sirte ve Cufra'ya kadar gelen yapı. Bugün itibarıyla da geldiğimiz noktada yine bazı ateşkes görüşmeleri ve ilan edilen ateşkes yapısını görüyoruz. Özellikle Saraç hükümeti ve diğer tarafta da bu defa Hafter değil de yine Meclis diye ifade edilen ama Meclis'in çok azını temsil eden, yani 20-30 kişi neredeyse kalan diğer tarafların çoğu Trablus'ta zaten, BM nezdinde yapılan görüşmeler sonucundaki bir şeyden bahsediyoruz. Bir ateşkes konumundan, durumundan yine Hafter'in buradan kaçtığı, burada belirli bir çerçeve var. Türkiye olarak biz hala Libya'nın bölünmez bütünlüğü çerçevesinde yaklaşıyoruz ve Saraç hükümetini, Birleşmiş Milletler'in legal hükümet olarak tanıma taraftarıyız ve tehditlerle çözümün olmayacağı ile alakalı yine Türkiye açısından baktığımızda da imzaladığımız bir anlaşma var. Bu anlaşmaların da halel görmeyeceği bir çözüm noktasında gerek Dışişlerimiz, gerek Cumhurbaşkanımızın liderliğinde her türlü çalışmalar, faaliyetler devam ediyor. Ümit ederiz bir an önce çözüme ulaşılır ama bakıp göreceğiz, yani çok yakınen takip ettiğimiz, neredeyse günübirlik saat saat takip ettiğimiz bir yapı. Zaten yine dün de Cumhurbaşkanımızın da başkanlık Konseyi Başkanı ile yaptığı bir başka görüşme de vardı. Çok yakın takip ediyoruz.
Bir başka konu Lübnan, malumunuz Lübnan'da Beyrut Limanı'nda 4 Ağustos'ta büyük bir patlama oldu. Tabii Lübnan'da birçok dengeyi de sarstı. Türkiye hemen Lübnan'ın yaralarını sarmak için koşan ülkelerden biriydi. Hatta siz gittiniz, Dışişleri Bakanı ile birlikte. Ne yapıyoruz biz Lübnan'da şu an? Lübnan'ın yeniden ayağa kalkması, Beyrut'un toparlanması için Türkiye nasıl bir faaliyet yürütüyor?
Patlama olduğu ilk anda hemen oradaydık aslında. Cumhurbaşkanımızın talimatıyla ilgili tüm kurumlarımız harekete geçti zaten. Oraya vardığımızda bizim yardım kuruluşlarımız tamamen oradaydı. Arama-kurtarma ekiplerimiz, AFAD'ımız, Kızılay'ımız oradaydı. TİKA'mız oradaydı, ilgili tüm sivil toplum örgütlerimiz oradaydı aslında ilk andan itibaren. Hem de Beyrut Limanı'nda patlamanın olduğu merkezdeydi. Patlamanın olduğu deponun bulunduğu yerde arama kurtarma faaliyetlerini, enkaz kaldırma faaliyetlerini yürüten ekibiz. Akabinde biz hareket ettik. İlk etapta insani yardımlar çerçevesinde biliyorsunuz hemen Beyrut Limanı bulunduğu bölgede silolar var. Burada da Beyrut'un ihtiyacı olan buğdayın tutulduğu depolar ve oraya da çok ciddi şekilde zarar veren yani hem insani anlamda muhtemel bir drama sebebiyet verebilecek ama binaların bize ifade edilen, Lübnan Dışişleri Bakanı bana bizzat söyledi, "Dün bir yerdeydim 125 kilometre mesafede oradaki camların da yıkıldığını gördüm." dediği şiddette 2 bin 750 tonluk bir amonyum nitratın patlaması. İhmalden veya başka bir sebeple onun raporu açıklanacak. Çalışmalar yürütüldüğünü hem Cumhurbaşkanı da Başbakan da Meclis Başkanı da ifade ettiler. Dışişleri Bakanımızla hemen ertesi gün oradaydık zaten. Yine Meclis Dostluk Grubu başkanımız da heyetimizdeydi. Cumhurbaşkanıyla, yine Başbakan ve Meclis Başkanı ile ayrı ayrı görüştük. Önerilerimizi net bir şekilde ifade ettik. Her yerde olduğu gibi dedik ki "Bir insanı yardım olarak zaten buradayız." TİKA'mız, Kızılay'ımız dahil hemen un yardımıyla başladık. Arama kurtarma yardımlarıyla enkaz kaldırma yardımlarıyla gıda yardımlarıyla başladık. Sonrasında çok yoğun cam kırılımı vardı ve en büyük ihtiyacın o olduğunu gördük. Cam başta olmak üzere Beyrut'un yeniden ayağa kaldırılmasıyla alakalı inşaat malzemeleri yardımı yapacağımızı ifade ettik. O alanda iş birliği yapacağımızı... Beyrut Limanı Lübnan'ın ekonomik aktivitelerini, yani ekonomik faaliyetlerini, ekonomik yükünü kaldıran ana lokasyon. Limanı kaldırdığınızda Beyrut'u ekonomik olarak çökertmiş oluyorsunuz. Bel kemiği kırılmış gibi. Dolayısıyla Mersin Limanı ve akabinde İskenderun Limanı'nı da Beyrut Limanı tekrar ayağa kaldırılana kadar Mersin ve İskenderun limanlarını hem yükleme-boşaltma anlamında hem depolama anlamında kullanabileceklerini, depolardaki bu resmi faaliyetleri kendileri yürütebileceğini, oradan ana depolarda tutulup Lübnan'ın ihtiyacı oldukça da daha küçük ölçekli gemilerle taşınabileceğini ve bizim de burada katkı vereceğimizi ifade ettik.
Başladı mı yoksa bir öneri olarak mı söylendi?
Değerlendiriyorlar. Biz bunları öneri olarak sunduk. Sonrasında yine Beyrut'un ayağa kaldırılması ile alakalı ve Beyrut Limanı'nın ayağa kaldırılması ile alakalı çok ciddi bizim müteahhitlik, biliyorsunuz inşaat tecrübemiz var. Bu alanda firmalarımız dünya çapında bir marka, tecrübe sahibi. Burada katkı verebileceğimizi, insani yardımlara da devam edeceğimizi söyledik. Hem Cumhurbaşkanı seviyesinde hem Başbakan ve Meclis Başkanı seviyesinde çok yakın, hem önerilerimiz çok yakın bulundu, özellikle Başbakan ve Meclis Başkanıyla görüşmelerimiz tabii çok daha sıcak bir ortamda gelişti. Orada ilginç de bir yapı var, hükümet sistemi olarak. Bir Taif anlaşmasıyla üçlü bir yapı oluşturulmuş. Cumhurbaşkanı Hristiyan olmak zorunda, Başbakan Müslüman Sünni ve Meclis Başkanı Müslüman Şii olmak zorunda. Sistemin kendi içerisinde de yetki kargaşası anlamında yoğun şikayetlerin bulunduğunu gördük tabii. Ama Türkiye'ye karşı çok çok samimi olarak her üç seviyede de Dışişleri Bakanı da yine Hristiyan olan bir arkadaşımız. Bana ifade ettiği doğrudan sözleri söylüyorum, Cumhurbaşkanının önceden danışmanı, yakın ekibinden olan bir isim, Türkiye'yi nasıl gönülden sevdiklerini, Türk insanını nasıl gönülden, bu birlikteliği yakınlığı hissettiklerini, aynı şekilde Başbakana geldiğimizde aynı yakınlığı hissettiğimizi, diğer tarafta baktığımızda da yine Meclis Başkanı aynı yakınlığı hissettiğimizi... Meclis Başkanı da başka bir şey de ifade etti orada bize. Bizim bir Sayda hastanemiz var. Meclis Başkanı da aslında sorumlu olduğu bölge olduğunu ifade etti. Cumhurbaşkanımızın talimatıyla Lübnan'ı ziyaretinden sonra ihtiyaç olan bir yer. Orada hemen talimat veriyor Sayın Cumhurbaşkanımız TİKA aracılığıyla bir hastane kuruyoruz orada. En ileri teknolojiyle kurulan bir hastane. Muhteşem bir bina içerisinde muhteşem ekipmanlar, ileri teknoloji hepsi de. Yanık ve travmatoloji hastanesi. Yani patlama olduğundaki en çok ihtiyaç olan bir yapı. Sadece kendi içlerindeki bu parçalı yapıdan dolayı birinin evet dediğine diğerinin hayır demesi gerek siyasi anlamda ve alttaki hantal bürokratik yapı da, kendi ifadeleriyle bunu söylüyorum, hastanenin bir türlü işletmeye alınamamış olması bizi de üzüyordu, acıtıyordu bunu gündeme getirdik. Orada da sağ olsunlar çok yakın bir karşılık verdiler, "Çok da ihtiyacımız var, hemen yapabilir misiniz? Dünya Bankası'yla da bunu görüşüyoruz ama çok sıkıntı çekiyoruz. Burada bize destek verebilirseniz hemen açalım." diye. Baktık ki 2011'de tamamlanan hastanedeki ekipmanlar son teknoloji, açılmamış bile paketinden. Şimdi hemen döndük her türlü desteği vereceğimizi ifade ettik. Cumhurbaşkanımıza konuyu arz ettik, hemen yine Sağlık Politikaları Kurulu Başkanımız, Cumhurbaşkanımızın talimatıyla tekrar gittiler ilgili kurumlarımızla büyükelçimizle de orada tekrar yeniden görüşmeler yapıldı ve şu anda da açılma sürecine girdik ve o hastane yıllar sonra bu vesileyle de olsa açılmış olacak.
Bizim orada gördüğümüz şu oldu, gerek Hristiyan gerek Sünni, gerek Şii, ifade ettiğimiz de bu oldu. Biz Türkiye'de baktığımızda bir vatandaşımızı görürüz, bizim için herkes değerlidir, insan olarak değerlidir. Hangi etnik yapıdan geldiği, hangi inanç yapısından geldiği, hangi kültürel kodlardan geldiği, bunu biz düşünmeyiz. Giresun'da bir sel felaketi yaşadık. Dün Malatya'da yaşadık, Bingöl'de yaşadık deprem felaketlerini düşünün, Elazığ'da yaşadık, birçok yerde yaşıyoruz. Şimdi hiçbirimizin uzaktan yakından hangi hizmet olursa olsun, vardığımızda hangi siyasi düşüncede, hangi etnik yapıdan, hangi bilmem neden hiçbir şey aklımıza gelir mi? Asla. Biz yaradılanı severiz Yaradandan ötürü. Farklılıklarımız zenginliklerimizdir. Dışarıya gittiğimizde de aynı şeyi yaptık. Suriye'de de aynı şeyi yapıyoruz, Irak'ta da aynı şeyi yaptık. Libya'ya gittiğimizde de Somali'ye gittiğimizde de aynı şeyi yaptık. "Kim nedir, ne değildir?" diye sormadık. Sırbistan'a gittiğimizde de aynı şeyi yaptık, Bosna'ya gittiğimizde de aynı şeyi yaptık. Kim Hırvat'tır, kim Boşnak'tır? Böyle bir şey sormadık, sormayız da. İnsanı insan olduğu için sever ve sonuna kadar ölümüne hizmet veririz. Şimdi Lübnan'da biz bunu anlatmaya çalıştık. Türkiye olarak size baktığımızda Hristiyan, Sünni Müslüman, Şii Müslüman görmeyiz. Biz size baktığımızda Lübnanlı görürüz. İnsan olarak görürüz ve Yaradandan dolayı severiz. Herkese eşit muamele ve Türkiye herkese eşit yakınlıktadır ve sonuna kadar da sizinle birlikte oluruz. Çünkü geçmişten gelen bir birlikteliğimiz, bir akrabalığımız var gönül coğrafyamız dediğimiz o gönül coğrafyasının sınırları içerisinde olan bir yer Lübnan. Sokağa çıkıp öncesinde vatandaşlarımızla buluştuk. Sonrasında Osmanlı'nın torunları oradaymış onlarla görüştük. Nasıl bir böyle duygu seli, Türkiye'ye özlem, Türk insanına özlem. Bizim hissettiğimizi hissettiklerini karşı karşıya geldiğinizde bütün yüreğinizle hissediyorsunuz. Sokağa mahalleye indiğimizde orada görmek istiyoruz dediğimizde Lübnan ve Türk bayrakları yan yana Recep Tayyip Erdoğan. Gördünüz onları da yaşadınız. Şimdi bu başka ülkelerin veya başka liderlerin zorla oluşturmaya çalıştıkları bir görüntü değil. Bu direkt tabandan gelen, içinde herkesin olduğu bir sevgi selinin o gönül coğrafyasından gelen bir sevgi senin her iki taraf açısından da kucaklaştığınız zaman kendi kardeşinizle kucaklaşıyorsunuz, öyle hissediyorsunuz. Ben Adana'ya gittiğimde birisiyle kucaklaştığımda ne hissediyorsam, Edirne'ye, Hakkari'ye, Yozgat'a gittiğimizde bir başka yere gittiğimizde sarıldığımızda Ankara'da İstanbul'da ne hissediyorsan aynı şeyi hissediyorsun. Orada çocuk da aynı şeyi hissediyor, yetişkin de aynı şeyi hissediyor. Gönül coğrafyası dediğimiz şeyi orada gördük. Dolayısıyla bugün de şunu söylüyoruz, sonuna kadar Lübnan'ın yanındayız. Her alanda yanındayız. Yanında olurken de herhangi bir beklenti içerisinde olmadan yanında oluruz diğer yerlerde olduğu gibi. Dolayısıyla Lübnan'la ilişkilerimiz hem ekonomik anlamda hem diğer anlamlarda da devam edecek.
Şu an çalışmalar sahada devam ediyor mu?
Bütün yoğunluğuyla hala ekiplerimiz orada. TİKA, Sağlık Bakanlığımız ile birlikte yine Sağlık Politikaları Kurulu Başkanımız da ekibin şimdi başında çok yoğun olarak. Büyükelçimiz de işin başında orada. Bu hastaneyi açıyor olacağız. İnsani yardımlar devam ediyor, buğday dahil diğer yardımlarımız devam ediyor. Teklif ettiğimiz diğer alanlarla ilgili görüşmelerimiz devam ediyor.
Ne zaman açılacak....
Tarih olarak henüz belirlenmedi ama en kısa sürede, çok hızlı bir şekilde devam ediyor. Yani biliyorsunuz biz tarih verdik mi, Cumhurbaşkanımızın o konudaki hassasiyetini biliyorsunuz, yani o tarihten önce de açmamız lazım. O talimatı biliyoruz öyle bir marjda tarihle çalışıyoruz zaten. Nasıl mesela Kıbrıs'ta pandemi ile alakalı bir hastane ile ilgili "Kıbrıs Türkü'nün orada bir hastaneye ihtiyacı var, açacaksınız. Nasıl İstanbul'daki bir hastaneyi 45 günde açtık, 55 günde açtık aynı tarihte Kıbrıs'ta açacaksınız." dedi. Şimdi günübirlik takip ediyoruz.
Devam ediyor değil mi?
Tabii devam ediyor. Yani 45-60 gün arası dedik. Şimdi her akşam, Cumhurbaşkanımızın hesap soracağını bildiğim için böyle çalışıyoruz çünkü, her akşam akşama kadar neler yapıldı, dolayısıyla planlanan neydi, gerçekleşen nedir, sorun varsa hemen anında çözümü de dahil gerek kamu tarafında gerek firma boyutunda ve Sağlık Bakanlığımız aynı şekilde bütün o tecrübesiyle ekipleriyle orası da sahada. Orada da aynı şeyi yapıyoruz.
Bu çalışmaları anbean takip ediyor....
Tabii ki. Çok detay, hiç aklınıza gelmeyen bir şeyle... İstediğiniz kadar çalışın soru öyle bir yerden gelir hiç oraya bakmamıştık dersiniz. Halbuki çok detay çalışmışsınızdır. Dolayısıyla yaptığınız işe, bütün her şeyine hakim olmak durumundasınız. Cumhurbaşkanımızın yönetim ve liderlik modelinde bu var. Yani sadece karar alıp orada bırakmak değil. Onun uygulaması, sonuçları ile ilgili izleme ve takip noktasında çok onu da aynı kararlılıkla takip eder ve hesabını da sorar. Tüm ekip de bunu bilir.
Sizin anılarınız güzel o konuda.
Bazen bizim ekibi aynı kararlılıkla biz de takip ederiz tabii ama bu kararlılık zaten liderden aşağıya doğru yansıyor. Niye bu kadar bastırıyorsunuz? Çünkü bize de bastıran bir lider var. İşler böyle oluyor ama takip ettiğinizde sonuç alıyorsunuz.
Başka bir konu da Giresun'daki sel felaketi. Nasıl gidiyor oradaki çalışmalar?
Tekrar hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah'tan rahmet diliyorum ve yakınlarına da başsağlığı diliyorum. Türkiye'ye tekrar geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum. Giresun'daki sel felaketi aşırı yağış ve beraberinde oluşan heyelanlar, toprak kaymaları... Şu anda 8 vatandaşımızı kaybetmiş durumdayız biliyorsunuz. 7 vatandaşımızı da hala arıyoruz. Yaklaşık 47 vatandaşımız da yaralanmıştı. Gönül isterdi ki hiçbir vatandaşımızı kaybetmeyelim, hiçbir kayıp vatandaşımız olmasın. Böyle bir sonuç oldu. Allah rahmet eylesin de yaralılarımıza da Cenabı Hak'tan acil şifalar diliyorum. İnşallah kayıplarımızı da hala bulabilme ümidiyle de çok yoğun şekilde arama kurtarma çalışmalarına devam ediyoruz. Diğer taraftan enkaz kaldırma çalışmalarımıza da. İlk andan itibaren zaten Cumhurbaşkanımız, yine ilgili bakanlarımızı hemen sahaya yönlendirdi. İçişleri Bakanımız yine başta olmak üzere Çevre ve Şehircilik Bakanımız, yine bütün bu enkaz faaliyetleriyle ilgili ve tekrar hasarın ayağa kaldırılmasıyla ilgili. Yine ilgisi çerçevesinde Tarım Bakanımız, Devlet Su İşleri boyutu derelerin ıslahı da dahil. Orada köprüler ve yollarla alakalı yine Ulaştırma Bakanımız ve ilgili tüm bakanlarımız aslında, hangi bakanımız ilgili ise tamamı orada oldu. 5 bakanımız sürekli orada oldu ve bugün de hala orada oldular. Cumhurbaşkanımız da biraz önceki söylediğim çerçevede yine sahada kendisi de yapılan işleri fiilen görmeyi ve vatandaşımıza da kendi hemşehrilerine ve vatandaşına da yine sarılmayı yaralarını sarmayı, ne kadarının sarıldığını yerinde görmek için Giresun'u ziyaret edecek. Hasar tespit çalışmaları devam ediyor. Ağır hasarlı binalarımız, yıkık binalarımız var. Orta hasarlı, az hasarlı binalarımız var. Burada çok hızlı bir şekilde zaten Çevre Şehircilik ve TOKİ de yine devrede bu binaların hepsi ayağa kaldırılacak. Devlet yaraları bütün her şeyiyle diğer yerlerde olduğu gibi aynı kararlılıkla burada da saracak. Ben bu vesileyle şunu bir kez daha hatırlatmak istiyorum, nasıl ki depremlerde "deprem öldürmez bina öldürür" diyorsak, dolayısıyla deprem riskine göre binalarınızı sağlam yapın, binalarımızı sağlam yapalım. Zemin etüdleriyle birlikte binalarımızı sağlam yapalım. Burada da aynı şey, burada da gerek toprak kayması gerek sel, bunlara dikkat ederek zemine dikkat ederek, dere yatağına yapılanmama ile alakalı çok ciddi bir bilince ihtiyacımız var. Sadece merkezden aldığınız kararlarla, çıkardığınız yasalarla bunu uygulama şansınız yok. Hangi sistemi kurarsanız kurun, sisteminiz ne kadar harika olursa olsun, sonuçta bu sistemi çalıştıran da çalıştırmayan da insan unsuru. Burada da hangi mevzuatı çıkarırsanız çıkarın, sonuçta sahada insan unsuru yani bizim kendi çocuklarımızı, kendimizi eğer önemsemiyorsak bile, çocuklarımızı, ailelerimizi, onların canını korumak için dere yataklarına yapılaşmadan vazgeçmemiz lazım. Bunu yapmadığımız sürece, bu bilinci sağlamadığınız sürece ne yazık ki bu yağışlar zaten Karadeniz'de sürekli bu yağışları alıyoruz. Karadeniz'de de çok meşhur bir söz var "Dere hakkını alır" diye. Hakkını alacağını bile bile oraya yapılaşmanın çocukları ve aileleri, kendi ailenizi, kendi çocuklarınızı, kendi çocuklarımızı, riske atmamamız bu anlamda çok önemli diye düşünüyorum. İnşallah bunları tekrar yaşamayız ama yerel yönetimlerimize de bu anlamda çok ciddi görevler düşüyor. Cumhurbaşkanımızın da ısrarla vurguladığı konu yine bu konular, gelecekle ilgili.
Daha ileri adımlar atacak mısınız dere yatakları meselesiyle ilgili?
Mutlaka. Sürekli gündemimizde olan bir şey var. Bu kriz yöntemleriyle ilgili hatırlayın biz özellikle müdahale boyutunda çok ciddi yol kat ettik. Dünyadaki en iyilerdeniz şu anda. Bir 10-15 yıl gerisine gittiğinizde hiçbir şeyin sistemin olmadığı gibi birçok alanda, burada da çok gerilerde olan bir yapıda şu anda dünyanın en iyilerindeniz. Şimdi zaten odaklandığımız alan bu afetler olmadan önce afetlerin önlenmesi diye ifade ettiğimiz yapısal dönüşümü sağlamak. Yani depremlerde depreme dayanıklı konutlar, buralarda da dere yatakları dahil toprak kaymaları dahil buraların önlenmesine ilişkin yani buralardaki risklerin azaltılmasına ilişkin önlenmesine odaklanmış durumdayız. Yani burada da Cumhurbaşkanımızın çok net bir kararlılığı var. Zaten bunu hatırlayın seçim döneminde de yerel yönetim seçimlerinde bir manifesto şeklinde ilan etmişti. Bu manifestonun parçası zaten onu detaylarına bakarsanız o manifestoda görürsünüz, en son belediye başkanları ile yapılan toplantıda da Cumhurbaşkanımızın ısrarla ifade ettiği şey buydu. Yerelde her bir acı her bir kaybımız yüreklerimizi dağılıyor bizim. Bunu sadece maddi yardımlarla, evet yaraları sarmaya çalışıyoruz ama maddi yardımlarla bu acıları giderme şansınız yok. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Bunu önlememizin tek yolu müdahale boyutunda nasıl dünyanın en iyisi olduysak yapısal anlamda da dünyanın en iyisi olacak bizde irade var. Cumhurbaşkanımızda bu irade çok net. Bunun sahaya yansıtılmasıyla ilgili yerel yönetimler ama ısrarla da her bir insanımızın her bir ailemizin bu bilinçte olması son derece önemli. Benim oradaki vatandaşlarımızdan da istirhamım bu olacak.Ama Türkiye'ye karşı çok çok samimi olarak her üç seviyede de Dışişleri Bakanı da yine Hristiyan olan bir arkadaşımız.