ÖZLEM DOĞAN'IN KALEMİNDEN...
Yakut kadar paha biçilmez: Yakutiye Medresesi
Çifte Minareli Medrese'nin hülyalı güzelliğinden sıyrılıp sıcak bir Erzurum gününde gezimize devam ettik. Sıra Yakutiye Medresesi'ndeydi. 1310 yılında Gazan'lı Cemaleddin Hoca Yakut tarafından yaptırılan medrese Sultan Abdülaziz'in yaptırdığı kışlanın avlusu içinde kalan ve etrafındaki binaların yıkılmasıyla yeniden ortaya çıkmış. Taç kapının yan yüzlerindeki silme kemerle çevrili nisler içinde sembolik Pars ve Kartal motifleri ilk dikkat çeken detaylar arasında. Hurma yaprakları şeklindeki hayat ağacının altında iki pars üzerindeki kartal figürlerinin Orta Asya Türk inancıyla ilgili ifadeleri yansıttıkları da muteber. Köşelerde yer alan kalın gövdeli minarelerden biri çok önceden yıkılmış veya hiç yapılmamış, kaidesinin üzeri konik bir külahla kapatılmıştır. Diğerinin ise üst bölümü mevcut değil. Kırmızı tuğla ve çiniyle kaplı minaresinin eşsiz elişçiliğinin yanı sıra muazzam avlusu da medresenin öne çıkan detayları arasında. Fakat günümüzde, köşelerdeki minarelerden biri şerefeye kadar, diğeri kaideye kadar yıkılmış ve üzeri konik külahla kapatılmış durumda olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.
Ah bir de kıymet bilseku2026
Zamanın öğütücü akıcılığından bu medrese de maalesef nasibini almış. Bununla birlikte günümüze kalan eserlerin kıymetini bilsek bu bile bize yeter. Mesela cephede yer alan bitkisel, geometrik motifler ve sembolik tasvirlerde de denge ve simetriye ne kadar önem verildiğinin bir kanıtı. Kapı ve minarelerde karşımıza çıkan çini süslemeler de benzersiz bir nitelikte. Avluda karşılıklı hücre odaları bulunuyor. Bu odaların kapıları oldukça küçük. İçeri girerken epeyce eğilmek gerekiyor. Sanırım kapıların bu denli küçük yapılmasının sebebi, kibri dışarıda bırakmak ve mütevazı bir görünüşe bürünmek olsa gerek. Odalara yerleştirilmiş camekanlar içerisinde Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait silahlar, kıyafetler, kap kacaklar, madeni eşyalar ve sikkeler, tarikata özgü eşyalar; (muskalar, şifa taşı, Rufai şişleri, def gibi) el yazmaları ve devlet işlerinde kullanılan mühürler sergileniyor. Yakutiye Medresesi tarihi dokusuyla lisanından anlayana çok şey anlatıyor.
Erzurum'a veda ederken
Erzurum sokaklarında dolaşırken kaldırımda ayakları kayarak ilerlemeye çalışan boynunda mavi boncuklu kolyesiyle bir kuzu çıktı karşımıza. Sahibi ondan birkaç adım önde yürüyordu. Birden kuzuya dönerek hadi gel diye seslenip el etti. O şirin kuzucuk sanki bir köpekmişçesine sahibinin peşi sıra gitmeye devam etti. Sahibi kuzuyu adeta bir köpek gibi eğitmişti. Bu manzara aklıma ne zaman gelse hala tebessüm ederim. Erzurum gezimiz gecenin ilerleyen saatlerinde Rize otobüsüne binmemizle son buldu. Geriye; Türkiye'nin zengin tarihine açılan bir kapıdan içeri girerek başta Yakutiye ve Çifte Minareli Medrese olmak üzere kültürel ve tarihi miraslarımızı yakından görmüş olmanın huzuru ve Erzurum'un kendine has havasını solumuşluğumuz kaldı.
Yeşil ve mavinin buluşma noktası: Rize
Yeşilin her tonundan oluşan bitki örtüsünün, güzelliğini cömertçe sergilediği Rize'ye ulaştığımızda sabahın erken saatleriydi, gün henüz ağarmıştı. İstikametimiz olan eski Rumca adıyla Aron, günümüz ismiyle Sütlüce Köyü'ne doğru yola çıktık. Bizi, yanımdaki arkadaşımın akrabaları misafir edecekti. Köy yolları sağlı sollu çay bitkisiyle örtülüydü. Yemyeşil ağaçlar, çiçekler ve kuş sesler arasında tertemiz havayı ciğerlerimize çekerek köye vardık. Ev sahipleri Türk misafirperverliğinin adeta bir kanıtıydı. Sabahın erken saatinde yemyeşil Rize dağlarına nazır balkonda bize muhteşem bir köy kahvaltısı hazırladılar. Kuş cıvıltıları arasında, sisli dağlara ve birbiri arında iç içe dizilmiş çay yapraklarına baka baka kahvaltı ettik. Önce 24 saat süren Doğu Ekspresi, ardından Erzurum Rize arası süren 8 saatlik yolculuk dolayısıyla epey yorulmuştuk. İki arkadaşımla çıktığımız yolculuk durağımızda bizim için hazırlanan bembeyaz sakız gibi çarşafların serili olduğu yataklarda birkaç saatlik istirahate çekildik.
Dağ köyündeki muhteşem yemişler
Öğlen güneşi etraftaki ağaçları ve bitkileri ısıtıp rüzgar vasıtasıyla kokusunu burnumuza taşırken açtım gözümü. Bu denli temiz havaya ciğerlerimiz alışık değildi. Tatlı bir sersemlik, bir sarhoşlukla kalktım yataktan. Mutfaktan mis gibi kokular geliyordu. Karadeniz'e özgü muhlamanın tadını yiyen bilir. Güzel bir öğle yemeğinden sonra köy yoluna revan olduk. Yemyeşil yapraklı dallardan sarkan kırmızı renkli meyveli ağacı ilk defa gördüm. Yöre halkı bu yemişe 'Karamiş' diyormuş. Biraz ekşimsi tadı olan karamişten sonra tadına doyamadığım likapa yani yaban mersininden avuç avuç yedim zira müthiş bir lezzete sahipti. Gözümüzün alabildiği her yer çay, her düzlüğe ise çay yaprakları seriliydi. Rize'nin ağaçlarla çevrili köy yollarında yürürken, şehrin havasının dışında nasıl bir oksijen bolluğu olduğunu ciğerlerimize çektiğimiz havadan anlayabiliyorduk. Rize'nin şehir merkezine damgasını vuran çay satış bölgeleri ve birbirinden güzel nakışlarla işli Rize beziydi. Sahildeki çay bahçelerinde oturup bir bardak çay ya da limonata yudumlamak ise Boğaziçi'ni aklıma getirmedi değil.
Cennetten gizli bir köşe: Karagöl
Rize'nin güzelliklerinde çıktığımız yolculukta sıra Artvin'deydi. Gizli kalmış güzelliklerden biri olan Karagöl, henüz tam olarak keşfedilmediği için doğallığı bozulmamış bir tabiat parkı. Başı dumanlı dağların ardına gizlenmiş olan bu görsel şölen insanı daha ilk andan itibaren büyülüyor. Yüksek ağaçların çepeçevre kuşattığı, adeta arasına gizlediği gölün içinde yüzen balıklar, misafirleri selamlarcasına kıyıya yakın yüzüyorlar. Gölün üzerine kurulan iki tahta iskelede fotoğraf çekenlerin yanı sıra dakikası bir liraya kayık sefasına çıkılabiliyor. Karagöl Tabiat Parkı'nın misafirleri genellikle başta İstanbul olmak üzere büyükşehirlerden kaçıp temiz hava teneffüs etmek isteyenler; teknolojiden, radyasyondan, gürültü ve kargaşadan birkaç gün de olsa uzaklaşmak isteyen metropol insanı. Karagöl yolunda yer yer gözümüze bal kovanları çarpıyor. Bir petek bal almak istedim fakat yeni sezon çiçek balının tükenmiş olduğunu öğrendim. Elerinde kestane balının bulunduğunu söylediler lakin daha önceden tattığım ve oldukça ağır olan bu bal çeşidi sofrada tüketilmeye müsait değil.
Yaz sıcağında sonbahar serinliği
Rize ve Artvin merkezde hava ne kadar sıcaksa Karagöl'de yükseklikten dolayı bir o kadar serin. Yaz günü sonbahar serinliğini iliklerimize kadar hissettik. Parkın içinde kamp alanı ve yürüyüş yolu da var. Yer yer kırılmış tahta köprülerin üzerinden geçerek sessizliği bozan misafirlerin, onlarca, yüzlerce yıllık ağaçların üzerindeki kuşların sesiyle yürüyüş yolunu tamamladık. İnsan boyundaki eğrelti otlarının yanı sıra adını bilmediğim beyaz ve eflatun çiçeklerle bezeli ağaçlar da bu yürüyüşümüzde bize eşlik etti. Oldukça yaşlı olan ve biraz daha arka taraflarda kalan bir ağacın üzerine onlarca isim ve tarih kazılı olduğunu fark ettik. Bunlardan en eski olanı 1997 yılına aitti. Nedense Türk insanı başta tarihi eserler ve kalıntılar olmak üzere ağaçlara ve taşlara isim yazmayı ve hatıra bırakmayı çok seviyor. Oysa tarihi eserlere yazı yazmak, bu fiili gerçekleştiren kişinin tarih ve kültür bilincinden ne kadar yoksun olduğunun bir göstergesi.
Yağmur damlaları düşerken
'Açık hava insanı acıktırır' sözünün doğruluğuna burada bir kere daha inandım. İnsanın yedikçe yiyesi geliyor. Gelenler yanında türlü türlü yiyecekler getirip çardak altında sofra kuruyorlar. Bununla birlikte göl alanında bulunan müesseselerde köfte gözleme çay da satılıyor. Müessese çalışanları oldukça yardımsever ve güler yüzlü fakat 15 liraya satılan ekmek arası köfte pahalı. Ancak sadece birkaç ay gelir getiren bir park olduğu düşünüldüğünde ise insan bu durumu normal karşılayabiliyor. Gölü çepeçevre saran müzik eşliğinde kimi zaman zeybek kimi zaman horon tepenleri izlemek de oldukça keyif verici. Karadeniz'in iklimini de göz önünde bulundurduğumuzda dağ havası olması sebebiyle yağmur çiselemeye başladığında gezimizin bitimine bir saat vardı. Çardağın altında oturup göle düşen ve mevcelenen yağmur damlalarını izlemek ve bir yandan çay yudumlamak da ayrı bir zevk. Mis gibi toprak kokusu insanın ciğerlerine doluyor, oksijen adeta sarhoş ediyor.
Aheste çek kürekleri mehtab uyanmasın
Karagöl'ü izlemek adeta bir tabloyu seyretmek gibi. Gölün üzerinde aheste aheste ilerleyen kayıklar, havada uçuşan kelebekler, yaşadıkları zaman dilimini hayatın bir köşesine kaydetmek için kadraja gülümseyen neşeli yüzleru2026 Yaz aylarında kendisinden haberdar olanları ağırlayan Karagöl kışın sükunete bürünüp terk ediliyor. Karadeniz'de doğa ile iç içe olmak isteyenler Karagöl'ü mutlaka gezip görmeli.
Kaz uçar da Laz uçmaz mı?
Fırtına Vadisi'nde yer alan tarihi Taş Kemer Köprü, altından akıp giden akarsu ve her iki yanda uzayıp giden yemyeşil ağaçlara bütün bir tablodan bakıldığında burası adeta Bosna'daki Mostar'ı andırıyor. Mostar Köprüsü'nün kendine has özellikleriyle benzerlik gösteren bu köprünün üzerinde 'Zipline' denen bir etkinlik yer alıyor. 'Kaz uçar da Laz uçmaz mı' tabelasının altında bel ve bacaklara bağlanan bir kemerle derenin üzerinde hızla yolculuk etmek de harika bir deneyim.
Osmanlı sarayına mum Çamlıhemşin'den
Ayder Yaylası'na gitmeden önce uğradığımız Çamlıhemşin'de bulunan küçük, güzel bir dükkanda satılan organik ürünlere hayran kaldım. Burada ilgimi en çok çeken bal peteğinden yapılmış mumlardı. Zira Osmanlı döneminde saraya Çamlıhemşin'den mum getirildiğini öğrendim. Zira burada üretilen mumlar hem duman çıkarmadığı hem de is yapmadığı için tercih ediliyormuş.
Dede Korkut'un duası
'Gölgeli ağacın kesilmesin, taşkın akan suyun kurumasın' diyen Dede Korkut'un sözünün yazdığı Palovit Yaylası ve şelalesi Rize ilindeki şelaleler içinde en yüksek debiye sahip. Görselliğiyle inanı büyüleyen bu durağın ardından yemek molası verdiğimiz lokantada içinde mısır unu ve helası bulunan gelin ketesi adındaki tatlıdan yedim. Oldukça kalorili bir hamur işi ama lezzetli olduğunu söyleyebilirim.
Ayder'in yeşil yüzü
Doğa turizminin gözdesi Ayder Yaylası Karadeniz'in muhteşem güzelliklerinde en çok öne çıkan yerlerden biri. Yaz aylarında turist akınına uğrayan bu yayla özellikle Arapların akınına uğramış durumda. 13. yüzyılda göçebe olarak yaşayan Halalılar başlatmış olduğu yerleşim hikayesi,19. yüzyıldan itibaren birkaç ailenin kalıcı yerleşim yeri olmuş. 1987 yılında turizm bölgesi olarak ilan edildikten sonra 1994'te de Milli Park'lar arasında yerini almış. Yayla dışında kaplıcalarında olduğu bu eşsiz doğa harikasına ticari anlamda insan eli değdiği için yemyeşil çimenliklerde oturup dağları sarmalayan bulutları izlerken burnumuza gelen karışık yemek kokuları ve düzensizce sıralanmış dükkanlar, göz zevkini bozuyor. Buna rağmen yayla kendine özgü yapısıyla bir yönüyle saklı kalmış durumda.
İstanbul'a dönüş
Erzurum'dan Rize'ye uzanan yolculuğumuz birçok güzel anıyla son buldu. Karmaşa ve gürültüsünü dahi özleyecek kadar İstanbul'u seven ben bu yolculuktan sonra iyice kanaat getirdim ki; Allah Türkiye'ye her yönüyle büyük güzellikler bahşetmiş. Başka ülkeler ancak yapay yeşilliklerle bitki örtüsü kurabiliyorlar. Övünecekleri ya da köksüz olmalarından ötürü anlatabilecekleri bir tarihi geçmişleri olmayan ülkeler de kendilerine sanal kahramanlar oluşturuyorlar. Oysa biz bu değerlerin hepsine sahibiz. Bu yüzden 'ne mutlu Türkiyeliyim, ne mutlu bu topraklarda doğdum' diyene.