Maide suresinin tefsiri

Kuranı Kerimde sureler çoğu kez olaylar üzerine nazil olmuştur. Bunu için meal okurken anlamadığınız noktalar olabilir. Bunu için tefsire bakmak gerekir. Tefsir mealden farklı olarak daha ayrıntılıdır. Surelerin ne anlattığını bilmek için tefsire bakılmalıdır. Peki Maide suresi ne anlatıyor? Kuranı Kerimin 5. suresi olan Maide suresi Mekke döneminde nazil olmuştur. Maide suresi 120 ayeti kerimedir.

Kuranı Kerimde sureler çoğu kez olaylar üzerine nazil olmuştur. Bunu için meal okurken anlamadığınız noktalar olabilir. Bunu için tefsire bakmak gerekir. Tefsir mealden farklı olarak daha ayrıntılıdır. Surelerin ne anlattığını bilmek için tefsire bakılmalıdır. Peki Maide suresi ne anlatıyor? Kuranı Kerimin 5. suresi olan Maide suresi Mekke döneminde nazil olmuştur. Maide suresi 120 ayeti kerimedir. İşte Maide suresinin tefsiri...

MAİDE SURESİNİN TEFSİRİ

Bu sûrenin diğerlerinde bulunmayan onsekiz farzı içine aldığı açıklanıyor. Ebu Hayyan'ın kaydettiği üzere, Arapların ilk filozofu meşhur el- Kindi'ye öğrencileri: "Ey filozof, bize şu Kur'ân'ın bir dengini yapıver" demişler. O da: "Peki, hepsinin değil ama, bir kısmının benzerini yapayım" demiş. Ve bir çok günler çekilip kapanmış, sonra çıkmış: "Vallahi demiş buna ne bizim kudretimiz yetecek, ne de başka birinin. Mushaf'ı açtım, Mâide suresi çıktı, baktım vefa (sözde durma)yı söylemiş, dönekliği yasaklamış, bir genel tahlil yapmış, sonra bir istisna istisna eylemiş, sonra da kudret ve hikmetinden haber vermiş ve bütün bunları iki satıra sığdırmış, bunu ise hiç kimse ciltlerle yazı yazmadan ifade edemez."

UKUD: Akdin çoğuludur. Akd, belgeye bağlanmış anlaşma demektir ki, bir şeyi diğerine sağlam şekilde bağlayan bağ ve düğüme, mesela ip düğümüne benzetilmiştir. Yani anlaşma asıl lugatta sıkı bağlamak ve düğümlemek, sağlam bağ ve düğüm demek olup, bundan nakledilerek bir kimsenin bir şeyi benimsemesi veya başkasını susmaya mecbur ederek kendini veya diğerini bağlamasına veya karşılıklı bağlanmalarına akid adı verilmiştir ki, itikad da bundandır. Şu halde her akid icab ve kabule dayanmayıp, bazıları yalnız razı olmakla da anlaşma yapılmış olur ki, adaklar ve gelecekle ilgili yeminler bu türdendir

AHİD de asıl lugatta bir şeyi halden hale saklayıp gözetlemektir. Böyle gözlenmesi istenen, gerekli görülen belgelere de ahid (anlaşma) ismi verilir. Bu ölçü ile ahid ve akid anlamdaş demek iseler de, akid kelimesi, "misâk" gibi daha çok ihkâm (sağlamlaştırma) ifade eder.

VEFA ve İFA ise ahid ve akdin gereğini yerine getirmek, icabını tamamen icra eylemektir. Burada çoğulu muhallâ bi'l-lâm (lâm harfiyle süslenmiş yani harfi tarifli) olan , "el-ukud", istiğrak ifade eder ki, gerek Allah Teâlâ'nın kullarına gerekli kıldığı ve anlaşma yaptığı teklifleri ve dine ait hükümleri gerek kulların kendiliklerinden Allah'a karşı bağlandıkları adakları ve yeminleri, gerekse insanların kendi aralarında sahih olarak anlaştıkları emanetler, muameleler ve diğerleriyle ilgili her çeşit akidleri içine alır. Hatta harb ehli, zimmet ehli, Haricîler ve diğer insanlar ile yapılan anlaşmalar da dahildir. Şu halde bundan şu kural ortaya çıkar ki, "akidler de aslolan sıhhattir, meğer ki bozulmasına bir delil gelmiş olsun". Bunun için herhangi bir akidde söz, sıhhat davacısının,delil fesad davacısınındır. Meğerki o akidde fesadın batıl olmasından başka bir mânâ ifade etmemiş olsun. Çünkü batıl olma iddiası, akdin yokluğunu iddia ve varlığını inkâr demektir. Bunda ise delil, vücut ve sıhhat iddiacısına yönelir. Çünkü emri yerine getirmek, sahih olarak mevcut olan akde yöneliktir. Akid, sabit ve aktedilmiş değilse yerine getirilecek bir şey yoktur. Ebu Bekir Râzî bu fıkhî mânâ ile "Ahkâm-ı Kur'ân"da der ki: 'Akidleri yerine getirin', ukud (akidler) isminin ulaşmış olduğu bütün akidlerin yerine getirilmesini gerektirir. Şu halde herhangi bir akdin caiz olması veya fasit olmasında veya her hangi bir adağın sıhhat ve lüzumunda anlaşamadığımız zaman ilâhî sözü ile delil getirmek sahih olur". Fakat akidler her çeşit dini sorumluluklardan daha genel olduğu ve halbuki dini teklifler içinde mendublar ve müstehapların da varlığı bilindiği için, bu "îfâ ediniz" emrinin de vücub ve nedben daha genel bir mânâya yüklenilmesi gerekeceğinin de unutulmaması lazım gelir. Nitekim bunu Ebu's-Suud açıkça göstermiştir. Netice olarak dinin özünün, Allah ve kullarla sağlam birtakım anlaşmalar ve mukaveleler yapmak ve sahih olarak aktedilen anlaşmalar ve akidleri ifa etmek suretiyle hükmünü yerine getirmek demek olduğu bu sûrenin başında genel bir esas olarak özetlenip buyurulmuştur ki:

Ey iman etmiş olan müminler, bağlandığınız bütün akid (anlaşma)leri ifa ediniz. Yani ilk önce iman bir akiddir. Ve siz bu akid ile Allah'a karşı bir takım sözleşmeler ve akidler yaptınız, bağlandınız. Sonra kendiliğinizden veya kendi aranızda veya bütün insanlar arasında birtakım akidler daha yapar bağlanırsınız. İşte bütün bu akidleri ifa ediniz. Dinin kökü, imanın hükmü, Allah'ın emri kısaca budur. Şimdi sûrenin ismiyle uyuşmuş olmak üzere önce geçim vasıtalarından başlıyarak bunun biraz açıklamasına gelelim:

Size çeşitli hayvanlar helal kılındı. Bunlardan faydalanır ve helal helal yiyebilirsiniz. Ancak haram olması okunan veya aşağıda geleceği üzere okunacak olanlar müstesna. Ki bu cümleden olarak gelecektir.

Daha önce bilhassa şu dikkat çekicidir ki siz ihramlı iken avlanmayı helal kılamayacağınız, ihram halinde avlanmayı ve av eti yemeyi caiz göremeyeceğiniz halde çeşitli hayvanlar, bazı müstesna ile helal kılındı. Yani ey müminler, siz hayvan öldürmek caiz olmayan ihram halinde avdan ve av eti yemekten yasaklanmışsınız. Fakat bu halde bile bir akdin meyvesi olmak üzere et yemekten mahrum bırakılmadınız. Siz ihramlı iken, av olmamak şartıyla ihramda bulunmayanların kestikleri hayvanlardan yiyebilirsiniz ki, bu helal ve haram olma birer ilâhî akiddir. Ve böyle başkasının kestiği hayvanın etini yiyebilmeniz, herhalde kendi aranızda yapacağınız alış-veriş ve hibe gibi bir akdin meyvesidir. Şu halde bununla akidlerin faydalarını ve İslâm dininde geçiminizin nasıl genişletildiğini takdir edin ve bu helal ve haramı ifa eyleyin de helali haram, haramı helal yapmayınız. İlerde âyetinde açıkça görülecektir ki, ihram halinde haram olan av, deniz avı değil kara avıdır. Buradaki av da kara hayvanları, demek olan behime-i en'âmdan istisna yerinde bulunmak bakımından buna bir işareti içerir. "Behime", esasen aklı olmayan herhangi bir hayvan demektir ki "İbham" (kapalı bırakma) mânâsından alınmıştır. Sonra bu isim kara ve denizde yaşayan dört ayaklı hayvanlarda daha çok kullanılarak onlara tahsis edilmiştir. Burada helal kılınan ise mutlak behâim (hayvanlar) değil, kara ve denizde yaşayan dört ayaklı hayvanlardır.

"EN'AM" da (ne'am) ın çoğulu olup, En'am sûresinde: "Hayvanlardan da kimi yük taşır, kiminin tüyünden döşek yapılır. Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin" (En'âm, 6/142), "Sekiz çift (hayvan), koyundan iki, keçiden iki". (En'âm, 6/143) "Ve deveden iki, sığırdan iki" (En'âm, 6/144) diye açıklandığı üzere ehli hayvanlardan deve, sığır, davar, yani koyun ve keçiye söylenir ki, yumuşaklık mânâsına olan "nu'ûmet"den alınmıştır. Pençeliler şöyle dursun beygir, katır, eşek gibi "hafir" denilen tek tırnaklı hayvanlar bile "en'âm"da dahil değildirler. Nitekim Nahl sûresinde "Hayvanları da yarattı.

Onlarda sizin için ısınmanızı sağlayan şeyler ve daha bir çok yararlar vardır. Ve onlardan kimini de yersiniz" (Nalh, 16/5), "Binmeniz ve süs için atları, katırları ve eşekleri ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır". (Nalh, 16/8) buyurulmuştur. Şu halde "behimetü'l-en'âm" terkib-i izâfi (isim tamlama)si ya "çam ağacı" gibi izafet-i beyaniyye olup "en'âm denilen kelimeler" demektir ki, bu şekilde diğer bir âyetteki "Size okunup açıklananlar dışındaki hayvanlar sizin için helal kılınmıştır". (Hacc, 22/30) gibi doğrudan doğruya en'âmın helal oluşu nasla bildirilmiş ve bunlara benzeyen ceylan, geyik ve diğerleri gibi av hayvanları en'âma katılarak helal kılınmış olur. Veya "behime" den maksad en'âmın dışından olarak izafet-i lâmiye-i teşbihiyye ile "en'âm gibi olan behâim" demektir ki, bu şekilde de geviş getirmek ve köpek dişleri olmamak bakımından en'âme benzeyen geyik ve diğer vahşi hayvanların helal olduğu ve helal olma sebebine işaret edilmiş olur. En'âmın helal olması ise daha önce diğer nass (dinî metin) ile açıklanmış olduğu gibi, buradan da müşebbehün bih (benzetilen) bir asıl olmak üzere yine bi'l-işâre (işaretle) anlaşılır. Ve bundan "avı helal saymaksızın" hâl kısmı ile avın istisnası (hariç tutulması) bir istisnâ-i muttasıl (bitişik istisna) yerinde bulunacağı "behîme" kaydı da te'kide değil, te'sise sarfedilmiş olup fazla bir menfaat ifade edeceğinden bazı tefsirciler bu şekli tercih etmişlerdir. Fakat bunda ihram durumuna bakarak kelâmı, sırf haram kılmaya yöneltmek vardır. Ki, "akidleri ifa edin" sözünün akışına pek de uygun değildir. Zira vahşi hayvanlardan faydalanmak ava dayandığı için, bunu müteakip ihram halinde avın yasaklanması açıklanırken ihram haline göre bu helal olmanın hiç hükmü kalmamış ve o halde kelamın gelişi büsbütün haram bulmaya yönelmiş ve şu halde bu yasaklama halinde en'amın helal olmasından faydalanma ve anlaşmaların semerelerinden isifade etme hususu nasla bildirilmemiş ve bu İslâm nimeti ile başa kakma mânâsı gösterilmemiş olacaktır. Gerek bu ince beyan zevki ve gerekse en'amın aslında helal oluşunun bilinmesi sebebiyle tefsircilerin çoğu da birinci izafet-i beyaniyye şeklini tercih etmişlerdir. Ki bunda "behime" lafzı helal olma sebebini araştırmamakla beraber, buna işaret etme nüktesinden de uzak değildir. Vahşi hayvanların bunun hükmüne girmesine vasıta olur. Ve her iki takdirde behime-i en'am (kara hayvanları), deniz hayvanlarını içine almaz.

Şimdi bu ilâhî nimetlere karşı acaba bu helal ve haram olma niçin böyle oluyor? Niçin hayvanlar, ihramlı ve ihramsız bütün hallerde mübah kılınır da, avlanmak bazan mübah, bazan haram oluyor? Hayvanların hepsi can değil midir?

Nasıl oluyor da ilâhî hükümde bu hayvanların, isterse bazıları insanlara helal olabiliyor, gibi birtakım düşüncelere de gerek yoktur. Helal ve haramın hükümlerini sebeplerini aramaktan çok Allah'a kullukla yerine getirmelidir. Zira şüphe yoktur ki Allah neyi irade ederse onu hükmeder. Hükmünde serbesttir. Yani esas itibarıyla bütün hükümler onun istek ve iradesine tabidir. İlâhî irade üzerinde tesir icra etmesi düşünülen hiçbir sebep, hiçbir kuvvet yoktur. Gerçi birçok defalar geçtiği üzere Allah Teâlâ hikmet sahibi olduğundan Allah'ın tekliflerinin dayanağı da kulların iyilikleri ve menfaatleridir. Ve şu halde bu helal ve haram da birçok yüksek hikmetleri içermektedir. Fakat bütün bu hikmetler, ilâhî iradenin meyveleri ve sıralanmış hükümlerinden başka bir şey değildirler. Asıl hükmün sebebi, o hikmetler, o iyilikler değil, Allah'ın iradesidir. Mesela insan, hayvanlara tercih edilmiş ve en'am (hayvanlar) insana mahsus hayatın iyiliğine diğerlerinden daha elverişli yaratılmış ve bu gibi fıtri hikmet ve iyiliklerden dolayı en'am helal kılınmış denebileceği farzedilsin. Fakat buna karşı acaba bu hilkat, bu nizam niye böyle olmuş? Bunda ne zaruret varmış, sorusu derhal ortaya çıkar. Bunun ise tek cevabı Allah'ın böyle istemiş ve böyle hükmetmiş olmasıdır. Şu halde esas itibariyle bunların hiç birinde özel zaruret yoktur, hepsi mümkün olan şeylerdendir. Bütün gerekliliğin, zaruretin ve güzelliğin kaynağı Allah'tır. Hüküm, hikmet, hukuk, şeriat hep bu iradenin ortaya çıkmasıdır. Ve bunun için tekliflerin güzel ve çirkin oluşu da her şeyden önce yaratan ve yaratılan, Allahlık ve kulluk ölçüsüyle Allah'ın iradesine dayanmaktadır. İlim ve hukuk hikmeti ne kadar derinleştirilirse derinleştirilsin, esasında hukuk konusundan dışarı çıkamaz.

2-Asıl hikmet eşyanın tabiatı değil, onların yaratıcısı ve "her şeyi kuşatıcı" olan Allah'ındır. Din açısından bu helal ve haram da sırf onun iradesinin eseridir. Bunun için: Ey iman edenler ne Allah'ın şeâirine, yani iradesini gösteren merasim ve dini sorumluluklarına, ibadet ve taatlarına nişane olanı işaret edici alâmetlerine, mesela hacc için ihram , mikatlar, cemreler, Safa ve Merve, Meş'ar-i haram, Arefe ve rükun, tavaf ve sa'y, kurban, traş olma ve ıhlal gibi menasik denilen şiarlara ve ne bu alâmetlerden sayılan haram aya, yani savaş haram olan receb, zilkade, zilhicce, muharrem dört aydan birine (Bakara Sûresi 2/194. âyetine bkz.) ve ne hedye, yani Kabe'ye hediye edilen kurbanlıklara, ne de kılâdelere, yani kurbanlık nişanesi olmak üzere kurbanlıklara herhangi bir şeyden takılan gerdanlıklara ve özellikle bunların takıldığı gerdanlıklı kurbanlıklara, ve Kabe'ye doğru gelenlere, Rabblarından hem bir fadl (dünyaya ait bir ticaret) ve hem hoşnutluk ümit ederek ziyaret kastedenlere hürmetsizlik etmeyin. Yani bütün alametlere hürmet edin, hürmeti terketmeyin. Bu cümleden olarak haram aya savaş ve nesi' (haram ayı tehir etmek) sûretiyle riayetsizlikte bulunmayın, hediye kurbanlık ve gerdanlıkların hürmetini ihlal etmeyin, diğerlerinin sevk ettiklerine hücum etmeyin. Kendinizin kurbanlık götürüp, ona bir nişane takmanız da ihramlının yapacağı işlerdendir. Öyle ise bozmayın, derhal elbisenizi çıkarıp ihrama girmekle ve bundan sonra bunların etlerini sadaka olarak vermekle bu hürmeti koruyun. Hem ziyaret, hem ticaret kastıyla Kabe'ye gelenleri yasaklamayın, hacıların yolunu kesmeyin. Kabe'ye dışardan gelenler de Mekke'ye ihramsız girmesin. Avlanacaksanız ihramdan ve Harem'den çıkıp, hılle (harem dışına) girdiğiniz zaman avlanın. O zaman Harem dışında avlanmaya izin var. Fakat harem avı, ne ihramlı, ne ihramsız hiç bir halde caiz değildir.

Bir zamanlar sizi Mescid-i Haram'dan yasaklamaları sebebiyle bir kavme olan buğz (kızgınlık) sizi kendilerine taarruz ve tecavüzünüzle günaha sokmasın, şeârie hürmetsizlik etmek cürmüne düşürmesin. İbnü Kesir ve Ebu Amr kırâetlerinde "hemze"nin esreriyle okunduğuna göre: Bir toplum sizi Mescid-i Haram'dan men ederlerse, onlara buğz ve kininiz şeâire hürmetsizlik ederek kendilerine tecavüz etmeniz suretiyle sizi günaha sokmasın. iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın da, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın, ve Allah'tan korkun, bu emirlere karşı gelmekten çekinin. Çünkü Allah'ın azabı çok şiddetlidir, dayanılır şey değildir.

Rivayet edildiğine göre bu âyetin başlıca iniş sebebi Benu Dubey'a b. Sa'lebe'den Hutam b. Hindi Bekri olayı olmuştur .Bu Hutam Medine'ye gelmiş, atlarını Medine dışında bir yere bırakmış, yalnızca Peygamberimizin huzuruna varmış, bir kavmin davetçisi olduğunu ve arkadaşlarıyla beraber gelip müslüman olacaklarını vaad etmiş. Çıktığı zaman Resulullah: "Bu adam bir günahkar yüzüyle girdi ve bir hain kafasıyla çıktı" buyurmuş. Sonra Medine'den çıkmış, Medine halkının yayılmakta olan develerine rastgelmiş sürmüş götürmüş ve şu recez bahriyle söylenmiş şiiri söyleyerek gitmiş:

(1) Haber alınınca takip edilmiş, yetişilememiş, ertesi sene yani kaza Umresi senesi Bekir b. Vail hacıları yanında Yemâme'den çıkmış, hacca gelmiş ve beraberinde hayli ticaret malı varmış. Sürüp götürdüğü develerden bir çoğunu gerdanlıklarla süsleyip Kabe'ye hediye olarak sevk etmiş. Müslümanlar karşıdan bunların geldiklerini işitince karşılayıp vurmak için Resulullah'tan izin istemişler, bu âyet inmiş, izin verilmemiştir.

Kaza Umresi zilkade ayında vaki olduğundan "eş-Şehra'l-Haram" önceden ve bizzat buna işaret demektir. Diğer taraftan İbnü Zeyd'in rivayetine göre Mekke'nin fethi senesi müşrikler de Kabe'yi ziyarete geliyorlar ve Umre'ye giriyorlardı. Müslümanlar, "ey Allah'ın Resulü bunlar müşrik, biz de bunları bırakmayalım baskın edelim" demişler. "Kabe'ye doğru gelenlere engel olmayın" âyeti nazil olmuş, Hudeybiye'yi hatırlatan kısmı da buna daha çok yatkındır.

Bu rivayetlerde gösterilen nüzul sebebine göre yalnız müslüman hacıların değil, müşriklerin bile Kabe'yi ziyaretten yasaklanmamalarını emreder ve hoşnutluk isteği kendi mezheplerine göre "kendi kanaatlarınca" demektir. O halde Berae sûresinde: "Müşrikler, nefislerinin küfrünü göre göre Allah'ın mescidlerini onaramazlar" (Tevbe, 9/17), "Müşrikler pisliktir, artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar" (Tevbe, 9/28) âyetleriyle hicri dokuzuncu seneden sonra müşrikler Mescid-i Haram'a yaklaşmaktan yasaklandıkları zaman bu umûm neshedilmiş, yalnız müslüman hacılara mahsus kalmıştır.

Aynı şekilde hükmü de Bakara sûresinde açıklandığı üzere "Onları nerede yakalarsanız öldürün" (Bakara, 2/191) gibi genelleştirme âyetleriyle neshedilmiştir. Âlimlerin çoğunluğunun görüşü de budur. Fakat bazı âlimler haram ayda hücum harbinin yasaklanmasının baki olduğuna ve taarruzu yasaklayan hükmünün kaldırılmadığı görüşüne sahip oldukları gibi, esasen de müslümanlardan başkasına şamil olmadığına ve çünkü sevap arzusu ve ilâhî rıza mânâsıyla müminlerin şiarında açık bulunduğuna, dolayısıyla müşriklerin yasaklanmasını emreden Berâe âyetlerinin bununla ilgisi olamayacağı görüşüne sahip olmuşlardır. Bunun için Hasen (r.a.), "Mâide sûresinde neshedilmiş âyet yoktur" demiş. Ebu Meysere'nin, "Bu sûrede onsekiz farz vardır ve bunda neshedilmiş âyet yoktur" dediği de nakledilmiş ve bu konuda yukarda anılan: "Mâide sûresi, nüzul bakımından Kur'anın sonlarındadır, helalini helal, haramını haram kabul edin." hadis-i şerifi ile de delil getirilmiştir ki, bunlar sûrenin tamamının Veda haccı senesinde inmiş olduğu rivayetine taraftar olmuşlar demektir. Bununla beraber Mâide sûresinin iki âyetinin dışında neshedilmiş âyet bulunmadığı hakkında da bütün tefsircilerin ittifakı vardır. Hz. Ebu Bekir'in hacc ile görevlendirildiği hicri dokuzuncu seneye kadar Arap müşriklerinin hacdan yasaklanmadıkları bilinmektedir. Zikredilen Berâe âyetlerinin inişi üzerine bu seneden sonra yasakladıklarında ve hicrî onuncu senesinde Resulullah'ın bizzat başkanlık yaptığı Veda haccında kâfirlerden hiç birinin yaklaştırılmadığında da ihtilaf yoktur. Fakat mesele bundan önce kâfirlerin yasaklanmaması, yasaklanmaya dair bir emir varid olmamasından mıdır? Yoksa yasaklanmamaları bu âyet ile emredilmiş olmamasından, yani kâfirleri de içine almış bulunduğundan mıdır? İşte ihtilaf bu noktadadır. Ve bilinmektedir ki nesih, nassın kalanındakinin kesinliğine zarar vermeyeceğinden, her iki şekilde kısmının önce ve sonra müslüman hacıların hacdan yasaklanmaları hükmündeki hükmü kat'i ve muhkemdir. Berâe âyeti de müşrikler aleyhinde muhkemdir. Ve bugün ihtilafın semeresi, ancak "haram ay" meselesinde açıkça olabilecektir. Zira bazı âlimlerin dediği gibi burada nesih yoksa müslümanlar "haram ay" denilebilen dört ayın hiçbirinde saldırıcı olarak harp ilan etmeye izinli değillerdir. Çoğunluğun dediği gibi nesih varsa, lüzumuna göre, gerek savunma ve gerek saldırı savaşı edebilmek için bu dört ay da diğer aylar gibidir. Daha önce mevcut olan "haram aylar" kaydı bugün kaldırılmıştır. Biz de çoğunluk ile beraber bu kanaatteyiz.

Sonra bu âyetin hacc aylarında asayişin korunmasına her zamandan çok ve özel bir şekilde dikkatli davranılması gerektiğine çok ciddi olarak işaret ettiğinde de şüphe yoktur.

"Siz ihramlı olduğunuz zaman avlanmayı helal saymanız hariç" istisnasına dair olan bu açıklamadan sonra, "haram oldukları size okunacak olanlar müstesna" istisnasının açıklanmasına gelelim:

3- "Çeşitli hayvanlar size helal kılındı", fakat size şunlar haram edildi.

1- Meyte, (leş yani, kesilmeden ölen, daha doğrusu tezkiyesiz ölen.) Meyte, canlı karşılığı ölü demek değil, hiç bir haricî tesir olmadan ölen demek de değil, mezbuh (kesilmiş) karşılığı ölü, "kesilmeden ruhu ayrılan" tam şer'i mânâsıyla söylenecek olursa karşılığı ölüdür ki, aşağıda gelecek olan "ancak tezkiye ettikleriniz" ifadesi bu karşılığı gösterecektir.

2- Dem, yani kan ki, maksad akıtılmış kan olduğu diğer bir yerde, bu cümleden olarak En'am sûresi 145. nci âyette açıklanmıştır. Meyte (leş) meyte, kan da kan olduğu için bizzat kendileri pis ve haramdırlar. Fakat kanın böyle haram oluşu şunu anlatır ki, leşin haram olmasında, akabilecek kanın tamamen içinde kalmış olmasının da az çok bir hissesi vardır. Ve leşin mânâsına bu dahildir. Bazı müşrikler leşi yerler ve "Kendi öldürdüğünüzü yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüğünü niçin yemiyorsunuz?" derlermiş. Aynı şekilde kanı barsaklara doldururlar ve kızartır misafirlerine yedirirlermiş.

3- Domuz eti, ki, En'am sûresinde "Muhakkak o pistir" (En'am, 6/145) buyurulduğu üzere domuzun kendisi aynen pistir. Domuz eti de, domuz eti olduğu için bizzat haramdır. Domuz kendisi genel mânâda haram olduğu halde, burada denilmeyip de (domuz eti) denilmesi aşağıdaki tezkiye istisnasına bunun için bir ilgisi olamayacağını iyice anlatmak içindir.

4- Kesilirken üstüne Allah'tan başkasının ismi çekilen" ve mesela "bi'smi'l-lâti ve'l-uzzâ" (Lât ve Uzzâ'nın ismiyle) denilen ki, beraberinde "Bismillah" gerek denilsin ve gerek denilmesin. Bu da Allah'dan başkası adına kesildiği için haramdır. Hayvanı yaratan, insanın emrine veren ve buna onu kesmek hak ve kudretini lütfeden Allah olduğu halde, o hayvanı Allah'tan başkasının adına kesmek büyük bir zulüm, bir şirktir. Böyle kesilen bir hayvan da manevî ve hukukî durumuyla murdar ve haramdır.

Bu dört, esastır. Bundan sonrakiler, dinen bunların şumülüne dahildir. Onun için bir çok âyetlerde yalnız bunların zikredilmesiyle yetinilmiştir. Fakat cahiliye devrinde bir takım kimseler leşi yemedikleri halde, leşi "bir harici tesiri olmaksızın kendi kendine ölen" diye kabul ederler ve gerçekte leş kabilinden olan, gelecekte görüleceği üzere ölüleri yerlerdi ki, müslümanlar dışında böyle kimseler hala vardır. Şu halde burada dini bakımdan leşin kısımlarından bazıları şu şekilde açıklanıyor:

5 - Boğulan, yani gerek takıldığı iple ve gerek kemend ile ve gerek el ile ve gerek ağaç ve taş arasına sıkışarak, özetle herhangi bir şekilde nefesi tıkanarak boğulup ölen.

6- Vurulmuş, yani yakından veya uzaktan her hangi bir darbe ile vurulup ölmüş olan.

7- Tereddi eden, yani yüksekten aşağı veya bir kuyuya, bir suya düşüp ölen.

8- Tosuşan, yani süsülmüş ve süsmüş olan. At veya diğer bir hayvan tekmesiyle ölen de bu mânâda olmakla beraber, daha önce mevkûze (vurulmuş) de dahildir.

9- Canavarın yediği, yırtıcı bir hayvan tarafından telef edilen. Belki bundan maksat hayvanın boğazına giden değil, artığı ve hatta yırttığıdır.

SEBU', nâb denilen sivri dişleri bulunan arslan, kaplan, kurt, köpek ve diğerleri gibi âdet olarak saldıran, kapan, yırtan, öldüren her hangi bir yırtıcı hayvan demektir ki, pençe denilir. Pençesi bulunan yırtıcı kuşlar da aynı mânâda dahildir. Dilimizde canavar (cânver) ismi üç mânâda kullanılmıştır. Biri, canlı mânâsına, genelde hayvan demektir ki, bu kullanış şimdi kalmamış denecek kadar azdır. İkincisi özellikle domuza veya kurda söylenmesidir ki, kara canavar, boz canavar diye ayrılır. Üçüncüsü cana saldıran yırtıcı hayvan demektir, örfümüzde canavarın asıl mânâsı budur. "Sebu" da bu demektir. Cahiliye devrinde leşi yemeyenler içinde de münhanika" (boğulup ölen) dan buraya kadar sayılan beş ölüyü yiyenler bulunuyordu. Nitekim bugün hıristiyanlar domuz etini yedikleri, gibi, darbe ile vurularak ölen (mevkuzey)i de yerler ve özellikle domuzu tepesinden ağır bir demirle vurarak yerler. Güya bunları, dahili bir sebeple ölmeyip , bir insan veya hayvan fiil ve tesiriyle ölmüş olduklarından leş gibi değil, kesilmiş gibi telakki ederler. Halbuki bunların beşi de kesmek suretiyle kanları akıtılmamış olduğundan tamamen leştirler ve haramdırlar.

Ancak tezkiye ettikleriniz müstesnadır. Yani henüz canları çıkmadan yetişip kesmek suretiyle hayatlarına son verdikleriniz haram değildir. Şu halde debelenirlerken, henüz gözünü kırpar veya kuyruğunu oynatır veya bacağını depretirken bile yetişip kesilebilenler helal olur. Bazı tefsirciler bu istisnasının istisna-i munkatı olduğuna, yani yukarda zikredilen hiçbirini haram olmaktan çıkarmış olmayıp, hepsine karşılık olarak helal olanı ayrıca göstermiş bulunduğunu söylemişlerdir. Gerçekte bütün kelimeler şer'î mânâ ile düşünüldüğü takdirde bu istisnanın neticesi, leş ve haram olanlarla kesilmiş ve helal olanların karşıtını ifade etmekten başka bir şey değildir. Diğer bazı tefsirciler ise bu istisnanın en sondaki "canavarın yediği" kısmına tahsis edilmiş bir istisna-i muttasıl olduğunu söylemişlerdir. Zira lafız bakımından en yakın olan budur. Bir de bunun lugat anlamıyla, şer'î anlamı arasında bir fark yoktur .Halbuki kendinden önceki natıha (süsülmüş), yukardan aşağıya düşmüş, vurulmuş, boğulmuş, lugat anlamlarından başka ölüm mânâsını da içine almış olarak leş kısımlarından birer şer'î isimdirler. Şu halde onlara nazaran istisna ancak munkatı istisna olabilir. Bir istisna ise hem muttasıl, hem munkati' olamayacağı ve muttasıl mümkün iken munkatıya gidilemeyeceği için, bu da muttasıl olarak yalnız sonuncuya bağlı olabilir. Ancak bunların mevt (ölüm) mânâsını içine almaları, asıl anlamlarına nazaran değil, istisnayı düşündükten sonra, haram olma hükmüne göre olduğu ve şer'î mânâları da bununla ortaya çıktığı düşünülürse istisnasının, kendisinden önceki dan "münhanika" (boğulmuş)ya kadar beşinden bir muttasıl istisna olduğu anlaşılır. Mesela "münhanika" (boğulmuş)nın mânâsı, lügat mânâsı bakımından ölmüş ve ölmemiş olanı içine aldığından, henüz ölmeden kesilebilenler haram olmaktan çıkarılmış, ölmüş olanlar da haram kısmında kalmış olur. Hakikatte Hz. Ali, İbnü Abbas, Hasen, Katade, bunun "münhanika" (boğulmuş)dan, "canavarın yediği" ne kadar hepsinin istisna olduğunu söylemişler. Tefsircilerin çoğu da bunu tercih etmişlerdir. Bununla beraber bu üç bağlama şeklinin hiçbirinde şer'î hükme göre bir ihtilaf yoktur. Daha yukarıdaki dörde gelince: Bu istisnanın onlara hiç bitişmesi ve onlardan bir şeyi haram olmaktan çıkarması ihtimali yoktur. Çünkü kesilmiş olanın bir daha kesilmesi mümkün olmadığından bir kerre ün e bitişmediği kesinlikle bilinmektedir. Bunu atlayıp da daha üstündekilere bağlanamayacağı da dil kuralları ile bilinmektedir. Bundan başka yukarda hatırlattığımız üzere domuzun kesilmesi mümkün ise de, etin kesilmesi düşünülemez. Aynı şekilde kan ve leş de böyledir. Bunun için hiç kimse bu istisnanın "münhanika"dan daha yukarısına bağlanma ihtimalini söylememişlerdir. Ancak tümümün münkatı' olduğunu söyleyenler bulunmuştur. Şu halde, o dört içinden tezkiye (kesmek)ile helal sayılması düşünülen hiçbir şey akla gelmez. Gelelim tezkiyeye:

TEZKİYE, sülâsî (üç harfli) sinden (tef'il) dir ki zekat yapmak demektir. Burada "zekatına yetişmek" diye tefsir olunmuştur "Asâ" vezninde "zekâ" ve "necât" vezninde "zekât", kesmek yani boğazlamak mânâsınadır. Bu maddenin aslının , lugatte bir tamamlanmak mânâsıyla ilgili olduğu açıklanıyor. Nitekim ateşin parlamasına denilir ki, tamamı parlama demektir. Aynı şekilde anlayışa "zeka" denilir ki, tamamı anlama demektir. Sonra yaşın kemaline "zeka" denilir ki, gençliğin sonuna gelip tamam olması demektir. İşte hayvanı boğazlamak da, kanını akıtarak ve vücudunun normal sıcaklığını teskin ederek hayatına tamamen son vermek demek olduğundan zeka ve zekat denilmiştir. İşte kelimenin lügat bakımından mânâsı ve esası budur. Ve bundan şer'î mânâya nakledilerek zekat bir şer'î isim olmuştur ki, lugatta mânâsı olan kesmekten bir yönden daha özel ve bir yönden daha geneldir. Önce daha özeldir: Çünkü gerek bu âyet ve gerek diğer naslara göre şer'î zekatta zekatın yeri ve kesilecek kısım, alet, diyanet, besmele gibi bazı özel şartlar gereklidir. Şu halde her kesilen temiz değildir. İkinci olarak, şer'î zekatta da kesmek asıl olmakla beraber av hayvanlarında olduğu gibi kesmeye güç yetmediği zaman yalnız yaralama ve kan akıtma ile veya kesilmesi âdet olmayan balıkda herhangi bir haricî sebep ile ölümün ortaya çıkması şer'an zekat olmaya yeterlidir. Halbuki bunlara ne dinen, ne lugat bakımından boğazlama denilmez. Bu şekilde şer'î zekat, isteğe bağlı zekat ve zorunlu zekat adıyla iki kısımdır. İsteğe bağlı zekat mümkün olan yerde zorunlu zekat yeterli olmaz. Bunları biraz açıklıyalım:

Önce boğazlanacak olan hayvanda kesilme yeri "Lebbe" denilen boyun dibinden, yani gerdandan çene altına kadardır. Resulullah "Gerdanda ve boğazda" buyurmuştur. İmam-ı Azam Ebu Hanife demiştir ki:" Boğazın altı, ortası, üstü, hepsinde boğazlamada bir mahzur yoktur".

İkinci olarak kesilmesi vacip olan şey denilen dört şeydir ki, yani nefes borusu olan gırtlak, yani yenip içilen şeylerin geçtiği yemek borusu, bir de şah damarları denilen iki damar ki, nefes borusu ile yemek borusu bunların arasındadır. Bunların dördü de güzelce kesildi mi zekat (kesme) tamamıyla ve sünneti üzere yapılmış olur. Bu dörtten eksik kesilirse Hanefi mezhebi imamları evdacın çoğu kesilirse yenir, bunların herhangi taraftan olursa olsun üçü kesilirse yenir" demişler. Bununla beraber Ebu Yusuf şunu açıklamıştır ki: "Nefes borusu, yemek borusu ve iki damarın biri kesilmedikçe yenmez". İmam Malik ve Leys ise: "Evdac ve nefes borusu kesilmelidir, birisi bırakılırsa olmaz" demişlerdir. Sevrî de: "Evdac kesilirse, nefes borusu kesilmese bile mahzur yoktur" demiş, İmam Şafii hazretleri de: "Zekat (kesmen)ın yetecek en alt derecesi nefes borusu ile yemek borusunu kesmektir, iki damar da kesilmelidir. Bununla beraber, bunlar kesilmez de nefes borusu ile yemek borusu kesilirse caiz olur" demiştir.

Üçüncü olarak: Âlet, evdac (nefes ve yemek boruları ile iki şah damarın)ı yarıp kanı fışkırtabilecek keskince herhangi bir alette mahzur yoktur, zekat (kesme) doğrudur. Yerinde duran dip ve tırnak ile yarmak caiz değildir. Çıkmış tırnak veya kemik veya boynuz veya diş ile yarmak mekruhtur. Aynı şekilde kör bıçakla da mekruhtur. Peygamberimiz buyurmuştur: "Allah Teâlâ her şeye ihsanı yazmıştır. Şu halde öldürülmeyi haketmiş birini öldürdüğünüz zaman, öldürmeyi bile güzel yapınız. Hayvan kestiğiniz zaman da boğazlamayı güzel yapınız, her biriniz bıçağını bilesin ve keseceği hayvanı rahatça yatırsın."

Dördüncü, diyanet, yani kesenin Müslüman veya kitap ehli olması. Müslüman ise ihramda bulunmaması.

Beşinci, besmele çekilmesi.

Altıncı, zorunlu zekat (kesim) olan av meseleleri bundan sonra da gelecektir. İşte şer'î kesim budur. Şu halde (zal) harfi ile olan bu maddeyi, (zay) ile olan ve esasen "temizlik ve üreme" mânâsına gelen (zeka), (zekat) tezkiye maddesiyle karıştırmamalıdır. Böyle bir yanlış ile "temizlediğiniz ve tezkiye ettiğiniz müstesnadır" gibi bir mânâ vermeye kalkışmamalıdır. Tezkiye ile pis hayvan temizlenmez, temiz hayvan pis ölmekten kurtarılır. Bu açıklama ve izahtan maksadımız, zamanımızda bir doktorun müslümanlara domuz eti yedirmek için yazdığı bir risalede düşmüş olduğu sapıklığı hatırlatmaktır. Bilinmektedir ki, domuz etinde zararlı bir mikrop (trişin) bulunduğu son zamanlarda fen bilgileriyle anlaşılmıştır. Bu zat da, önce Kur'ân'da domuz etinin haram kılınmasını, domuz olduğu için aynen değil, ancak bu mikroptan dolayı olduğuna kendince bir karar vermiş, sonra domuz etinde malum olan bu mikrobun ilmen ve kimya ile yok edilebildiğini okumuş ve bunun domuzu temizlemek demek olduğuna da hükmetmiş, bunun üzerine (zâl) ile (zây)ı; ile ı; ile yi ayırmayarak istisnasını ele almış bunun temizlemek demek olduğunu ve domuz etine kadar hepsini içine aldığını, tahlil ve kimyevî tasfiyenin de bir temizleme olması hasebiyle domuz etini temizliyeceğini, dolayısıyla domuz etinin kesmekle helal olmadığı halde, kimyevî tasfiye ile helal olabileceğini, diğerlerinde de aynı hükmün cereyan edeceğini iddia etmiştir. Halbuki burada ve maddelerinin farkını bir kenara koyarak bile böyle bir düşünce tarzına imkan yoktur. Zira bu düşünceye göre domuz ölüsünün yenmesi caiz olacak da, mesela boğulmak üzere bulunan bir koyunu ölmeden kesip yemek caiz olmayacak. Bu şekilde temizlemek mânâsıyla kesmeyi de içine alır, denecek olursa, o zaman domuzun da kesilip yenmesi caiz görülmüş olacak ve domuz eti haram değildir, denilmiş olacaktır .Ve eğer bunun domuzla ilgisi olmadığı itiraf edilecek ise, aynı kelimenin kavramı olduğu iddia edilen mikrop tasfiyesinin domuzla ilgisinden bahsetmek büyük çelişki oluşturacaktır. Sonra unutmamak gerekir ki, Kur'ân'ın haram kıldığı domuz etinin sade mikrobu değil, kendisidir. Buna karşı domuzun yalnız bu mikroptan dolayı pis ve haram olduğunu ve bunda maddî veya manevî daha başka sebep ve hikmetler bulunamayacağını iddia etmek ise baştan bir tehakküm ve bir haksızlıktır. Daha sonra etin içindeki mikropları kimya yoluyla yok edip öldürmek, etin kendisinde tasfiye denebilecek bir kimyevî tahlil yapmak da değildir. Şu halde buna bir temizleme demek de yanlıştır. Eğer maksat, tam anlamıyla bir tahlil veya kimyevî etki ise herhangi bir et, sun'î veya tabiî bir şekilde kimya ile tam bir tahlil ve değiştirmeye tabi tutulduğu zaman o artık et ismini kaybeder, diğer bir niteliğe dönüşür ve başka bir isim alır; dinen onun helal ve haramlığı da yeni aldığı isim ve niteliğe göre ayrıca düşünülür ve takdir edilir. Nitekim pis olan bir şey yanıp kül olduğu zaman temiz olur. Domuz kemiklerinden elde edilecek olan kömür veya fosforun diğerlerinden farkı olmaz, fakat bunlar başka meselelerdir.

Bu açıklamadan sonra konumuza dönelim:

10 - Dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlananlar. Bu kısım, "Kesilirken üstüne Allah'tan başkasının ismi çekilenler." üzerine atfolunmuştur, bu da haramdır. Demek ki her kesme, şer'î kesme değildir.

NUSUB, " mansub" (dikilmiş) mânâsına tekil, veya "nisab"ın veya "nusbe" nin çoğuludur, bunun çoğulu da "ensab" gelir. Bazı tefsirciler bunu "asnâm" (putlar) diye tefsir etmişlerdir. Fakat diğerleri "asnâm" ile "ensab"ın farkını göstermişlerdir. Şöyle ki "asnâm", resimli ve nakışlı taşlar, putlardır. "Nusub" ise dikili taşlardır ki, resimli veya nakışlı olması şart değildir, vesen (put) gibidir. Nitekim Adiy b. Hâtim boynunda haç ile geldiği zaman Peygamberimiz : " Boynundan şu putu at" buyurmuş, haç'a vesen demişti. Demek ki "Nusub" resimli ve nakışlı olması şart olmayarak evsan (putlar) kabilinden hürmet için konulmuş ve dikilmiş taşlardır ki, zamanımızda "âkide" derler. Bunlar tek parça bir taştan, ibaret olabilecği gibi, birçok taşların birleşmesinden de olabilir ve sadece bir yığın halinde de bulunabilir. "Nusub"ın tekil ve çoğul olması düşüncesi de bundandır. "Ensab" da birçok nusublar demektir.

Kısaca cahiliye devrinde Kabe'nin etrafında böyle dikilmiş veya konulmuş birtakım taşlar vardı ki, bunlara hürmet ve tazim ederler ve üzerlerinde kurban keserlerdi. Hatta bunlara bile kurban keserlerdi. Mekke'de olduğu gibi diğer Arap beldelerinde de böyle saygı ve hürmet edilen putlar vardı ki "Sa'd" dedikleri taş da bunlardan biri idi. İşte Mücahid, Katade ve diğerlerinin dedikleri gibi nusub (dikili taşlar) bu taşlardır. Mücahid'in açıklamasına göre cahiliye insanları bunların üzerinde kurban keserler ve isterlerse bunları daha hoşlarına giden diğer taşlarla da değiştirirledi. İbnü Abbas hazretlerinden de : " Bunlar üzerinde kurban keserler ve bunlar üzerinde ihramdan çıkarlardı" diye nakledilmiştir. İbnü Cerir demiştir ki:" Bunlar asnâm (putlar) değildirler, sanem resimli olur. Bunlar ise üçyüz altmış kadar dikilmiş taşlardı. "Derler ki, üçyüzü Huzâa'da idi. Kurbanları kestikleri zaman, bunların Kabe'ye gelen taraflarına kanları serperler ve etleri yarıp bu taşların üstlerine korlardı. Müslümanlar: Ey Allah'ın Resulü, cahiliye halkı Kabe'ye kan ile saygı gösterirlerdi. Bu ise bize daha çok layık değil mi? demişler. Peygamberimiz "hayır" dememişti. Bunun üzerine "Onların ne etleri, ne de kanları Allah'a ulaşmaz. Fakat sizin takvanız ona ulaşır". (Hacc, 22/37) âyeti inmiştir."

İşte bütün bunları haram etmiştir. Bunlar ya açıktan açığa dir veya o kabildendir, o mânâdadır. Bu şekilde iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birisi, "lâm" mânâsına olarak "putlar için boğazlanan" demektir. Fakat bunun, cümlesinden olduğu açıklamaya muhtaç değildir. Diğeri, "Putlara karşı, yani ona bir hürmeti içererek üzerinde veya dibinde ve yanında her ne adına olursa olsun kesilen" demektir ki, bu şekilde boğazlanırken dikili taşların veya putların veya diğer bir adın anılıp anılmamasından daha genel olur. Ve hatta dikili taşlar (putlar)a hürmet fikri beslemek üzere yalnız Allah'ın ismi anılsa bile yine haram olur. Bu ise mânâsında olmakla beraber açık değildir. Dolayısıyla delil olarak gösterilmesi, leşe nazaran boğulmuş hayvan ve diğerleri gibi mühim bir faydayı içermektedir. Özetle her halde dikili taşlar (putlar) üzerinde ve üstünde kesilene mahsus değildir. Ve bununla yalnız kesilenin haram olması değil, bir kesme tarzının haram oluşu da açıklanmıştır. İşte bütün bu mânâlarla haram olduğundan dolayıdır ki, bir âmirin veya büyüklerden birinin gelişinden dolayı kurban kesmek haramdır. Fakat Allah için misafire ikram veya fakirlere sadaka olarak dağıtmak üzere kesmek caizdir.

11- Ezlam, yani zarlarla kısmet istemeniz veya almanız. Cahiliye Arapları bir yolculuğa, bir harbe, bir ticarete, bir nikaha, kısaca mühim bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar ile bir kısmet çekerlermiş. Zarın birinde ," Rabbim emretti", yahut "yap" diye emir, diğerinde, "Rabbim yasakladı", yahut "yapma" diye yasak yazılı; biri de boş olurmuş. Torbaya elini sokar, birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, yasak çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çalkalarlarmış. İşte burada böyle falcılık yasaklanmıştır. Cumhur (çoğunluğun görüşü budur. Bu şekilde "istiksam", rızık ve diğer ihtiyaçlarla ilgili hayır ve şer, kısmeti bilme sevdası demek olur. Kaffal tefsirinde der ki: "Bu istiksâm (kısmet isteme) , cahiliye devrinin bir buluşu idi ve yenecek şeyler hakkında yaptıklarına da uygun idi. Çünkü dikili taşlara kesmek Kabe'nin yanında yapıldığı gibi, orada bulundukları zaman bunu da orada yaparlardı." Mücahid, burada "ezlâm" (zarlar)'ın Fars ve Rumlar'ın kumar oynadıkları küp şeklinde olan tavla zarları ile Arab'ın ok gibi olan zarlarından daha genel olduğunu söylemiştir. Bununla beraber Arab'da küçük çakıl taşlarından zarlar olduğu da nakledilmiştir. Diyorlar ki, asıl Arab'ın zarları üç çeşit idi: Birisi, zikrolunduğu üzere üç zar ki herkes kendisi edinebilirdi. İkincisi, yedi zar ki Kabe'nin içinde "Hubel" denilen putun yanında dururdu. Birinde yazılı ki, diyet işlerinde bu yediyi çekerler, kime çıkarsa diyet ona lazım gelirdi. Birinde (evet), diğerinde (hayır) yazılı. Çekerler, çıkan ile amel ederlerdi. Birinde (sizden), birinde (bitişik),birinde (sizden başkası) yazılı, bir insanın kendilerinden olup olmadığını tanımak için çekerler. Çıkana uyarlardı. Birinde de yazılı idi. Su için çıktıklarında da bunu çekerlerdi. Bu yedi zar kahinlerin ve hakimlerin yanında da Hubel'in yanında gibi bulunurdu. Üçüncüsü de on zar ki Bakara sûresinde "Sana şarap ve kumardan soruyorlar" (Bakara, 2/219) âyetinde açıklanan kumar ve piyango zarları idi. Bazı tefsirciler burada "zarlarla kısmet isteme"den maksadın yine bu meysir (kumar) olduğunu söylemişlerdir. Hakikatte bunun yenecek şeylerle münasebeti açıktır. Çünkü "Dikili taşlar üzerine boğazlananlar"ın bir taksim şekli demektir. Bu şekilde "istiksam" kısmet almak demek olur. Bununla beraber fal ve kısmet aramak da rızık ve yemek meseleleriyle ilgilidir. Netice olarak bir mânâya göre falcılık, bir mânâya göre de kumarcılık yasaklanmıştır. Kumar ayrıca yasaklanmış olduğundan çoğunluk burada öbür mânâyı tercih etmişlerdir. Ve her iki şekilde "kur'a"nın da her şeyde caiz olamayacağı anlaşılmıştır.

Bütün bunlar fasıklıktır bu sayılan haramlara el uzatmak, Allah'a itaattan ve Allah yolundan çıkmaktır. Şu halde müslümanlar bunlara asla el uzatmamalıdırlar. Sofralarını, kursaklarını, şahıslarını, toplumlarını bu gibi kötülüklerden temizlemelidirler.

Bugün, şu şimdiki zamanda, şu son yıllar zarfında veya özellikle şu âyetin indiği şu günde, şu demde. Ki bu âyet hicrî onuncu yılda, Veda Haccı'nda Arefe günü olan cuma günü ikindiden sonra, Peygamber Efendimiz Arafat'da "Adba" adındaki kıymetli devesinin üzerinde vakfede iken nazil olmuştu. Devenin kolları vahyin şiddeti ile, üzerinden basan saadet yükünün ağırlığına dayanamayıp çöküvermişti.

Bugün kâfirler sizin dininizden artık ümitlerini kestiler. Bu dini bozmak ve sizi kendilerine çevirmekten veya bu dine karşı size üstün gelmekten ümitlerini kestiler. Şu halde siz o kâfirlerden korkmayın, korkup da yemenizde, içmenizde ve diğer fiil ve hareketlerinizde onlara göz yummayı hatırınıza getirmeyin, onlardan endişe etmeyin de ancak benden korkun, benden korkun da emirlerimi, yasaklarımı tamamen icra edin ve anlaşmalarınızı güzelce yerine getirin, bugün sizin dininizi kemaline erdirdim, size bütün iman, akaid ve ahlâk kurallarını koydum ve en mükemmel teşrî usulü ve ictihat kanunlarını öğrettim, bundan sonra bu ahkâmın, bu helal ve haramın nesholunma (kaldırılma)sı ihtimali kalmadı, ve size nimetimi tamamladım. Tevfik ve hidayetle tam saadete eriştirdim, galip ve muzaffer kıldım. Mekke'yi fethetmeyi ve cahiliyye nişanelerini yıkmayı, müşrikleri Kabe'ye yaklaşmaktan ve çıplak tavaf etmekten yasaklayarak, sizi bugün tam emniyet ve üstünlükle haccı eda etmeyi ve hükümlerini yerine getirdiğiniz şu mesut makama ulaşmayı nasip ettim.

Mücahedelerinizin meyvelerini toplattırarak, özetle sizi kuvvetli bir güce ve hakim bir devlete mazhar kılıp tam mânâsıyla "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz" (Fatiha, 1/4) diyebilen tek sosyal toplum haline getirerek bulunduğunuz şu mukaddes makamda, "Allahım, ben senin emir ve fermanına her zaman uyarım, her zaman itaat ederim. Senin ortağın yoktur. Davetine sadakatle icabet ederim. Şüphesiz hamd de, nimet de, mülk de, sana mahsustur. Emir ve davetine uyarım" diye Allah'ın kelimesini yücelten, şükrünü ilan eden, alınları ak, gönülleri pak, seçkin ve yüce bir Muhammed ümmeti kıldım da "size olan nimetimi tamamlayayım" (Bakara, 2/150) vaadimi yerine getirdim, ve size din olmak üzere İslâm'ı beğendim, ona razı oldum ki, Allah katında beğenilen din başkası değil, ancak odur. İşte sayılan haramlar, bu en mükemmel din ve bu tam nimet ve bu İslâm cümlesindendir. Şu halde müslümanlar bundan böyle başka tebliğleri beklemeyerek ve bu haramların kaldırılabileceğini hatıra getirmiyerek bu din gereğince akitlerini yerine getirmeye özen göstermeye ve ilâhî minetler ile nimetlenmiş olmaya devam etmelidir.

Eser sahipleri (râviler) demişlerdir ki, bugünden sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) nihayet seksenbir veya sekseniki gün kadar yaşadı ve bundan sonra dini hükümlerde ne bir fazla, ne bir nesh, ne bir tebdil (değiştirme) vaki olmadı. Bununla Hz. Peygamber'e peygamberlik görevinin sonu ve böylece vefatının yaklaştığı haber verilmiş oluyordu. Rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) bu âyeti okuduğu zaman ashab-ı kiram gerçekten sevinmiş ve pek büyük sevinçler göstermişler ve fakat Hz. Ebu Bekir ağlamıştı. Sorulduğunda: "Bu âyet Resûlullah'ın vefatının yaklaştığını gösteriyor" demiş ve bundan tebliğ vazifesinin sona erdiğini anlamıştı. Ve yine rivayet edildiğine göre aynı mânâyı Hz. Ömer de anlamıştı. Bakara sûresinde açıklandığı üzere en çok tercih edilen rivayete göre "Bir günden korkunuz ki, o gün hepiniz Allah'a döndürüleceksiniz" (Bakara, 2/281) âyeti de bundan sonra ertesi gün Kurban Bayramının birinci günü inmiş ve seksenbir gün sonra Peygamberimizin vefatı vuku bulmuştu. Rivayet edilir ki, Hz. Ömer'in halifeliği zamanında bir gün yahudilerden birisi: "Ey müminlerin emiri, siz kitabınızda okuyorsunuz, bir âyet var; eğer bu, bizim yahudi toplumuna inmiş olsaydı, o gün biz bayram yapardık" demiş. "Hangi âyet?" diye sormuş olduğunu söylemiş. Hz. Ömer (r.a.) de: " Biz o günü ve o gün bunun Hz. Peygamber (s.a.v)'e nazil olduğu yeri tanırız. Cuma günü Arefe'de bulunuyordu" buyurmuş ve o günün bayramımız olduğuna işaret etmiştir. İbnü Abbas'dan da bayram günü ve cuma günü, iki bayramın birleştiği bir günde indi" diye nakledilmiştir. den buraya kadar gelen aziz hitapları haram olan yiyeceklerin beyanı sırasında bir mu'tarıza cümlesi siyakında toplanmıştır ki, bunun hikmeti de bu haramların bir zarar ve baskı değil, bir kâmil din ve tam bir nimet cümlesinden olduğunu ve Allah katında hoşnut olunan İslâm dininin sağlam hükümlerinden bulunduğunu ve müslümanların bu çirkinliklere asla tenezzül etmemeleri gerektiğini özellikle anlatmak suretiyle haramı tekit ve ondan çekinmeyi anlatmaktır. Şu halde bunu takip eden bu mu'tarıza cümlesine değil, öncesindeki haramlara bağlıdır. Fakat bu mu'tarıza cümlesinin tekit durumuyla yukarda işaret ettiğimiz üzere bu bağlantıya şöyle bir ifade siyakı verilmiş oluyor:

Şimdi müminler bugün bu dini olgunluğa erdiklerinden ve böyle pisliklerden kurtulup temiz ve saf tam bir nimete erdiklerinden dolayı Allah'a teslim olmak ve bağlanmakla hamd ve şükür etsinler, bayram yapsınlar ve sakın Allah'a itaatten çıkıp da harama el sürmesinler ve bu haramların helal olabileceğini hatırlarına getirmesinler, ancak her kim bir mahmesada yani karın kasığa geçmiş ölümden ve ölümün başlamasından korkulur bir açlık halinde sıkışık durumda olur da, bir günaha meyletmeyerek, yani zaruret miktarını geçmiyerek veya diğer bir çaresiz durumda olanın elinden almayarak bunlardan yerse Allah gafurdur, rahîmdir, cezalandırmaz. Zaruretler, haram olan şeyleri mubah kılar. Fakat muztar olmak, başkasının hakkını iptal etmez. Nitekim bu mânâ Bakara sûresinde "başkasına saldırmadan ve sınırı aşmadan" (Bakara, 2/173) diye ifade olunmuş idi.

Haram edilen şeylerin bu şekilde açıklanmasından hemen sonra bunların zıddı olan helallerin açıklanması siyakında buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

4- Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: "Size iyi ve temiz şeyler helal kılındı." Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın (besmele çekin), Allah'tan korkun. Muhakkak Allah, hesabı çabuk görendir.

5- Bugün size iyi ve temiz şeyler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helal olduğu gibi, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Ve müminlerden iffetli hür kadınlar ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden namuslu hür kadınlar, zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın, namuslu bir şekilde mehirlerini ödediğiniz takdirde, size helâldir. Her kim imanı inkâr ederse, ameli boşa gitmiş olur ve o, ahirette zarara uğrayanlardandır.

4- Ey Muhammed, ümmetin sana şunu sorarlar veya soruyorlar:

Kendilerine neler helâl kılındı? İkrime ve Muhammed b. Ka'b'den nakledildiğine göre Cebrail aleyhisselam: "Biz köpek bulunan eve girmeyiz" demiş olduğundan dolayı Hz. Peygamber köpeklerin öldürülmesini emretmiş ve Ebu Rafi'i bununla görevlendirmiş. O da Medine'deki köpekleri hep öldürüp Avali'ye (şehrin dışındaki yüksek kısımlara) kadar varmış. Bunun üzerine Asım b. Adiy ve Sa'd b. Hayseme ve Uveym b. Sa'd gelmişler: "Bize ne helâl kılındı ey Allah'ın Resulu?" demişler. Resullullah susmuş, sonra bu âyet nazil olmuştur. Hakim Ebu Abdullah "Sahih"inde senediyle rivayet ettiği üzere Ebu Râfî demiştir ki: "Resulullah bana köpeklerin öldürülmesini emretti. İnsanlar geldiler: 'Ey Allah'ın Resulü, öldürülmesini emrettiğin bu ümmetten bize ne helal kılındı?' dediler, Allah Teâlâ âyetlerini indirdi." Bundan başka Saîd b. Cübeyr demiştir ki, "Adiy b. Hatim ve Zeydülhayl : 'Ey Allah'ın Resulü, biz köpeklerle ve doğanlarla av avlarız, Âli Dır'in ve Âli Ebi Havriyye'nin köpekleri yaban sığırlarını, yaban eşeklerini ve geyikleri alırlar. Bazısını kesmeye yetişiriz, bazısı da öldürülür kesmeye yetişemeyiz. Halbuki Allah Teâlâ leşi haram kılmıştır. Şu halde bize bunlardan neler helal oluyor?' demişlerdi. Bu âyet bu sebeple indi." Buna göre bu soru istisnasına ait, ve cevap da tezkiye (kesme) nin şer'î mânâsını açıklama ve izah sadedinde gelmiş demek olur ki, söz gelimine çok uygundur. Önceki rivayet, bu âyetlerin inişinin, haram kılma âyetinden önce olduğuna; ikinci rivayet de sonra olduğuna delalet etmektedir. Bundan sonraki "bugün size helal kılındı", "bugün dininizi ikmal ettim" den başka bir gün olmadığına göre de, bu âyetlerin inişleri başka başka olduğunu kabul etmek zor olacaktır. denilen günlerin birbirinden başka günler olmadığı açık ve belli bulunduğundan, bunlar yalnız Arefe gününü değil, Mâide sûresinin bütün nüzul zamanını kaplayan Muhammed (a.s.)'ın son senesini tek zaman olarak ifade etmekte ve bu şekilde gerek haramın açıklanması ve gerek helalin açıklaması âyetlerinin nüzul tarihi açısından ya hakikaten veya hükmen bitişik ve yakın bulunduklarını anlatmaktadır. "Böyle soruyorlar" diye sorunun vaki oluşunu hikaye değil, " sorarlar" diye olmuş ve mümkünü içine alacak şekilde daha genel bir soru tasavvur edilmesi gerekir. O halde her türlü şüpheyi kaldırmak ve defetmek için:

Ey Muhammed, şöyle söyle: size iyi ve güzel şeyler helal kılındı. Kötü ve çirkin şeyler değil, nitekim "Onlara güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar" (A'raf, 7/157) buyurulmuştur. Şu halde İslâm midesine, İslâm sofrasına pis şeyler değil, hoş şeyler konmalıdır. Daha önce de işaret edildiği üzere "tayyib" lugatta "müstelezz" yani hoşlanılan temiz ve hoş şey demektir. Haram olma şüphesi bulunmayan - izin verilen- helale de buna benzeterek "tayyib" denilir. Zira zararı olmamak mânâsında birleşirler. İbnü Cerir, Taberi gibi bazı tefsirciler burada "tayyibat", "helaller" diye tefsir etmişlerse de "helaller helal kılındı" demek tutuk bir ifade olacağından tefsircilerin çoğu ve müctehidler bunun "lezzet ve iştah duyulan temiz ve hoş şeyler" mânâsına yorumlanmasının vacib olduğunu göstermişlerdir. Şu halde mânâ, "Hoşa giden ve iştah hissedilen her temiz şey size helal kılındı" demektir. Fakat bundan herkesin her hoşuna giden şeyin helal olduğunu da sanmamalıdır. Muhakkaktır ki, kötü alışkanlık ile huy ve ahlâkı bozulmuş kimselerin zevk ve takdirine itibar yoktur. İbret, selim tabiatadır. Ve "tayyibat" ancak selim tabiatlı kişilerin tiksinmeyip hoşlandıkları şeylerdir. Yoksa çöl halkı ve zorluklar içinde yaşayanlar her çeşit hayvanı hoşlanıp yiyebilirler. Gerçi "Yerde olanların hepsini sizin için yarattı" âyeti delaletince mubah olmak esastır. Ve bu umûma göre insandan başka her hayvandan, her bitkiden ve her şeyden yemek suretiyle de faydalanmanın mubah olması lazım gelirdi. Fakat "Onlara temiz şeyleri helal, murdar olanları haram kılar." (A'raf, 7/157) delaleti üzere bu umûmdan habâis (çirkin ve kötü şeyler) çıkarılarak helal, tayyibata tahsis edilmiş ve dolayısıyla aslî mubah olmayı kayda bağlamak için, bu büyük bir esas ve genel bir kanun olmuştur ki; helal ve haramın tayininde özel delil bulunmadıkça buna müracat olunur. Ve çirkin şeyleri ayırt etmeyenlerin zevkine itibar olunmaz. Cahiliye Arapları, yukarda açıklandığı üzere leşi veya leş kabilinden bir hayli şeyleri yedikleri halde, tayibattan olan en'am (hayvanlar) dan bazılarını, En'am sûresinde açıklanacağı üzere deve), sâibe (puta adanan deve), vasîle (erkek ve dişi olarak ikiz doğan yavrular), ham (on kere döl alınan deve) adlarıyla kendilerine haram ederler yemezlerdi. Bunların temiz olduğuna hükmettikeri halde bazı vehimlerinden dolayı yemezlerdi. Buna karşı temiz olan her şeyin helal olduğu açıklanmış ve bu hüküm: "De ki: 'Allah'ın, kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?' (Araf, 7/32) âyetiyle de tekit edilmiştir ki, sebepler ve nüzul hikmeti yanında bu âdetin kat'i şekilde kalkması da vardır. Şüphe yok ki, bu "tayyibat"da kara ve deniz hayvanlarından başka, kuşların ve hatta bütün bitkilerin de hoşları dahildir. Ve sonra helal olan her hayvanın bütün kısımlarının da helal olması gerekmeyeceğini ve kesilmiş olan hayvanların kısımları meyanında bulunan habâis (çirkin şeyler)in de haram olduğuna işaret etmektedir.

Özetle selim tabiatın ve sağlam fıtratın hoşlandığı bütün tayyibat (hoş ve güzel şeyler) helal kılındı "Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin..."

CEVÂRİH, "cariha"nın çoğuludur ki, esas olarak "cerh"den alınmış olup, tesir mânâsı düşüncesiyle "kasibe" (kazanan) mânâsına isim olmuştur. Şu halde cevarih, kevasib demektir. Bunun için el, ayak ve ağız gibi yaralama ve kazanma aleti olan organa cevarih denildiği gibi, av tutan yırtıcı hayvanlara ve kuşlara da kavasib ve cevarih denilir ki, burada maksat budur. "Mükellibîn", "mükellib"in çoğuludur. Mükellib, teklib eden yani yırtıcı hayvanları ava dadandırıp alıştıran, avcılık talim edip öğreten demektir ki; bir köpek, sahibi tarafından kışkırtıldığı yere gider, çağırılınca gelir, avı tutunca habseder yemez, sahibi almak isteyince kaçmaz, zorlayınca dinler ve bunu en az üç kere yapıp âdet edinirse öğrenmiş sayılır. Ahmed b. Hanbel ikiyi, Hasenü'l-Basri biri yeterli görmüştür. Bu öğretime teklib denilmesi tağlib yoluyladır. Zira çoğunlukla öğretilen köpeklerdir. Bununla beraber her yırtıcı hayvana da köpek (kelb) denir. Nitekim Ebu Leheb'in oğlu Utbe, Şam seferine giderken Resulullah: "Allah'ım buna kelblerinden bir kelbi musallat et" diye dua etmiş, Utbe'yi de yolda arslan yemiş idi. Bunun için bu eğitimin bilinen köpeğe mahsus olduğu sanılmamalıdır. Şu halde mânâ şudur: Bir de kelb ve diğer yırtıcılar meyanından ava alıştırarak Allah'ın size öğrettiği anlayışlardan eğitim yaptırarak öğrettiğiniz eğitilmiş avcı hayvanlar helal kılındı. Şu halde bunlardan bu şekilde faydalanır, besler, alır satarsınız. Fakat yemeye gelince kendilerini değil. Size imsak ettikleri, tutuverdikleri avlardan yiyiniz. Dikkat edilmesi gerekir ki, değil, dir. Tuttuklarının hepsini değil; bir kısmını, güzel kısımlarını yiyiniz. Sonra mutlaka "yakaladıkları" değil, "size tutuverdikleri" dir. Yani kendilerine değil, size tutuverdiklerini yiyiniz. Şu halde bir köpek eğitilmiş olursa ve avcı tarafından sevkedilir de bir avı tutar, yaralar, öldürür de avcı ona ölmüş olduğu halde yetişirse helaldir. Eğitilmiş yırtıcının yaralaması, boğazlama yerine geçen bir kesmedir. O, onun bir aletidir. Diğer parçalayıcılar ve aynı şekilde ok, mızrak, tüfek de böyledir. Muhakkak diriyken yetişilip boğazlanması şart değildir Zira o zaman eğitilmiş ile eğitilmemişin farkı yoktur. Fakat cevarih (yaralayıcılar) kavramı gereğince yaralama gereklidir. Yaralamadan boğar veya çarpar da öldürürse bazıları, "size yakaladıklarından", zahirî olarak mutlaktır, diyerek yine yenir demişse de, doğrusu bunun boğulmuş veya vurularak öldürülmüş olandan farkı yoktur, aynı mânâya dahildir, yenmez. Sonra eğitilmiş köpek, yaralamış ve öldürmüş olmakla beraber, biraz da yemiş bulunursa bu da yenmez. Çünkü o onu kendisine tutmuş demektir. "Size tuttukları" değildir. Bununla beraber Selman-ı Farisi'den, Sa'd b. Ebi Vakkas'dan, İbnü Ömer'den, Ebu Hüreyre'den yenir diye rivayet de edilmiştir. Malik ve Evzâi yenir demişlerdir. Ancak bu meselede köpek ile kuş ayrılmıştır. Ve kuşun yemiş olmasının helal olmasına engel olmayacağı gösterilmiştir ki, Hanefî mezhebi bunu kabullenmiştir.

Bu şekilde bunların tuttuklarından yiyin, ve üstüne Allah'ın ismini anın. Yani köpeği ve kuşu salarken "besmele çekin" ve her halde Allah hesabı süratli olduğundan emirlerine karşı gelmekten sakının.

5- "Bugün sizin dininizi ikmal ettim, size olan nimetimi tamamladım" diye tekit ve belgelendiği gibi yine aynı mânâ ile helallerin vurgulanması ve ondan sonra genellenmesi dolayısıyla buyuruluyor ki: Bugün size bütün tayyibat, her çeşit hoş nimetler helal kılındı. Bir de kitap ehlinin yiyeceği, yani gerek bu tayyibattan kestikleri ve avladıkları ve gerek ekmek ve diğerleri gibi yiyecekleri size helal, sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir. Yani yedirir ve satabilirsiniz. "Taam"dan maksadın ne olduğu hakkında üç görüş vardır: Birincisi, kurbanlık demektir. İkincisi, ekmek ve meyve gibi kesilmeye muhtaç olmayandır ki, Zeydiyye imamlarından nakledilen budur. Üçüncüsü, kurbanlıklar ve diğer her çeşit yiyeceği içine alır. Çoğunluk birinci görüşü tercih etmişlerdir. Çünkü kurbanlıktan başkasının yiyecek olmasında sahibine tahsisi yoktur. Kurbanlık ise kesicinin fiiliyle yiyecek olabilir. Ve bunun için kitap ehline bağlanmasının bir mânâsı vardır.

Ahkâm-ı Kur'ân'da Ebu Bekir er-Râzî der ki: "İbnü Abbas'tan, Ebu'd-Derdâ'dan, Hasen ve Mücahid, İbrahim, Katâde ve Süddi'den rivayet edilmiştir ki den maksad kurbanlıklardır. Gerçekte görünen de bunu gerektirir. Gerçi yiyecek lafzını genel mânâda kullansak, gerek kurbanlıklarını ve gerek diğer yiyeceklerini içine alır. Fakat daha açık olan özellikle kurbanlıklar kastedilmektedir. Çünkü ekmek, zeytin yağı ve diğer yiyeceklerin hükmü, onu imal edenlerin özellikleriyle ayrılık arzetmez. Bunlard