Yeni Şafak'ın haberine göre kitap, yeni baskısında Ömer Hakan Özalp tarafından bu defa daha ayrıntılı ve ilaveli olarak hazırlanmış.
Sanat eserlerinde, şiir ve edebiyatta; topluca söylersek Türkçe’de Filistin ve Kudüs ne kadar yer tutuyor? Bu konuda fikir edinebileceğimiz bazı çalışmalar varsa da yeterince derli toplu değil.Son zamanlarda bir ucundan bu konuyu tutmaya çalıştım. XIX. yüzyılın sonu, XX. yüzyılın başı diyebileceğimiz döneme ait bazı hatıra kitaplarında iz sürmek istedim. Bu tür kitaplardan biri, eskiden beri bildiğimiz, Falih Rıfkı’nın Zeytindağı’dır. Özellikle o bölgeye giden ve eli kalem tutan asker ve bürokratlardan bazıları hatıralarını yazmışlar. Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bolayır, II. Meşrutiyet’in hemen öncesindeki birkaç yıl Kudüs’te yöneticilik yapmış. Ali Ekrem’in kendi hatıraları arasında Kudüs yılları yoksa da kızı Selma Ekrem, 1930’ların başında Amerika’da yazıp İngilizce olarak yayımladığı hatıralarında, babasının Kudüs yıllarına önemli bir yer ayırmış.
Mehmet Tevfik Biren de Kudüs’te yönetici olarak bulunanlardan biri. Eşi ressam Naciye Neyyal’le beraber.. Her ikisinin hatıraları da yayımlandı. 1890’lar sonundaki Kudüs’ten sayfalar açıyorlar önümüze.
Etraflı bir baskıSon aylar içinde, sözünü ettiğim anıları bütünleyici özellikler taşıyan, tamamen Kudüs seyahatine ayrılmış bir kitap çıktı: İşaret Yayınları, Yusuf Akçura’nın Mektuplarla Suriye-Filistin-Kudüs Seyahati ve Siyonizm Meselesi’ni yayımladı. Kitap, benim gibi, Yusuf Akçura’yı sadece Üç Tarz-ı Siyaset kitabıyla tanıyanlar üzerinde bir sürpriz etkisi yaptı. Aslında 2016 yılında, İsmail Türkoğlu tarafından Suriye ve Filistin Mektupları adıyla hazırlanıp Ötüken Yayınları’nca yayımlanmış bu eser. Ancak Ömer Hakan Özalp tarafından hazırlanan bu yeni baskı daha etraflı ve ilaveli. Ben bu yeni baskıyla haberdar oldum ondan.
Yusuf Akçura, o günkü Rusya’dan gelen ve Cumhuriyet öncesi dönemde, Türkçülük hareketinin İstanbul’da teşkilatlanıp siyasî bir akım halini almasında öncülük eden, çoğu Kazanlı, Müslüman Türk aydınların belki de birincisidir. Orenburg’da çıkmakta olan Vakit gazetesi adına, 1913 yılı Mart-Temmuz ayları içinde gerçekleştirdiği Filistin seyahati izlenimlerini, bu gazetede Tatarca olarak, 20 Nisan-17 Ekim 1913 tarihleri arasında yayımlamıştır. Kitabı hazırlayanlar, aradan yüz seneyi aşkın bir süre geçtikten sonra, bu yazıları, Türkiye Türkçesine aktararak yayımlamışlar.
Gözlemlerini Aktarıyor1913 yılı Filistin’inden (özellikle Beyrut, Kudüs ve yeni kurulan bir şehir olarak Telaviv’den) çarpıcı izlenim ve sahneler aktaran bu kitabı diğerlerinden ayıran en temel özellik, bana göre, Yusuf Akçura’nın müdekkik tarafıdır. Orada bir gazeteci olarak bulunduğunu unutmadan, bir düşünce ve bilim adamı dikkati ve titizliğini de kullanarak (Paris’te, 1899’da girdiği, Ecole Libre des Sciences Politiques’te okumuştur) bu yazıları yazmış Akçura. Başta Yahudiler olmak üzere farklı cemaatler içine (Fransız, Rus, Alman vd.) girip gözlem yapmaya, bölgeye tek bir açıdan (Osmanlının gözüyle) bakmamaya özellikle gayret göstermiştir. Analiz gücü kadar sanatı ve şiiri de hesaba katarak.. “Bazı kimseler, dinin kendisinin de bir şiir olduğunu söylerler; ben, böyle diyemem. Ancak, dini kalbe iyice yerleştirmek ve yayabilmek için en güçlü silahın şiir, musıkî.. vb. güzel sanatlar olduğuna tamamen inanmaktayım.”
Bölgenin idarecisi pozisyonunda bulunan Osmanlı’nın çözülüş ve yıkılış süreci içinde olduğunu düşünürsek bu döneme ait hatıralar ayrı bir anlam yüklenecektir bizim için. Akçura, yola çıktığı geminin bir Fransız kumpanyasına ait olmasından başlayarak gözümüzü açmaya çalışır. Fransızların Suriye’de yüz yıldan beri Türkiye’nin varisi olmaya hazırlandığına, her onbeş günde bir, bir Fransız gemisinin İstanbul’dan Beyrut’a seferi bulunmasına dikkatimizi çeker. Buna karşılık bir Türk vapuru ise ancak “iki-üç ayda bir” bir sefer gerçekleştiribilmektedir. O da Balkan Savaşı öncesine kadar. Artık o imkan da ortadan kalkmıştır.
Kitaptaki Beyrut bölümü, yazarın, “Beyrut denince benim aklıma okullarla ıslahat gelecektir.” cümlesiyle özetlenebilir. Bunların en önemlisi, bir bakıma bizdeki Robert Kolej’in karşılığı olan, Amerikan Üniversitesi’dir. Akçura, vapurda beraber geldikleri, bir mutasarrıf sayesinde ziyaret edebilmiştir bu okulu. Daha kampüs alanına girer girmez de gözleri kamaşır:
Rusyadaki “Ceditçi” hareket içinden gelen Akçura, yurdundaki benzeri diğer aydınlar gibi “Yenilikçilik”inin temelinde “okul siyaseti” bulunan bir aydındır. Bunun için bir an Beyrut’taki bu misyoner okulunun derin amaçlarını görmezden gelir. Onu, dönemin Fransız ve Osmanlı okullarıyla karşılaştırır. Burada, öğrencilerin, hayatın içindeki gibi serbest bulunuşlarına dikkat çeker.
Siyonizm ve Faaliyetleri Kitaptaki her bölümün analitik olarak ele alınması gerekiyor. Bu yazıda bunların tamamına değinme imkanımız yok. Ancak özellikle Kudüs bölümünde siyonistlerin amaç ve faaliyetleri hakkında dikkat çekici tespitler var. Bu konuda G. Maspero’nun bir kitabından da yararlanan yazar, oradan şu satırları aktarıyor: “Yahudilerin toprak zaptı, asla hızlı ve keskin hareketlerle olmamış; yavaş yavaş ve parça parça gerçekleşmiştir. Yahudi göçmenler, memlekete çoban grupları ya da yol kesen çeteler halinde girmiş, adım adım ilerleyebilmişlerdir. Çok zaman geçip sayıları çoğaldıktan sonra, toprağın eski sahiplerini kovmaya yahut hakimiyetleri altına almaya koyuldular.”
Yazımızı, yazarın Zeytindağı ziyaretinden aktaracağımız bazı izlenimlerle bitirelim. Tur Dağı diye de bilinen bu dağ, denizden 790 metre yüksekte bulunan Kudüs-i Şerif’ten biraz daha yüksektir (818 m.). Bu en yüksek noktadan görünen manzara içe işleyicidir:
“Ayaklar altında Kedron/Kidron ırmağı, Yosafat/Yehoşafat vadisi.. Onun bir tarafında, oldukça büyük kale duvarı üstüne oturtulmuş Harem-i Şerif meydanı; meydandaki firuze renkli Kubbetü’s-Sahra, geniş Mescid-i Aksa, irili ufaklı kubbeler, çepeçevre dolanan zeytin ve çınar ağaçları; siyah, kalın mum gibi uzayıp duran serviler... Bu görkemli meydan, uzaktan, adeta çokkıymetli bir oyuncak gibi görünmekteydi;”
Kitaba bazı ekler de yapılmış. Bunlardan en önemlisi, Akçura’nın siyonizm hareketleri ve siyonistlere yaklaşımını “hem müphem, hem de kısa” bulan hemşehrisi Musa Carullah’ın aynı gazetede yayımladığı, konuyla ilgili eleştiri ve tespitleridir.