​Kudüs Siyonizm'in sonunu getirecek

Siyonizm'in sonu yaklaşıyor. Günbegün artırdıkları zulümlerinin sonunda kendilerini hiç unutamayacakları bir yok oluş bekliyor. Onlar da bunu bildikleri için kuduz bir köpek gibi Gazze'ye saldırıyorlar, Kudüs sokaklarında Siyonist gençler dahi korkudan otomatik silahlarla dolaşıyorlar.

ÖZLEM DOĞAN

Geçtiğimiz günlerde terör devleti İsrail’in işgali altında olan Filistin’i ziyaret ettik. Mirasımız Kudüs Derneği’nin davetlisi olarak derneğin yardım faaliyetlerine katılmak ve işgalci Siyonistlerin zulüm ve baskısına rağmen hayatını sürdürmek için direnen Filistin halkına yanlarında olduğumuzu göstermek için yola çıktık. Gazeteci olduğumuz için gri pasaportumuzla vize almadan ilk önce Ürdün’e hareket ettik. Bir gece Maarif Vakfı’nda konuk olduk. Ertesi sabah Ürdün sınırından Kudüs topraklarına geçtik. Her ne kadar Osmanlı’yı yıkan güçler Türk milletinin bir zamanlar hükmettiği topraklardaki milletlerle bağlarını koparmış olsa da bizi birleştiren din bağı dolayısıyla kendimizi yabancı hissetmiyorduk. Fakat Kudüs’e adım atmaz daha ilk kontrol noktasında karşımıza çıkan o küstah ve çirkin işgalci yüzler gerçeğin ne denli acımasız olduğunu gözler önüne seriyordu. Önümüzdeki altı gün boyunca İsrail askerlerinin neredeyse tamamının elinde Coca Cola olduğuna şahit olduk. Katiller, kendi ürettikleri kanlı içeceği içmekten de geri durmuyordu. Gazeteci grubumuzda benim gibi ikinci defa Kudüs’e gelenlerin yanı sıra Mescid-i Aksa’yı ilk defa görecek olan arkadaşlarımız da vardı. Heyecanlıydık, Müslümanların ilk kıblesi bizi bekliyordu. Türk beklenendir; gerçekten bizi bekliyorlardı…

KUDÜS’TE OSMANLI MÜHRÜ

Osmanlı asırlarca huzur ve barışla hükmettiği bu topraklara mührünü o derece kuvvetli mühür vurmuştu ki şehrin her sokağında karşımıza bir eseri çıkıyordu. Hava güneşliydi, aydınlık şehrin Sultan Süleyman Caddesi’nde yürüyorduk. Mescid-i Aksa’yı çepeçevre kuşatan yedi kapılı mevcut surlar, Kanuni Sultan Süleyman’ın Kudüs’teki en büyük izlerinden biriydi. Ecdadımızın eseri hala dimdik ayakta duruyordu. Şam kapısından içeri girdik. Yine Osmanlı döneminde yapılan çarşıdan geçerek Mescid-i Aksa’ya doğru ilerlemeye başladık. Tatlıcılar, tespihçiler, türlü türlü meyvelerin bir arada bulunduğu dükkanlar Kapalıçarşı’yı andırıyordu. Bir amca arkamızdan seslendi. Nereden geldiğimizi sordu, Türkiye deyince adeta gözlerinin içi parladı. Bize duvarın dibine kurduğu tezgahına özenle yerleştirdiği peygamber hurmalı tatlısından ikram etti. Adının Ahmet olduğunu öğrendiğimiz bu nur yüzlü amca geleneklerimizin, asırlarca hükmettiğimiz bu coğrafyada kültür kodlarına işlenmiş misafirperverliğimizin aradan yüz küsür yıl geçse de unutulmadığının bir kanıtı gibiydi.

TERÖR DEVLETİNİN YASAKLARI

Bir zaman makinesinde gibiydik. Çarşı, Osmanlı’nın son dönemlerinde çekilmiş siyah beyaz fotoğraflarından çok da farklı değildi. Tek fark; her adımda karşımıza çıkan işgalci İsrail’in askerleri ve çirkin yüzleriyle hızlı adımlarla yanımızdan geçip giden, melon şapkalı, uzun perçemli siyonistlerdi.

Bunlar, normalde el-Halil veya Meğaribe kapısından geçebilecekken Müslümanları kışkırtmak için bilhassa bu güzergahı yani Şam Kapısını kullanıyorlardı. Terör Devleti İsrail’in Gazze’de devam ettirdiği soykırım aklımızdan çıkmadığı için İsrail polisinin küstahça tavırları karşısında öfkemizi zor dizginliyorduk. Kullanıma kapalı birkaç kapısı da olmakla birlikte Hıtta, Silsile, Nazır, Esbat, Hadid, Kral Faysal, Gavanime, Megaribe, Kattanin ve Mutahhara isimli on kapısı olan Mescid-i Aksa’ya ulaştığımızda eli silahlı işgal askerleri tarafından durdurulduk. Hangi ülkeden geldiğimizi sordular. Yüzlerinden hainlik akan işgalciler gri pasaportlarımızı inceledi ve sonra ‘Türkleri almıyoruz’ diyerek zorluk çıkardılar. Kattanin (Pamukçular) kapısından geri çevrilmiştik, iki kapıda daha uğraştıktan sonra nihayet silsile kapısından içeriye girebildik.

TÜM GÖRKEMİYLE MESCİD-İ AKSA

Karşımızda tüm görkemiyle Kubbet-üs Sahra duruyordu. Bu güzel mabed sarı kubbesi ve mavi çinileriyle Filistin direnişinin en büyük sembollerinden biriydi. İkindi güneşinin altın sarısı ışıkları simaları, ruhları sarıp sarmalıyordu. Her adımda şükrediyorduk, dünya gözüyle Mescid-i Aksa’yı görebilmek nasip olmuştu. Kuşları bile bir başka ahenkle cıvıldayan bu kadim şehirde tarifi imkânsız hislerle içimiz mutlulukla doluydu. Kubbet’üs Sahra’dan içeri girdim. Kadınlar toplu halde Kuran okuyordu. Erkeklerden çoğunluktaydılar. İkindiyi kıldıktan sonra camiyi gezdim, gözleri kamaştıran tavan işlemeleriyle, mozaikleriyle Aksa’nın güzelliğini hayatımıza kıymetli hatıralar olarak nakşettik. Gezip görmeden bu havayı teneffüs etmeden ne yazsak ne söylesek elbette eksik kalır. Kubbet’üs Sahra’nın ardından Kudüs’ün fethinden sonra Hz. Ömer’in inşa ettirdiği Kıble Mescidi’ni ziyaret ettik. Burada yeri gelmişken ifade edelim; Kubbet’üs Sahra’nın önünde fotoğraf çekilip Mescid-i Aksa şeklinde paylaşınca ‘orası Kubbet-üs Sahra, daha bunu bilmiyorsun’ şeklinde yorum yapan cahillerin asıl bilmediği ise Kubbet-üs Sahra’nın ve Kıble Mescidi’nin de bulunduğu, surlarla çevrili olan144 dönümlük arazinin tamamına Mescid-i Aksa deniyor. Yani bu alanın neresinde durursanız durun orası Mescid-i Aksa’dır.

KORKAK SİYONİSTİN YÜZÜ

Akşamları da ışıl ışıl parlayan Mescid-i Aksa’da akşam ve yatsı namazlarını eda ettik. Kral Faysal kapısından çıktık, çarşıda bir dükkâna girdik. Daha önce tatmadığım kalazone isimli kapalı pizza olarak tarif edebileceğim nefis bir hamur işi yemeği deneyimledim. Son derece lezzetliydi. Çarşıdaki tatlıcı dükkanları üstleri açık şekilde tatlı tepsilerini sergiliyordu. Lokma tatlısı, baklava ve daha niceleri davetkar şekilde içeri çağırıyordu. Arkadaşlarım epey ilerlemiş, ben ise arkada kalmıştım. O esnada karşıdan geçen 15-16 yaşlarında siyah dini giyimli, uzun perçemli üç Yahudi çocuğundan en çirkin olanı tatlı tepsisinin içine tükürdü ve gülerek geçip gitti. Benimle birlikte bir Filistinli daha bu aşağılık harekete şahit olmuştu. İkimiz de dükkân sahibine gidip durumu anlattık. Esnaf, Yahudi çocuğun yanına gidip hesap sordu. Dokunamıyordu çünkü dokunduğu an sorgusuz sualsiz siyonist askerler tarafından öldürülebilirdi. Ortalık bir anda ana baba günü oldu, askerler geldi, çocuğu kenara çektiler. Ben de ‘bu çocuk tatlıya tükürdü, gördüm’ diye bağırdım. Yahudi çocuğun yüzündeki o alaycı tavır bir anda korkuya dönüştü. Bizde ‘korkak Yahudi’ diye bir tabir vardır, işte ete kemiğe bürünmüş hali tam karşımda duruyordu. Elbette işgalci askerler çocuğu kurtarıp gittiler. Filistinli esnaf ise tepsiyi alıp çöpe atmak üzere içeri götürdü. İşte siyonist küstahlığın işgalle birleşip Müslümanlara nasıl zulmettiğinin küçük bir kanıtını birkaç dakika içinde bizzat yaşamıştım.

Devamı yarın…