Özlem DOĞAN
Aynı kasvetli hava saraya da hakimdi. Çünkü Padişahın hal'edilmesi kararı verilmişti. Hal fetvasının ilk metnini Elmalılı Hamdi Efendi kaleme almıştı. Artık sıra bu kararı açıklayıp, Sultan Abdülhamid'i ivedilikle sürgüne yollamak ve yerine Şehzade Mehmet Reşat'ı padişah ilan etmek olacaktı. Zira Mehmet Reşat'ı diledikleri gibi yönlendirebileceklerinden emindiler. Ülkenin adı Osmanlı Devleti olsa bile idarenin ipleri İttihat ve Terakki'nin ellerindeydi artık. Padişahlık, Abdülhamid Han'dan itibaren yalnızca bir sembolden ibaret olacaktı.
Saray odasında buhranlı bir bekleyiş hakimdi. Abdülhamid Han, karşısında duran heyet azalarının sessizliğine nokta koydu:
"Buyurunuz!"
Birkaç sinsi bakışın ardından paşanın, bir zamanlar elini eteğini öptükleri padişaha azil tebliği salonda bulunanların kulaklarında çınladı:
"Millet seni azletmiştir!"
Halbuki Sultan Abdülhamid Han otuz üç yıl, millet ve devleti ve dahu00ee memleketinin selameti için çalışmıştı. Fakat onun siyasi dehasını anlayamayanlar için bunun bir ehemmiyeti yoktu. Ülkenin içinde bulunduğu karanlık tabloya bir fırça darbesi daha vurdular. Çöküşü hızlandırmış olmanın yükünü kimse omuzlarında hissedecek kadar sorumluluk duygusuna sahip değildi. Bilinçsizce (ya da bilinçli olarak) bir imparatorluk mazinin kollarına teslim ediliyordu.
Padişahın evhamlarını dillerine dolayanlar, onun memleketi işgal etmeye hazırlanan düşman kuvvetlerine karşı onca yıldır nasıl ustalıkla siyaset ettiğini görmezden geliyorlardı.
Alman birliğini kurmuş olan Prens Bismark bile Sultanın siyasi zekasını şöyle tanımlıyordu:
"Dünyada yüz gram akıl varsa, bunun doksan gramı Abdülhamid Han'da, beş gramı bende, kalan beş gramı da diğer dünya siyasu00eelerindediru2026"
Ve apar topar alınan bir kararla, tarihe damgasını vurmuş bir imparatorluğun padişahı sürgüne yollandı. Asırlık bir devlet bataklığa sürüklenirken, kendini bilmezler sevinç nidaları ile bu zulme alkış tuttular.
*****
Sultan Hamid Han'ın hanımı Behice Sultan sürgünden evvel yaşanan üzücü bir hadiseyi nakleder. "Padişah, hal' edilmeden evvel bana, içinde mücevherler bulunan bir çanta vermişti. "Bunu iyi sakla! Bundan sonra ne olacağı belli değil. Sen ve çocukların istikbali için harcarsınız" demişti.
Çantada o zaman için milyarlarca lira tutarında mücevher bulunuyordu. Sultan Hamid'in çok sevdikleri anneleri Perestu00fb Valide Sultan'ın pek kıymetli elmas küpeleri de bunun içindeydi ki, Sultan Hamid buna ziyadesiyle ehemmiyet verirdi. Ne var ki, bir gün İttihatçı subaylar evimizi bastı ve bu çantayı elimizden aldılar, içindekileri aralarında paylaştılar."
Yalnızca hatıralar değil, hanedana ait ne varsa yağmalanmıştı. Sürgünde geçen yıllar padişah için elbette kolay olmayacaktı. Bir yandan sağlığıyla imtihanı, diğer yandan vatanının içine sürüklendiği uçurum için elinden dua etmekten başka bir şey gelmiyordu.
İslam ümmetinin halifesini tahttan indirenlerin bir Yahudi(Emanuel Karasu), Ermeni(Aram Efendi) ve Arnavut(Esat Toptani) oluşunu anlayabilmek kabil değildi elbet. Azınlık, çoğunluğun padişahını hal' etmiş ve özgürlüğünü elinden almıştı.
Selanik'teki Alatini köşkünde hastalık, yalnızlık ve endişe içinde geçen günler ve haftalaru2026 İmparatorluk topraklarından gelen ve insanın yüreğini dağlayan haberlere karşı nasıl kayıtsız kalabilirdi ki? Düveli muazzamının hain işgal planlarını, milliyetçilik sevdasına düşmüş Osmanlı azınlıklarının isyanlarını, İstanbul'da hükümetin yönetimini ele geçirenlerin önleyebilmesi en az Osmanlı'nın şaşaalı ve kudretli günlerine tekrar geri dönebilmesi kadar uzak bir hayaldi.
****
Kalem, kelamın ışığında ilerliyor ve sade olmasına özen gösterildiği halde, kelimelerin her harfinde bir hüzün, matemu00ee bir yalnızlık kendini belli ediyordu. Esaretin kederi, hürriyete duyulan özlemin sızısıyla kaleme alınmış olan mektup, sabık padişah tarafından Meclis-i Mebusan reisi Ahmet Rıza bey' e yazılmış ve o dönem Selanik Bahçe gazetesinde açık mektup olarak yayınlanmıştı.
Tanzimat'ın padişahı Sultan Abdülmecid'in küçük yaşta öksüz kalan oğlu, halife-i ruyi zemin Sultan Abdülhamid'in Bahçe gazetesinde yayınlanan açık mektubunda şunlar yazılıydı:
-Abdülhamid'den Ahmet Rıza Bey'e-
Meclis-i Mebusan reisi muhteremi, ve vatanın en hamiyetli evladı Ahmet Rıza Beyefendiyeu2026
Meclis-i Mebusan reisi olduğunuz için size müracaat ediyorum. Bu mektubumda nezaket-i resmiyenin ıstılahat-ı atiykasına isti'mal etmeyeceğim.(Resmu00ee nezaketin terimlerini kullanmayacağım)
Çünkü eski adetlerle tevfik-i hareket edecek vaktim yok.
Biliyorsunuz ki bugün milletin esiriyim. Selanik'de Alatini köşkünde mahpusum. İşte bunun için milletten azimetime müsaade talep ediyorum.
Yevm-i veladetimden(doğduğum günden) beri, devair-i şahanemde kapalı idim. O zamandan beri entrika, fesad içinde yaşadım. Ve ölmemek için ekseriya öldürdüm. Ama kan dökmeden de hükümet edebilirdin diyecekler. Bunu yalnız söylemek kolaydır. Hürriyetperverler bile düşmanlarını katletmek zorunda değiller midir? Hem onlar serbest bir mahiyette büyümüşler.
Etraflarında benim gibi hafiyeler, haru00eesler, garezkarlar da yoktur. Herhalde daha bir çok esbab-ı muhaffife (hafifletici sebepler)gösterebilirim. Mamafih, insan sultan olmalıdır ki; insan olmanın ne kadar güç olduğunu anlasın.
Bir de bana derlerdi ki; ben insanların en büyüğüm! Bu sebeple beni ne tesmim (zehirleme) ne idam etmemeli.
Bakınız! Bir hükümdarı giyotin altında öldürmekten çekinmeyen garb vahşileri, şimdi katilleri bile idam etmeye cesaret etmiyorlar. Onların verdikleri bu dersi müsamahayı siz de deneyebilirsiniz.
Zaten beni serbest bırakırsanız, onların memleketine gitmek istiyorum. Parisliler tarafından mutlaka hüsn-ü kabul görürüm. Onlar, süku00fbt eden hükümdarları da severler.
Bu mektup, başta Ahmet Rıza Bey olmak üzere, okuyanların hafızalarında nasıl bir tesir bıraktı, bilinmez.
Ortada acı bir hakikat var ki; tasarladıkları yenilikler devletin gidişatında önemli bir rol oynayacakmış gibi görünen İttihat ve Terakki mensuplarının tam anlamıyla hiçbir kademede u2013yönetim aşaması da dahil- hazırlık yapmadıkları için devleti hızla yok olma sürecine teslim etmeleriydi.
O dönem padişahın azılı düşmanları olanlar bile ileriki yıllar da açıkça pişmanlıklarını dile getirmekten imtina etmemişlerdir.
Koyu bir Abdülhamid düşmanı olan ve sultanın tahttan indirilmesini canı gönülden arzulayan Rıza Tevfik (Bölükbaşı) onun yokluğundan sonra milletin ve devletin bağrında açılan yaralara şahit olunca "Abdülhamid'in Ruhundan İstimdad" adlı şiiriyle yaşanan nedameti gözler önüne sermiştir:
Neredesin, şevketli Sultan Hamu00eed Han,
Feryadım varır mı barigahına?
Ölüm uykusundan bir lahza uyan,
Şu nankör milletin bak günahına!
Tarihler adını andığı zaman,
Sana hak verecek, hey koca sultan,
Bizdik utanmadan iftira atan
Asrın en siyasu00ee padişahına.
Padişah hem zalim, hem deli dedik
İhtilale kıyam etmeli dedik,
Şeytan ne dediyse, biz beli dedik
Çalıştık fitnenin intibahına!
Du00eevane sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz.
Sade deli değil edepsizmişiz,
Tükürdük atalar kıblegahınau2026
Rıza Tevfik gibi pişmanlığını dile getiren bir başka isim de Enver Paşa' dır. Mersinli Cemal Paşa'ya hitaben:
"Paşam, bütün ef'alimin (eylemlerimin) hesabını vermeye hazırım. Biz turan yapmak istedik, viran olduk. Bizim asıl mes'uliyetimiz, Sultan Hamid'i anlamamak ve Siyonizme alet olmaklığımızdır. Acıdır, fakat hakikat bu!" diyerek yapılan büyük hatayı dile getirmiştir.
Üstad Necip Fazıl'ın da dediği gibi; "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır."
Üzücü hadiselerin kapısı ardına kadar aralandığı vakit artık bir şeyler yapabilmek için çok geç kalınmıştı. Padişahın ardından nutuk atanlar ortalıklardan kaybolmuş, her taraftan kuşatılmış imparatorluğa adeta vahşi kurtlar gibi saldıran devletlerle din ve millet adına yokluk içinde savaşan Türk halkı kaderiyle baş başa bırakılmıştı.
Ezanların huzurlu sesinin gölgesinde, şerefle yaşayıp şerefle ölmek için şehadet yoluna çıkanlar bir daha geri dönemediler; Balkanlar'dan, Sarıkamış'tan, Çanakkale'den...
Aradan uzun yıllar geçtikçe gerçekler zamanın tozuyla örtüldü. Bize düşen bu gerçekleri hakkıyla öğrenip gelecek nesillere aktarmak. Ceddimizin bize miras bıraktığı bu güzel şehri İstanbul'un havasını teneffüs ederken, selatin camilerinde alnımızı secdeye götürürken, şimdilerde kurumuş da olsa, bir zamanlar gürül gürül akan sebillerin önünden geçerken durup biraz tefekkür etmeliyiz. Bize öğretilenlerin ve gördüklerimizin ardında hangi gerçekler gizli? Benliğimizde kutsallaştırdıklarımıza olan sevgimizle, ya asıl kutsal olanlara ihanet ediyor ve bundan bi-haber yaşıyorsak? Tarih, olaylara müdahale edemez ama asla affetmez. Gün gelir mazinin ihanetini gelecek nesiller öder. İslam coğrafyasının bugünkü içler acısı durumu, tarihteki hainlerin ve körü körüne inanılan kahramanların(!)eseridir.
Türkiye ihanetlerden, sürgünlerden ve cinayetlerden epeyce nasibini almış bir ülke. Bilhassa Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında yasaklarla sindirilmiş milletimiz, son yıllarda bu ülkenin gerçek tarihini cesurca yazabilen onurlu kalem sahipleri sayesinde "gör!" denileni değil, görmesi gerektiğine vakıf olmaya başladı. Burada bize düşen ise milletimizi hakiki düşmanlarına karşı bilinçlendirmek. Mehmet Akif'in de işaret ettiği gibi;
"Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar. Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?"