Kıyamet suresi ne anlatıyor? Kıyamet suresinin konusu nedir? 40 ayeti kerime olan Kıyamet suresinin tefsirini hazırladık. İşte Kıyamet suresinin tefsiri...
Kıyamet Sûresi Tefsiri
1. Yemin ederim o kıyâmet gününe.
2. Yemin ederim pişmanlık duyup dâimâ kendini kınayan nefse ki, siz mutlaka diriltilip hesâba çekileceksiniz!
3. Ne o, yoksa insan kendisinin kemiklerini toplayıp bir araya getiremeyeceğimizi mi sanıyor?
4. Evet! Hem de özel çizgileriyle birlikte parmak uçlarına varıncaya kadar bizim onu yeniden yaratıp düzenlemeye gücümüz yeter.
5. Fakat insan suç işleyip durmak için önündeki kıyâmeti inkâr etmek ister.
6. Alay ederek: “Ne zamanmış o kıyâmet günü?” diye sorar.
Allah Teâlâ kıyâmet gününe yemin ederek söze başlar. Bu, kıyâmetin ehemmiyetini, dehşetini ve kâfirlerin iddialarının aksine mutlaka vuku bulacağını gösterir. İkinci yemin ise “nefs-i levvâme” üzerine yapılır. Nefs-i levvâme, “kınayan nefis” demektir. Bu, başkasını olabileceği gibi, daha çok yaptığı yanlışlar, işlediği günahlar sebebiyle kendini kınayan nefistir. Kıyamet kesinlikle olacak, ona inanmayan nefisler, o gün kendilerini çok kınayacak, dünyada yaptıkları günahlara, düştükleri gafletlere, heba ettikleri fırsatlara çok pişman olacaklardır. Hatta her nefis kendisini kınayacak, durumuna göre: “daha iyi işler niye yapmadım, daha güzel niye çalışmadım” diye pişman olacaktır. (bk. En‘âm 6/31; Zümer 39/55-58)
Müşrikler, insanın öldükten sonra yeniden dirilişini uzak görüyor, buna inanmak istemiyorlardı. Zaman zaman bu yönde Resûlullah (s.a.s.)’e şiddetli itiraz ve isyanları oluyordu. Nitekim Ahnes b. Şüreyk ve damadı Adiy b. Ebi Rebia Peygamberimiz (s.a.s.)’in komşuları idi. Adiy bir gün Efendimiz (s.a.s.)’e: “Ey Muhammed! Bana o kıyamet gününden haber ver bakalım. O ne zaman ve nasıl olacak?” demişti. Resûlullah (s.a.s.) da haber vermişti. Bunun üzerine Adiy: “Ey Muhammed! Ben onu gözümle görsem bile doğrulamam ve sana da inanmam. Allah o kemikleri mi toplayıp bir araya getirecek?” demişti. Resûlullah (s.a.s.) de: “Allahım! Bu kötü komşularımın hakkından sen gel” diye dua etti. (Kurtubî, el-Câmi‘, XIX, 93) Sûrenin, müşriklerin bu tür itirazlarına cevap olarak indiği anlaşılmakta ve Allah’ın, ölüleri yeniden mutlaka dirilteceğini haber vermektedir.
Evet, Yüce Allah insanı yeniden diriltecek, hatta onu, en ince kişilik çizgilerini taşıyan parmak uçlarına kadar bütün özellikleriyle vücuda getirecektir. Burada “parmak uçları” ifadesinin kullanılması dikkat çekicidir. Çünkü bugün artık herkesin bildiği gibi, parmak ucundaki izler her şahsa göre değişir. Hiçbir insanın parmak ucu izi diğerine benzemez. Bu sebepledir ki, hırsızlık ve cinâyet gibi suçlarda parmak izleri, suçlunun tespiti konusunda çok mühim bir delildir. Dolayısıyla âyette, Allah’ın parmak uçlarını bile düzenlemeye kadir olduğu bildirilerek, her insanı ötekinden ayıran en belirgin hususiyetlerden birine işaret edilmiş, bu izlerin nasıl bir incelik ve özellik taşıdığına ve ilâhî kudretin bunları nasıl bir mahâretle yarattığına dikkat çekilmiştir. Bugün yapılan incelemeler, sadece parmak izleri değil, her insanın hücre yapısının kendine özgü olduğunu, bir insandaki herhangi bir hücrenin dahi diğer insandaki herhangi bir hücreye benzemediğini ortaya koymuştur. Milyarlarca hücre ve hiçbiri diğerine tıpatıp benzemiyor. Ne muazzam bir kudret akışı ve azamet tecellisi!... İşte dünyada bunları yaratan Allah, âhirette de yeniden yaratmaya kadirdir. Fakat insan, hayvanlar gibi hür yaşayıp, nefsinin her arzusunu yerine getirebilmek, aklına gelen günahı işleyebilmek için önünde duran kıyametin gerçekleşeceğini inkâr eder. Onu yalanlamak ister. Gelip de başına bela olmasını istemez. İşine gelmediği için de alay ederek, “ne zaman kopacakmış o kıyamet dedikleri?” diye sorar durur. Halbuki dünyada yaptıklarından âhirette hesap vereceğine gerçekten inanan kişi, günah işleyemez, başkasının hakkına saldıramaz, yalan söyleyemez, hiçbir zulüm ve haksızlık yapamaz. Bu yanlışların birinci sebebi, âhirete imanın olmayışıdır.
Halbuki kıyâmet mutlaka kopacak; hele bakın kâfir insan ne hallere düşecek:
7. Korkudan gözlerin kamaşıp kararacağı,
8. Ayın ışığının silinip gideceği,
9. Güneşle ay bir araya getirileceği zaman:
10. İnsan o gün: “Kaçacak yer neresi?” diyecek.
11. Hayır! Kaçıp sığınacak hiçbir yer yoktur!
12. O gün herkesin varıp duracağı yer, yalnız Rabbinin huzurudur!
İnsan ister inansın, ister inanmasın, gerçek değişmeyecek ve kıyâmet mutlaka kopacaktır. Burada kıyâmetin dehşetli manzaralarından biri arz edilir: O gün gözler, aniden tepelerine inen şiddetli hadiselerden duydukları korku, hayret ve dehşet karşısında faltaşı gibi açılacak, şaşırıp kalacaktır. Kıyâmet gerçeğinin, yıldırımın çakması gibi, tüm dehşeti ve netliği ile ortaya çıkmasıyla birlikte insanın gözünden bütün dünya yerinden oynayıp silinmeye başlayacaktır. Bu sırada ayın ışığı sönüp kararacak, “Güneş dürülüp ışığı söndüğü zaman” (Tekvîr 81/1) âyetinin haber verdiği üzere güneşin de ışığı sönecek ve güneşle ay bir araya getirilecek, yokluk deryasına dalıp görünmez olacaklardır. Bu dehşetli hâdiseler karşısında ne yapacağını şaşıran inkârcı-günahkâr insan kaçmak için yer arayacak, fakat hesap vermek üzere Yüce Allah’ın huzuruna varıp dikilmekten başka bir yol bulamayacaktır:
13. O gün insana yapıp önden gönderdiği ve yapmayıp geride bıraktığı her şey haber verilir.
14. Artık insan kendi aleyhinde bir şâhit ve bir delildir;
15. Kurtulmak için türlü türlü mazeretler ileri sürse de!
İnsana “önce ve sonra yaptığı her şeyin bir bir haber verilmesi” ifadesini şu şekillerde anlamak mümkündür:
› İnsana, ölmeden önce hangi iyilikleri ve kötülükleri yapıp âhirete göndermiş olduğu bildirilecek, amel defteri kendisine gösterilecektir. Dünyada iken yapmış olduğu gerek iyi gerek kötü amellerin, ölümünden sonra ardından gelen nesillerde iyi veya kötü ne gibi bir iz bıraktığını bu defterde görecektir.
› Ona dünyada yapması lazım gelirken yapmadığı iyilikler ve yapmaması gerekirken yaptığı kötülükler gösterilecektir.
› Önce ne yapmış sonra ne yapmış, hepsi sırasına göre bir tablo halinde kendisine gösterilecektir.
Aslında bunların gösterilmesine ve haber verilmesine gerek bile yoktur. Bundan maksat, sadece mahkemede ona karşı bir delil ve şâhit olmasıdır. Çünkü o gün insan kendi kendine şâhit olarak yetecektir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Biz her insanın sevabını ve günahını boynuna doladık; öyle ki, kıyâmet günü önüne, her şeyi açık açık kaydedilmiş bulacağı bir defter çıkaracağız. Ona: «Oku şimdi defterini! Bugün sana hesap görücü olarak kendi nefsin yeter!» diyeceğiz.” (İsrâ 17/13-14)
O gün insanın azaları kendilerinin ne yaptıklarına şâhitlik edecek, insan buna mani olamayacaktır:
“Nihâyet ateşin karşısına geldiklerinde kendi kulakları, gözleri ve derileri, vaktiyle işledikleri bütün kötülükleri söyleyip onların aleyhinde şâhitlik edecekler. Derilerine öfke ve hayretle: «Niçin aleyhimizde şâhitlik ediyorsunuz?» diye çıkışacaklar. Derileri ise: «Ne yapalım; her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu. Sizi başlangıçta yaratan O idi; yine O’na dönüyorsunuz» diye cevap verecekler.” (Fussılet 41/20-21)
Demek ki, o gün her şey tüm açıklığı ile ortaya çıkacağına göre, insanın, kendini haklı çıkarmak için ileri süreceği hiçbir mazeret ona fayda vermeyecektir. İşte Kur’an, insanı bekleyen bu tehlikeleri haber vermek üzere indirilmektedir. O halde:
16. Rasûlüm! Sana vahyedilen âyetleri hemen ezberleyip bellemek için dilini kıpırdatma.
17. Çünkü onu senin kalbinde toplayıp ezberletmek de, onu dilinde akıtıp okutmak da bize aittir.
18. Biz onu sana okuduğumuzda, sen de onun okunuşunu tâkip et.
19. Sonra onu açıklamak da elbette bize ait bir iştir.
Bu âyetlerdeki hitabın kime yapıldığı ile alakalı iki farklı mâna mülahaza olunabilir:
Birincisi; hitap, mahşer yerinde kendini savunmak için mazeretler uydurmaya çalışan günahkâr insanadır. “Ey insan! O gün hesap verirken Hakk’ın huzurunda vicdanındakini acele söyleyip de işin içinden çıkacağım diye telaş etme. Sakın, dilini bile oynatma, zira onu, o bildiklerini derleyip toplayan sen değilsin, biziz. Biz onu derler toplar sana okuruz. Sen yalnız bizim okuduğumuzun ardınca gel ki o vakit tam hakkı söylemiş, yanlışlığa düşmemiş olursun” demektir.
İkincisi; hitap, Cebrâil’den vahyi alırken acele edip dilini kıpırdatan Resûlullah (s.a.s.)’edir. Nitekim bu ayetlerin inişi hakkında şöyle bir rivayet vardır: “Melek Cebrâil vahyi getirdiği zaman Resûlullah (s.a.s.), gelen vahyi unutmamak ve iyi bellemek için dilini, dudaklarını depretirdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu ayetleri indirdi.” (Buhârî, Tefsir 75/1-2; Müslim, Salât, 148) Diğer bir ayette de: “Rasûlüm! Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan önce unutma endişesiyle Kur’an’ı okumakta acele etme! «Rabbim! Benim ilmimi artır!» diye dua et” (Tâhâ 20/114) buyrulur.
Cenâb-ı Hak bu âyetlerde ezberletmek, okutmak ve mânasını öğretmek üzere üç hususta Efendimiz (s.a.s.)’e müjde verir. Nitekim âyette geçen “onu toplamak bize aittir” ifadesi, İbn Abbas’tan gelen bir rivayette “Onu senin sadrında toplamak yani onu sana, senin irade ve gayretin olmadan ezberletmek bize aittir” şeklinde tefsir edilir. (bk. Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân 28; Nesâî, İftitah 37)
Bu âyetleri dikkatlice incelediğimiz zaman burada Kur’an’ı okuma, ezberleme ve anlama metoduyla alakalı önemli kâidelere temas edildiği görülecektir:
Öncelikle hocayı düzgün bir şekilde dinlemek. Böylece doğru bir şekilde ezber yapılmış olur.
Dikkatli olmak, zihni toplamak, ezberi engelleyici hal ve hareketlerden uzak durmak.
Allah’a güvenmek, O’nun kendi kitabını ezberlemeye çalışanlara yardım edeceğine ve zihinlerini açacağına inanmak.
Allah Teâlâ’ya dua ve niyazda bulunmak.
Hepsinden önemlisi ise, her türlü düşünce, söz ve davranışlarda gelip geçici basit hedeflerin değil, faydası sonsuza kadar devam edecek ebedî ve bâkî hedeflerin peşinden koşmak.
Çünkü bu hususta insanın çok büyük bir zâfiyetine dikkat çekilerek buyruluyor ki:
20. Hayır, hayır! Siz peşin olan dünya hayatını ve onun fânî nimetlerini çok seviyorsunuz.
21. Âhireti ise bir kenara bırakıyorsunuz.
Âhireti inkâr etmenin birinci sebebi bu sûrenin 5. âyetinde geçmişti. O da hesabı kitabı reddedip istedikleri günahı işleyebilme arzusuydu. Burada ikinci sebep bildirilir. Bu da peşin olan dünyayı, dünya nimet ve menfaatlerini sevip âhireti göz ardı etmektir. Bu gibiler için, dünyadaki işler ve bunların neticeleri önemlidir. Yaptıklarına karşılık âhirette ne gibi sonuçlar elde edeceklerine hiç aldırış etmezler. Hep bu dünyanın lezzet ve faydaları için çalışmak gerektiğini sanırlar. Ne pahasına olursa olsun, dünyada başarılı olmak gerektiğini savunurlar. Bunun âhiretteki neticesi ne kadar kötü olursa olsun onlar için önemli değildir. Yine âhiretteki karşılığı ne kadar güzel olursa olsun, bu dünyada kaybetme, meşakkat ve kederden muhakkak kaçmak isterler. Hâsılı peşin alışveriş yapmak isterler. Âhiret gibi, onların asılsız zanlarına göre, uzak bir hadise için, bugünkü kârlarından vazgeçmek işlerine gelmez. Şâir onların hâlini ne güzel resmeder:
“Hâcet-i dünya için sen varırsın yüz yere,
Hâcet-i ukbâ için hiç komazsın yüz, yere.”
Hak dostlarından Şakik b. Seleme yakınlarına şu nasihatte bulunur:
“Evliyâ zümresiyle aranızda o kadar mesâfe var ki… Sizin içinde bulunduğunuz durumla, onların yaşadığı hâle en basit misâl şu: Dünya onlara geldiği halde kaçtılar; fuzûlî bir şey almadılar. Dünya size yüz çevirip gittiği halde, siz onun peşinden gidiyorsunuz.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 131)
Halbuki insanların öte dünyadaki nasipleri dünyayı veya âhireti tercihlerine göre olacaktır:
22. Yüzler var, o gün mutluluktan ışıl ışıl parlayacak.
Fani dünyaya aldanmayıp âhireti tercih edenlerin yüzleri o gün sevinç ve mutluluktan parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır. Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in, mü’minlerin cennette Allah’ı göreceklerine dair açık müjdeleri vardır. Nitekim bir gün ashâb-ı kirâm Efendimiz (s.a.s.)’e:
“- Yâ Rasûlallah! Kıyâmet gününde Rabbimizi görecek miyiz?” diye sordular. Peygamberimiz (s.a.s.) de:
“- Sizler, ayın on dördüncü gecesinde, görmeye engel hiçbir bulut yokken ayı görüp görmeyeceğinizden hiç şüphe eder misiniz?” diye sordu. Onlar da:
“- Hayır etmeyiz yâ Rasûlallah!” dediler. Bu defa Resûl-i Ekrem (s.a.s.):
“- Peki, görmeye engel hiçbir bulut yokken güneşi görüp görmeyeceğinizden şüphe eder misiniz?” diye sordu. Onlar yine:
“- Hayır, onda da şüphe etmeyiz, yâ Rasûlallah!” dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.):
“- İşte Rabbinizi de kıyâmet gününde öyle ayan beyân göreceksiniz” buyurdu. (Buhârî, Tevhid 24; Ezân 129; Müslim, İman 299)
Konuyla ilgili Efendimiz (s.a.s.)’in bir diğer müjdesi de şöyledir:
“Cennetlikler cennete girince Allah Teâlâ onlara:
“- Size vermemi istediğiniz başka bir şey var mı?” diye soracak. Onlar da:
“- Yâ Rabbî! Yüzlerimizi ak etmedin mi? Bizi cennetine koyup cehennemden kurtarmadın mı, daha ne isteyelim?” diyecekler. İşte o zaman Allah Teâlâ perdeyi kaldıracak. Onlara verilen en güzel ve en değerli şey Rablerinin cemâline bakmak olacaktır.” (Müslim, İman 297; Tirmizî, Tefsir 10/1)
Şâir ne güzel söyler:
“Herkes anlar hem görürdü yüzünü ey dost senin,
Vechin üzre «len terânî»den nikâbın olmasa.
Cennet-i irfâna dâhil olanın kande baksa gördüğü dîdâr.
Korkma tamudan eğer âşık isen, bülbül olanın yeri gülzâr olur.”[1]
Buna mukâbil:
[1] Vech: Yüz. Len terânî: Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ’ya olan “Sen beni göremezsin” hitabı. Nikâb: Perde. Cennet-i irfân: Allah’ı kalpte tanıma cenneti. Kande: Nerde. Tamu: Cehennem.
23. Sonsuz bir huzur ve saâdet içinde Rablerinin cemâline bakacak.
Fani dünyaya aldanmayıp âhireti tercih edenlerin yüzleri o gün sevinç ve mutluluktan parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır. Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in, mü’minlerin cennette Allah’ı göreceklerine dair açık müjdeleri vardır. Nitekim bir gün ashâb-ı kirâm Efendimiz (s.a.s.)’e:
“- Yâ Rasûlallah! Kıyâmet gününde Rabbimizi görecek miyiz?” diye sordular. Peygamberimiz (s.a.s.) de:
“- Sizler, ayın on dördüncü gecesinde, görmeye engel hiçbir bulut yokken ayı görüp görmeyeceğinizden hiç şüphe eder misiniz?” diye sordu. Onlar da:
“- Hayır etmeyiz yâ Rasûlallah!” dediler. Bu defa Resûl-i Ekrem (s.a.s.):
“- Peki, görmeye engel hiçbir bulut yokken güneşi görüp görmeyeceğinizden şüphe eder misiniz?” diye sordu. Onlar yine:
“- Hayır, onda da şüphe etmeyiz, yâ Rasûlallah!” dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.):
“- İşte Rabbinizi de kıyâmet gününde öyle ayan beyân göreceksiniz” buyurdu. (Buhârî, Tevhid 24; Ezân 129; Müslim, İman 299)
Konuyla ilgili Efendimiz (s.a.s.)’in bir diğer müjdesi de şöyledir:
“Cennetlikler cennete girince Allah Teâlâ onlara:
“- Size vermemi istediğiniz başka bir şey var mı?” diye soracak. Onlar da:
“- Yâ Rabbî! Yüzlerimizi ak etmedin mi? Bizi cennetine koyup cehennemden kurtarmadın mı, daha ne isteyelim?” diyecekler. İşte o zaman Allah Teâlâ perdeyi kaldıracak. Onlara verilen en güzel ve en değerli şey Rablerinin cemâline bakmak olacaktır.” (Müslim, İman 297; Tirmizî, Tefsir 10/1)
Şâir ne güzel söyler:
“Herkes anlar hem görürdü yüzünü ey dost senin,
Vechin üzre «len terânî»den nikâbın olmasa.
Cennet-i irfâna dâhil olanın kande baksa gördüğü dîdâr.
Korkma tamudan eğer âşık isen, bülbül olanın yeri gülzâr olur.”[1]
Buna mukâbil:
[1] Vech: Yüz. Len terânî: Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ’ya olan “Sen beni göremezsin” hitabı. Nikâb: Perde. Cennet-i irfân: Allah’ı kalpte tanıma cenneti. Kande: Nerde. Tamu: Cehennem.
24. Yüzler de var, o gün asılacak, buruşacak.
25. Çünkü kendisine, bel kemiklerini kıracak belâlı ve korkunç bir şeyin yapılacağını anlayacak.
Âhireti bırakıp dünyayı tercih eden, dini gerçekleri yalanlayıp kötülükler işleyen kâfirlerin ise, çektikleri acı ve pişmanlıktan yüzleri ekşiyip kararacak, sararıp solacak ve son derece mutsuz olacaklardır. Çünkü onlar, büyük bir korku içinde, “bellerini kıracak” bir belânın gelmesini beklemektedirler.
فَاقِرَةٌ (fâkıre), bel kemiğini kırıp omiriliğe isabet eden, yani belleri kırıp parçalayan darbe demektir. Bundan hareketle mecazi olarak büyük belâ, musibet ve felaketlere de “fâkıre” denilir. Bu kelimenin ayrıca “devenin burnu üzerine vurulan işaret” mânası da vardır. Bunun izahında: “Devenin burnu üzerine, kemiğe kadar bir yırtmaç açılır. Oraya bir yular takılarak deve çekip götürülür” denilmektedir. Buna göre, “âhirette suçlunun, burnu üzerine açılan yarığa takılan yular ile hayvan gibi çekilip azaba götürüleceğine” işaret edilir.
Dolayısıyla hayat nimeti eldeyken kıymetini bilmek gerekiyor. Değilse bu böyle devam etmeyecek, ecel bir gün kapıyı çalacak:
26. Hayır, hayır! Can köprücük kemiğine dayandığı,
27. “Yok mu bunu iyileştirecek, şifa verip kurtaracak?” dendiği zaman,
28. Can çekişen kişi, bunun gerçek bir ayrılış olduğunu anlayacak.
29. Ölüm acısıyla kıvranıp, bacağı bacağına dolaşacak.
30. İşte o gün Rabbine doğru ebedî yolculuk başlamış olacak.
Güzel bir kul olanla olmayanın hâli, henüz âhirete varmadan ölüm anında bile fark edilir. Gerçi burada tasvir edilen manzara herkes için geçerlidir. Fakat söz geliminden, burada bahsedilenin, âhireti inkâr eden biri olduğu anlaşılır. Can boğaza dayandığı zaman, etrafındaki insanlar ona bir çare bulabilmek için uğraşsalar; tıbben devası kalmamış o zavallıya okuyup üfleyecek bir efsuncu bulmak için koşuştursalar da, artık o can çekişen, nefesi tıkanan, ölmek üzere olan kişi, o anda başına gelenin, hakkın kaçılmaz emri ölüm olduğunu, bunun tam bir ayrılık, sevdiklerinden, çok sevdiği ve uğruna ebedi hayatını fedâ ettiği dünyasından, onun nimetlerinden ayrıldığını anlar. Bu an, insanın dünyadan koptuğu, bütün uzuvların birbirinden “Elveda! Elfirâk!” diye diye acı ve kederler içinde ayrıldığı tam ayrılık vaktidir. O sırada ölüm acısıyla el ayak karışır, bacak bacağa dolaşır. Ya ten kafesinden uçan ruh âhiret hesabından korktuğu için bacak bacağa dolaşır. Veya can çıktığı için beden kurur, bacaklar birbirine yapışır. Yahut kefenlenirken bacaklar birbirine bitiştirilir. Bir ömür boyu sahibini üzerinde taşıyan o bacaklarda canlılık, güç ve kuvvetten hiç bir eser kalmaz.
İnsanda da hiçbir irade kalmaz. Çünkü yegâne güç ve kudret sahibi, artık onu tam anlamıyla kendi kontrolüne almıştır. Ölümle birlikte insan yakalanır, başka birine değil, ancak Rabbine sevk edilir. Hesabı görülmek, cezası verilmek üzere zorla ve itile kakıla onun huzuruna götürülür. İşte âhireti bırakıp da peşin olan dünyayı sevenlerin dünyada varacakları son budur. Âhireti sevenlerin kurtuluş ve sevgiliye kavuşma neşesiyle gülümsedikleri bu an, dünya sevgisine tutulmuş ruhlar için böyle elem verici bir ayrılık, sonsuz bir hicran, bitmez tükenmez bir sürgün olacaktır. Çünkü:
31. O kişi dünyada ne dini doğrular, ne de namaz kılardı.
32. Tam tersine, dini yalanlar ve onun gereklerinden yüz çevirirdi.
33. Üstelik yaptığıyla övünerek, çalımlı çalımlı dostlarının yanına giderdi.
34. Yazıklar olsun sana! Helâk olasın!
35. Sonra yazıklar olsun sana! Helâk olasın!
İnsanı acı bir ölüm ve ebedi bir hüsrana mahkûm eden büyük hatalara dikkat çekilir:
Peygamberin haber verdiği şekilde Allah’ı ve âhireti doğrulamamak veya Allah rızâsı için iyilik yollarında tasaddukta bulunmamak.
Bu imansızlığın bir neticesi olarak namaz kılmamak.
Dinî gerçekleri yani Allah’ı, Peygamber’i, Kur’an’ı ve âhireti yalanlamak.
Dinin emirlerinden yüz çevirip onlara uygun yaşamamak.
Sonra da bu yaptıklarıyla övünerek, böbürlenerek, gerneşe gerneşe, kurula kurula ailesinin, ehlinin yanına gitmek.
Böyle kimselere Allah Teâlâ, dört kez peş peşe اَوْلٰى لَكَ فَاَوْلٰى (evlâ leke) buyurmaktadır. “Evlâ leke” bir deyim olup: “Yazık sana, yuh olsun sana, helak olasıca, perişan olasıca, helak olmak sana layıktır” gibi beddua mânasına gelir. Söz konusu edilen kişinin, yukarıda belirtildiği üzere, yaptığı dört büyük hataya karşı, dört büyük ilâhî tehdit gelmiştir.
Bütün bunlar, insanın içine sürüklendiği derin bir gafletin dışa vuran yansımalarıdır. Oysa:
36. İnsan, başıboş bırakılacağını ve yaptıklarından hesâba çekilmeyeceğini mi sanıyor?
37. Yoksa o, başlangıçta akıtılan menîden bir damlacık nutfe değil miydi?
38. Sonra rahim duvarına tutunmuş cenin hâlini aldı. Derken Allah ona güzel ve düzgün bir biçim verdi.
39. Sonra da ondan erkek ve dişi eşler yarattı.
40. Peki, bütün bunları yapan Allah’ın, ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?
36. âyette yer alan سُدًى (südâ), “başı boş bırakılmış, kendi keyfine terk edilmiş, ilişiksiz, teklifsiz” gibi mânalara gelir. Nitekim Araplar, başıboş gezen, ağzına ne gelirse yiyen develere اِبِلٌ سُدِّيٌّ (ibilün süddiyyün) derler. Demek insan kendini, tıpkı yularsız bir deve gibi sahipsiz ve başıboş zannetmektedir. Sanki onu yaratan Allah, onu yeryüzünde sahipsiz ve başıboş bırakmış ve ona hiçbir mesuliyet yüklememiştir. Sanki insan, kendine her şeyin serbest bırakıldığını ve bir müddet sonra ona hiçbir hesap sorulmayacağını sanmaktadır. Halbuki bu düşünce, tamamen bir zandan, bir kuruntudan ibarettir. Gerçekle hiçbir alakası yoktur. Çünkü yaratan Allah insanı başıboş bırakmamış, gönderdiği peygamberler ve indirdiği kitaplarla onu kendine kullukla sorumlu tutmuştur. Öldükten sonra yeniden dirilterek bunların hesabını soracaktır. O’nun ölüleri dirilteceğinin delili ise, insanın bizzat kendi yaratılışındaki ilâhî kudret tecellileridir. İnsan kendi yaratılışı üzerinde birazcık düşünecek olsa, âhiret gerçeğini açık ve net bir şekilde görecektir. Şöyle ki:
Başlangıçta o, rahme bırakılmış bir yığın menî içinde gözle görülmez küçücük bir nutfe halindedir. Sonra bu nutfe gelişerek rahim duvarına tutunan bir aleka yani anne rahmine yapışmış bir cenîn haline geliyor. Allah onu beyni, kalbi, eli, ayağı, iç organlarıyla birlikte mükemmel bir insan olarak yaratıp şekillendiriyor. Ondan bir kısmını erkek, bir kısmını dişi yapıyor. Öylece dünyaya getiriyor, erkek ve dişi ahengi içinde insan hayatını devam ettiriyor. İşte bunu yapan ve milyarlarca insanın yaratılışı üzerinde bu muazzam kudretini sergileyen Ulu Allah, elbette ölüleri yeniden diriltmeye kadirdir. Bu sebepledir ki, Resûlullah (s.a.s.) bu âyeti okuduğu zaman: “Evet Allahım! Elbette sen ölüleri diriltmeye kadirsin!” buyururdu. (Ebû Dâvûd, Salât 150)
İnsanın sorumluluğundan, esas hayat âhiret hayatı olup ölüleri diriltmeye Allah’ın kesinlikle güç yetireceğinden bahisle son bulan Kıyâmet sûresini, yine insanın yaratılışının başlangıcını, gelişimindeki hikmeti ve çalışmalarının sonuçlarını açıklayacak olan İnsan sûresi takip edecektir: