HASAN HÜSEYİN ÖZ
4'NCÜ Dönem toplu sözleşme süreci uzlaşmayla sonuçlandı. Fakat sürecin tam olarak anlaşılabilmesi için, son saniyeye kadar pazarlıkların sürdüğünü bilmek gerekiyor. Kamu işveren tarafının verdiği teklifin düşüklüğü nedeniyle yetkili konfederasyon MEMUR-SEN'in "Bu Teklife Kapalıyız" kartonunu kaldırarak masadan kalkması yeni bir süreci başlattı. Tartışmalar he ne kadar rakamlar üzerinden sürüyormuş gibi görünse de, içinden geçtiğimiz sürece ilişkin dile getirilmesi gereken en önemli konu olan sosyal maliyet, sürecin asıl kavramı oldu. Nitekim yetkili konfederasyon yaptığı açıklamalarda "sosyal maliyet daima finansal maliyetten büyüktür" diyerek bu kavramın önemini hatırlattı.
Gerçekten de, küresel ölçekte yaşanan finansal krize paralel olarak yaşanan gelişmeler, ülkelerin en çok üzerinde düşünmesi gereken konunun sosyal maliyet olduğunu bize gösteriyor. Çünkü finansal maliyet, sosyal maliyeti karşılamak ya da engellemek için katlanılması gereken bir unsurdur. Her ne kadar bugünkü iktisat anlayışında bu gerçek bazı kavramlarla gizlenmeye çalışılsa da, küresel ölçekte yaşanan sistem krizinin aşılabilmesi için "sosyal maliyet" üzerinde durulması gerekecek. Daha doğrusu, içinden geçtiğimiz süreç, bilim kavramıyla meşrulaştırılmış hatta dogma haline getirilmiş ve fakat tekelleşmeye yol açan finansal büyüme kavramını tepe taklak ederek, adil bölüşümün önünü açacaktır.
İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ DÜNYA VE EZBERLER
Ezberlerin paramparça olduğu bir dünyanın içinde yaşıyoruz. Kimileri her ne kadar geçmişin konjonktüründe oluşmuş güvenli alandan ezberlerini oraya buraya fırlatsa da, surlar çoktan yıkılmış, kalelerin kapıları aşındırılmıştır. Bu kriz, "ha deyince savuşturulacak" bir kriz değildir çünkü. Onun için dünya, yeni arayışların yurduna dönüşmektedir.
Bakınız Immanuel Wallerstein bugün içinde yaşadığımız dünyanın resmini nasıl resmediyor: "u2026ortaya çıkan çok kutuplu dünyada sekiz ile on arasında güç merkezi var ve bunların hepsi de göreli bağımsızlığını koruyarak diğer merkezlerle müzakere yürütecek kadar güçlü. Fakat artık çok fazla güç merkezi var. Bunun bir sonucu, merkezlerden her biri azami avantaj peşinde koştuğu için sık sık geçici ittifaklar yapılmasıdır. Piyasalardaki ve para birimlerindeki dalgalanmalara güç ittifaklarındaki dalgalanmalar da eklenecektir."
Emek tarafının da bu dalgalanmalardan payına düşeni alacağı aşikardır. Türkiye'de "eski çamların" türküsünü söyleyenlerin göremediği gerçek de budur. Şu anda sistem içinde yaşanan krizi aşmak için yeni parametrelere ihtiyacımız olduğunu bilmemiz gerekiyor. Aslına bakarsanız yeni gelişen duruma karşı toplum düzleminde verilen tepkiler bize bir ufuk açısı kazandırabilir. Ne var ki, kurumsal düzlemde ezberlerine sığınanlar bu tepkilere histerik karşılık vermek eğilimindedirler.
Aslına bakılırsa, ezberin en büyük özelliği geçmişte taktığı at gözlüğünden dolayı oluşmuş olan göz ve zihin tembelliğidir. İkinci özelliği ise, birinciye bağlı olarak inattır. İnadın sonucu da malum; ben yoksam harap olsun bütün dünya. Türkiye'de bazı yapılar tam da bu noktada durmaktadır.
KRİZ DÖNEMİNDE SENDİKACILIK VE SENDİKAL KRİZ
Evetu2026 İçinde yaşadığımız dünya krizler dünyasıdır. Sendikal bazda da bunun yansımalarını görüyoruz. Fakat temel bir perspektifle bu konunun tek bir yorumu olmadığını de belirtelim. Yani kapitalizmin taşıyıcı ülkelerinde yaşanan krizle, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde yaşanan kriz farklılık arzetmektedir. Elbette, bazı özellikler ortaktır. Fakat çözümler çoğu zaman kendine has olmak durumundadır. Diğer taraftan, belirli bir doygunluk seviyesine ulaşıp, daha sonra bir düşüş kaygısı yaşayan yapılarla, hala doyum noktasına ulaşmamış yapılar arasında da bir farklılık oluşması kaçınılmazdır.
Finansal kapitalizm sürecinde küresel çapta yaşanan krizlerin emek tarafı üzerinde oluşturduğu diğer bir kriz ise analizlerde "emek" kavramının paranteze alınmasıdır. Küreselleşme ideolojisinin (teolojisinin mi demeliydik?) temel tezlerinden biri, sermayenin kendi çıkarı doğrultusunda ucuz emek gücünün olduğu bölgelere akma eğilimidir. Bu tezin doğal sonucu emeğin değerinin hep en alt seviyede kalması, paranteze hapsedilmesi kaçınılmazdır. Sermaye ya da finans tarafının kazancını maksimize etmek için emek değerinin minimizi edilmesi hedefi küreselleşme ideolojisinin tavize kapalı evrensel kuralı olarak dayatılıyor. Ne yazık ki, emek ister üretim, isterse hizmet alanında olsun paylaşım bileşeni olarak değil maliyet parantezi olarak gösteriliyor.
Ne var ki, 2008 krizi ile küreselleşme ideolojisi büyük yara almıştır. Şimdilerde tartışılan neo merkantilizm süreci, emeğin yeni bir tanımla yüzyüze kalması sonucunu üretmiştir. Sosyal politika öznesi konumundaki emek örgütleri, sendikalar açısından yoğunlaşılması ve bertaraf edilmesi gereken dayatma burada kendini gösteriyor.
EKONOMİK BÜYÜME VE PAYLAŞIM SORUNU
Hükümet, işveren ve sendikaların, tam da bu noktada yani sosyal maliyeti düşürücü paylaşım sorunu noktasında ortak tavır geliştirmeleri gerekiyor. Ne var ki, yukarıda belirttiğimiz gibi, emek kavramı maliyet parantezine alındığı için, sendikalar da denklemin dışında tutulmaya çalışılmaktadır. Oysa bu mümkün değildir. Zira emek, üretimin öznesidir ve üretim de ekonominin gerçeklik algısının temel nesnesidir. Bugün finansal kapitalizmin oluşturduğu balonlar bunun en büyük göstergesidir. Ülkelerin büyüme perspektifi ne yazık ki bu balonların üzerinde yükselmektedir. Üretim ile finans arasındaki bire yüzlük oran, finansal balonun göstergesidir. Bu yüzden büyüme sürdürülebilir değildir.
Türkiye açısından durum nasıl peki? Cumhurbaşkanı Erdoğan birkaç hafta önce "Geçtiğimiz yıl bankalar yüzde 40 kar elde etti. Bu bir felaket" diyerek Türkiye'deki durumu özetlemişti. 4. Dönem Toplu Sözleme'de beklentileri belirleyen sözlerden biri de bu gerçekti.
Gerçekten de, üretimden uzak, sadece paradan para kazanmaya dayanan bir sistem felaketin habercisidir ve sosyal maliyeti bir hayli yüksektir. Felaketin önüne geçebilmek için de paylaşım sorununu parantezden çıkarıp, analizin merkezine oturtmak gerekir. Emek tarafının finansal maliyet-sosyal maliyet denklemini bu perspektiften okumak gerekir.
TOPLU SÖZLEŞMENİN SONUCU
Dönem Toplu Sözleşme görüşmeleri, yukarıda kısmen anlattığımız kriz sürecinin gölgesi altında gerçekleşti. Sorumlulukların tartılarak emeğin değerinin tartışıldığı bir zeminde, beklentilerin azami noktaya çekilmeye çalışıldığına şahit olduk. Kamu işvereni heyetinin 3+3+3+3 şeklindeki teklifi ile başlayan süreç, pazarlıklarla nihayet 4+3,5+4+5 noktasına getirildi. Yani ilk teklif kümülatif olarak yüzde 12.5'e tekabül ederken, pazarlıkla bu rakam yüzde 17.54'e çıkarıldı.Reel zeminde bu rakamlar neyi ifade ediyor? Kimileri süreci gözardı ederek eleştirilerine devam etseler de, hükümetin verdiği teklifin küçüklüğü göz önünde bulundurularak, pazarlıkla yapılan artışkümülatif olarak yüzde 40'a ulaşmıştır.
Bu şekilde hükümete ilk teklifini yüzde 40 arttırmayla sonuçlanan baskı yapılması sadece kamu görevlilerinin maaşları ya da bununla oluşacak ilave bütçe yükü üzerinden okunursa bakılan ve görülenler eksik kalır. Şöyle ki; hükümetin masaya getirdiği ilk teklif, 2018 ve 2019 bütçelerinden toplamda iki yıllık kümülatif 27 milyar TL'nin daha kamu görevlilerine aktarılması sonucunu doğuruyordu. Bir anlamda iç piyasaya kamu görevlileri üzerinden 27 milyar daha kaynak aktarılıyordu. Bunun bir başka ifadesi borsa, tahviller ya da benzeri finans araçlarıyla dış yatırımcı dahil herhangi bir sermaye grubunun doğrudan el atamayacağı koruma altında ve paylaşım merkezli bir finansal büyüklüğün ülkenin vatandaşlarına tahsis edilmesidir. Bu yönüyle toplu sözleşme doğrudan görülmesi zor olan yerlilik ve millilik noktasında da önemli bir eşik oluşturmuştur.
İki yıllık toplu sözleşmenin zam oranlarının ilk teklife göre oluşturduğu ilave katkı 9 milyar TLdir. 27 milyardan 36 milyara çıkan ilave kaynak emek örgütlerinin sosyal politikaları doğru zemine yönlendirmek yanında kamunun kaynaklarını iç paydaşlarla hakça bölüşmek noktasında da ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. Tabi bu değerlendirme, yerli ve milli olma hassasiyetine sahip emek örgütleriyle sınırlıdır. Son toplu sözleşmede imzası bulunan konfederasyon ve sendikalar ülkenin kaynaklarının finans potansiyelinin içerdeki öznelere yani ülkenin kendi insanına paylaşılması konusunda önemli bir örnek belge ürettiklerini rahatlıkla söyleyebilirler. 4. Dönem Toplu Sözleşmenin kağıt üzerinde görülmeyen ve finansal alanın aç kurtlarını tedirgin eden böyle bir zaferi içerdiğini de söylemek hakkın teslimi olsa gerek.Son geceye kadar süren pazarlıkların asıl dikkate alınması gereken noktası da burasıdır.
KAPİTALİZME KARŞI DİRENÇ FIRSATI: TOPLU SÖZLEŞME
Toplu sözleşme siyasal algı ve hesaplanmış yalana dayalı diplomatik baskılar yönüyle de ülkeye yönetenlere ve özellikle de dış ilişkiler alanında faaliyet gösteren kurum ve kişilere önemli bir koz, büyük bir sığınak teslim etmiştir. Bütün bu ifadeler garip gelebilir. Memur maaşının toplu sözleşmenin diplomatik zemine dair veri olmasını kabullenmekte zorlanabilirsiniz. Sanırım sadece Türkiye'nin son dönemde karşı karşıya bırakılmak istendiği haksız ithamlar gözden geçirilirse niçin bunların ifade edildiği anlaşılacaktır.
Son tekliften sonra uzunca bir süre ortaya konulan iradeyle elde edilen yarım puan, otoriterleşme, tek adamlık, OHAL rejimi gibi içeriden de pompalanan ve dışarıda afişe ve broşüre dönüştürülen bütün diplomasi oyunlarını tarumar etmiştir. Tabi ilgilileri doğru anlar ve anlatabilirlerse.
Fakat değinilmesi gereken bir başka husus ve gözardı edilmemesi geren sorunlar da var. Özellikle "4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu'nun oluşturduğu yapısal sorunlarla birlikte ekonomimizin paylaşıma ilişkin sorunlardır. Bu sorunların üzerine bir an önce eğilinmesi gerekiyor. Sendikal örgütlenme yasaklarının, toplu sözleşmeye dair kapsam ve konu sınırlamalarının pazarlığa dair kaygıları gidererek yeni Türkiye hedefiyle örtüştürmenin artık daha fazla ertelenmemesi gerekiyor. Çünkü Toplu sözleşme, maaşları arttıran hükümlerin bulunduğu bir metin olmaktan ziyade kapitalist paradigmaya adil paylaşımla cevap verilebilecek referansları üretme imkanı olarak kabul edilmelidir.