Hazırlayan: Bülent Çolakoğlu
KADINA ŞİDDET VE İSTANBUL SÖZLEŞMESİ
Bugünkü sorumuz ise şöyle: Kadına yönelik şiddet ile İstanbul Sözleşmesi arasında bir ilişki var mı? Bu sözleşme kadına yönelik şiddetin engellenmesi noktasında bir fayda sağladı mı, yoksa aileye bir darbe de bu sözleşme mi vurdu?
Sabiha Doğan (Tarihçi / Akademisyen / Yazar)
İstanbul Sözleşmesi’nin iptali şiddeti bitirecek mi?
2011 yılında imzalanmış ve yaptırımları konusunda kimsenin nasıl bir etkisi olduğunu bilmediği bir anlaşmayı tüm şiddetin sebebi olarak göstermek en basit tabirle kolaycılık olur. Tüm sosyolojik değişimleri görmezden gelerek tek bir anlaşmayı tüm şiddetin sebebi göstermek her şeyden önce mantıklı görünmüyor. Gerçekten beklediğimiz, bu anlaşmanın hangi maddesinin hangi yönüyle şiddeti artırdığının iddia makamlarınca detaylı olarak açıklanarak aydınlatılmamızdır. Yani bu anlaşma iptal edilirse bu ülkede şiddet ve boşanma hemen bitecek midir?
Hiçbir konuda tarafların argümanlarını dinlemeden karar verme taraftarı değilim. Burada da sloganik cümleler, aile yıkılıyor seslendirmeleriyle var olan bir ayrışmanın biteceğine inanmıyorum. Kaldı ki, bu anlaşma tartışılmaz, kesinlikle uyulması gereken bir anlaşma değildir. Şiddetin kime yönelik olursa olsun uygulanmaması gerektiğini düşünüyorum.
Her uygulamanın, yasal yaptırımın yanlış veya suistimal edilen yönleri, mağdurları, kötüye kullanan fırsatçıları olabilir. Bu ihtimal mevcut diye hangi yaptırımdan vazgeçilir? Sözgelimi, bir hastanedeki sağlık personelinin size muamelesinden memnun kalmadığınızda bu kişiyi bakanlığa tek bir mail ile şikâyet edebilirsiniz. İlgili makamlar, sadece şikâyet edenin beyanından yola çıkarak yasal inceleme süreci başlatır. Bu sistemi kişisel fayda veya kötü niyetli kullanmak isteyenler yüzünden uygulamayı iptal etmek gerektiği savunulabilir mi?
İnsana ait hiçbir sonuç tek bir sebep üzerinden ortaya çıkmaz, sebepler çoğuldur, sürece yayılmıştır ve titizlikle incelenmesi gerekir. Açıkçası bu konuda bazı isimlere, yapılara zarar verme niyetiyle saldıranlar olduğu da iyi niyetleriyle bu akıma dâhil olanları da görüyoruz. Akıllı ve mantıklı olan, öncelikle yetkin ve imtiyazlı kişilerin bunu kendi aralarında gündeme almaları, tartışmaları sonuca bağlamalarıdır. Yoksa kamuoyu önünde edep ve adap dışı yol ve yöntemle bir akıl tutulması örneği gibi görülen dillendirmelerle ne aile kurtulur ne de şiddet azalır!
***
Nuray Alper (Şair / Yazar)
‘Erkekleştirilmeye çalışılan bir kadın profili’ne hizmet ediyor
İstanbul Sözleşmesi’nin bütününe, tarafsız bir gözle bakıldığında “ifade biçimi”nin önemini idrak etmek mümkün. Şüphesiz haklıya hakkını teslim bir insanlık borcu ve sözleşme güzel amaçlarla yola çıkan bir sancının ürünü fakat metinde yer alan “kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak”, “kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak” “bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla” tarzı ifadelerin, kadınla erkeğin arasındaki fıtrat farkının silinmesine yönelik intiba oluşturduğu muhakkak. Sözleşmenin tamamının her anlamda erkekleştirmeye çalışılan bir kadın profiline hizmet ettiğini söylersek haksızlık etmiş sayılmayız. İnsanlık ayıbı olan maddî, manevî ve toplumsal şiddetin artışındaki sebeplere eğilmek ve gönüllerin inkişafını merkeze alan bir eğitim metodu geliştirme gâyesi ile yola çıkmak daha sağlıklı olmaz mı?
****
Emel Nermin Temel (Nesil Çocuk Yayınları Yayın Yönetmeni / Yazar)
Kadını korumak ancak eğitimle adım adım olur
İstanbul Sözleşmesi genel olarak bakıldığında kadına şiddetin önlenmesi ve kadının ülke geleceği ve bireysel geleceği açısından güçlendirilmesine yönelik olumlu bir görüntü veriyor. Kanunlar, sloganlar, sivil toplum kuruluşları, tv programları ve daha pek çok şey ne yazık ki kadına şiddetin önüne tam olarak geçemiyor. Çünkü siz sözleşme kanun ceza ne kadar bağlayıcı unsuru kullanırsanız kullanın öldürmeyi kafaya koyan bir koca, bu sonuca bir şekilde ulaşıyor. Tehditlerle yaşayan her kadının başına hayatı boyunca bir polis ne yazık ki konamıyor. Kadın katili ile karşı karşıya kaldığında ise “İstanbul Sözleşmesi var, beni öldüremezsin!” gibi bir kalkan ne yazık ki kullanamıyor. İstanbul Sözleşmesindeki kararları kabul ettirmek yerine toplumun temeline inip eğitimle adım adım iç dinamik olarak toplumun ruhuna kazandırmak şart. Resmiyetteki bağlayıcı unsurlar ve kanunlar kadar bu düzenlemelere hazır bulunuşluğu olan bir toplum inşa etmek gerekir diye düşünüyorum.
***
Hülya Sezen (Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni / Şair / Yazar)
Sözleşme aileyi koruyucu şekilde yeniden düzenlenmeli
Kadına yönelik şiddet ile İstanbul Sözleşmesi arasında doğrudan bir ilişki olduğunu düşünmüyorum. 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi’nden önce de kadına yönelik şiddet, toplumsal bir olgu olarak hep vardı. Tam adı “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan söz konusu sözleşmenin odak noktası “şiddet” olgusu olduğundan bu konuya dair ayrıntılı düzenlemeler getirmiştir. Temel olarak “toplumsal cinsiyet eşitliği” ilkesine dayanan İstanbul Sözleşmesi’nin toplumsal kırılmalara da yol açabileceğini düşünüyorum. Dolayısıyla kadına yönelik şiddetin önlenmesinde pek de etkisi olmayan bu sözleşmenin aileyi koruyucu bir şekilde yeniden düzenlenmesi gerektiğini düşünüyorum.
***
Zeynep Sati Yalçın (Öğretmen / Yazar)
Sözleşmeyi şiddeti engellemeye dönük yönüyle olumlu buluyorum
İstanbul Sözleşmesi’nde; dini, dili, ırkı, mesleği, cinsiyeti, yaşı, bulunduğu mekân ayırt edilmeksizin şiddet mağduru bütün insanların haklarının savunulması ve yaptırımlarla şiddetin her türünün engellenmesi öncelenmiş. En çok kadın ve çocuğun, yani bedenen zayıf insanların, öncelenmiş olması adil bir yaklaşımdır. Aileye darbe olarak yorumlanması kötüye kullanımlar açısından söyleniyorsa, kötüye kullanım her yasa ve uygulama için bulunan boşluk oranında vardır, olacaktır da ve gerekli önlemlerin ilgili mercilerce alınması gerekir. Şiddet ve istismarın yaşandığı bir ev aile olabilir mi? “Eskiden şiddet yoktu, bunlar bu sözleşmeyle başladı.” gibi bir çıkarım ne kadar gerçekçi olur? Bir yasa; hangi toplumda olursa olsun, halkın bir kısmını memnun ederken diğer bir kısmını mutsuz edebilir. Uç bir örnek belki, ama ilk aklıma gelenle örneklemeye çalışırsam; siyahilerin aşağılanıp beyazların yüceltildiği yasalar, beyazları mutlu ederken siyahilerin maruz kaldığı haksızlıkların mücadelesi başladı. Yasalarla birtakım eşitlikler sağlandıktan sonra da siyahiler mutlu olurken, beyazlar uzun yıllar alıştıkları haklarının alınmasından mutsuz oldular. İstanbul Sözleşmesi’ni ayrımcılık yapmadan her türlü insana şiddeti engellemeye çalışması yönüyle olumlu buluyorum. Hukuk; yaşayan canlı bir şeyse çağın ihtiyaçlarına cevap veren ve aileyi koruyan bir içerikle yeniden düzenlenebilir veya ona alternatif yeni çalışmalar yapılabilir.
***
Asiye Türkan (Aile Danışmanı / Yazar)
İstanbul Sözleşmesi kadını korurken, aileyi ortadan kaldırıyor
Kadına karşı şiddetin önlenmesinde hukuki bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası belge niteliğini taşıyan İstanbul Sözleşmesi 11 Mayıs 2011 tarihinde imzaya açılmış, TBMM tarafından 14 Mart 2012'de kabul edilmiş, böylece Türkiye sözleşmeyi ilk onaylayan ülke olmuştur. 1 Şubat 2018 tarihinde de batının göbeği olan Almanya kabul etmiştir.
İstanbul Sözleşmesi’nin hedefi olarak “kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetten arınmış bir Avrupa yaratmak” olduğu da belirtilmektedir. Kelin merhemi olsa önce kendi başına çalar derler ya. Avrupa bu sorunların içinde zaten boğulmaktadır.
Kadınlarla erkekler arasında hukuki ve fiili eşitliğin gerçekleştirilmesinin kadına yönelik şiddetin ortadan kaldıracağı, ancak bu yasayla mümkün olacağını belirtilmekte lakin yaşanan acılar bunu doğrulamamakta, kadınla erkeği karşı karşıya getirmektedir.
Sözleşme içindeki “Ev içi” derken aile kavramı ortadan kaldırılmakta, nikahsız beraberlikler meşrulaştırılmakta, cinsiyet ayrımı yapmayacağız diye Lut (a.s)’ın kavminin helâkına sebep olan nahoş durumun hoş görülmesi istenmekte, iffet kavramı unutulmakta, dini hassasiyetimizle alay edilmektedir.
Kadının korunmasına fayda sağladığı, kadınların bilinç seviyesinin arttığı, artık en güvenilir olması gereken evinde güvenini yitirdiği zaman hukuki işlem için yollarının kolaylaştığı bir gerçektir. Lakin kadını koruyup güçlendiren İstanbul Sözleşmesinin ailenin korunması konusunda farklı açılımlara ihtiyacı vardır.
Avrupa’dan kes-yapıştır yapıp geleneksel aile kültürümüz görmemezlikten gelinerek alınan maddeler bizim aile yapımıza zarar vermektedir. Bu söylemimle geleneksel aile yapımızın da kusursuz olduğunu ifade etmek istemiyorum.
Baskı ile evden uzaklaştırılan, hapse atılan, bütün devlet erkanlarını valisi, polisi, jandarması, hakimi ile yanına alan sözleşme aileyi korumamaktadır. Hatta anlaşma yollu yaklaşmak isteyenleri bile fikirlerinden vaz geçirebilmektedir.
Evinden yaka paça çocuklarının önünde çıkarılan, evinin etrafına yaklaştırılmayan, kadın af etse de yasa tarafından af edilmeyip kamu olayı olarak görülen, çocukların en büyük travması olabilecek durumlara sebep olacak İstanbul sözleşmesi üzerinde kendi dini değerlerimiz üzerinden düzenlemeler yapılmalıdır.
***
Ufuk Coşkun (Yazar)
Kadına şiddette temel mesele ‘zihniyet’ meselesidir
Türkiye’de kadına yönelik şiddet konusu yeni değildir. Son yıllarda her ne kadar salt İstanbul Sözleşmesi adres gösterilse de tarihi bir hayli eskiye dayanır.
Türkiye’de 1980’li yıllarda kadın hareketinin gündeme getirdiği kadına yönelik şiddet konusu, 1990’lı yıllardan itibaren devletin gündeminde yer almaya başlamıştır.
Hatırlarsanız, 1987 yılında “Dayağa Karşı Kadın Yürüyüşü” ile başlayan kadın hareketleri boy göstermişti.
Türkiye’nin 1985 yılında imzaladığı “Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi (CEDAW) bu anlamda imzalanan ilk anlaşmaydı.
CEDAW sözleşmeler arasında özellikle kadınların insan haklarını ve toplumsal cinsiyet eşitliğini odağına alan tek sözleşmedir.
İstanbul Sözleşmesi de 2011 yılında imzalandı. Ne var ki CEDAW da İstanbul Sözleşmesi de kadına yönelik şiddet konusunda yaraya merhem olamadı.
İstanbul Sözleşmesi’nde geçen; “... taraflar, kadın erkek için kalıp rollere dayanan ön yargıları, örf ve adetleri, gelenekleri ve tüm diğer uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla kadın ve erkeklere ilişkin toplumsal ve kültürel davranış modellerinde değişim sağlamak için gerekli tedbirleri alır...”
“Taraflar; kültür, gelenek, görenek, din veya sözde ’namusun’ işbu sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemi için gerekçe oluşturmamasını sağlar.”(Md.12-5) türünden maddelerle mesele iyice karmaşıklaşmıştır.
Oysa kadına şiddet konusunda temel mesele “zihniyet” meselesidir. Kadına, “insanca” yaklaşamama sorunudur.
***
Abbas Pirimoğlu (Avukat / Yazar)
Savunanlar da karşı çıkanlar da taklitçilik yapıyor
İstanbul sözleşmesi konusu bir dostumun ifadesi ile köpürtülüyor. Bu sözleşme imzalandı diye zayıflar ezilmiyor. Kapitalist zihniyette ki buna modern dünyanın alt yapısı da diyebilirsiniz “toplum” Darwin’den ilhamla bir “orman” olarak algılanıyor. Formül yahut yasa açık: Hayatta kalmak için güçlü olmalı ve zayıfları ezmelisin. İstanbul Sözleşmesine dönecek olursak toplum her konuda olduğu gibi bu konuda da bölündü. Bir kesim sorunlarımızın tamamının Batıdan ithal hazır reçetelerde olduğunu savunuyor. Diğer kesim ise gelenek/muhafazakârlık adına buna karşı çıkıyor. İki kesiminde ortak noktası taklitçilik. Biri Batıyı taklit ederken diğeri geleneği taklit ederek sorunların çözülebileceğini vehmediyor.
***
Ahmet Ay (Yazar)
Sözleşmeye şerh koysak da şiddet ile ilgisi yoktur
İstanbul sözleşmesinin katılmadığımız pek çok yönü bulunmakla birlikte kadına şiddet ile bir alakası olduğu kanaatinde değilim. Kaldı ki İstanbul Sözleşmesinin de toplum ve şiddet özneleri tarafından çok da anlaşılmadığını düşünüyorum.
İstanbul sözleşmesinin hangi maddesi kadına şiddeti teşvik ediyor ya da besliyor? Yok böyle bir şey. İstanbul sözleşmesi bir gerginlik sebebi olacaksa bu kadına yönelik bir şiddetten öteye -var ise şayet- başka kesimlerin şiddete uğraması ile ilişkilendirilmesi gerekir.
Ama Sözleşmenin toplumsal cinsiyet konusundaki maddelerine şerh koymaktan da çekinmiyoruz. Ancak şiddet ile sözleşme arasında direkt bir bağ kurmakta zorlanıyorum.
***
Prof. Dr. Sefa Saygılı (Psikiyatrist – Yazar)
İstanbul Sözleşmesi ve 6284 şiddeti körüklüyor
Feminist önderlerin çıkarttırdıklarını iddia ettikleri yasaların yürürlük ve uygulama sürecinde, iddia ettiklerinin aksine kadına yönelik şiddet artarak devam etmektedir. Kadını şiddetten koruma gayesiyle hazırlandığı ileri sürülen 6284 sayılı yasanın yürürlük tarihinden önce yılda 100 civarında olan cinayet sayısı günümüzde maalesef yılda 500 civarına yükselmiştir.
Ayrıca şiddet yeni bir boyuta eğrilmiştir. Cinayet işleyen kişilerden birçoğunun aynı zamanda kendi canına da kıydığını görüyoruz. Bu kapsamda (son 10 yılda) intihar sayısı 1000’e yaklaşmıştır. 6284 sayılı yasa gereğince yılda 500.000 civarında verilen tedbir/uzaklaştırma kararları uzlaşmayı değil öfkeyi ve şiddeti artırmaktadır.
Bu rakamlardan anlaşıldığına göre; İstanbul Sözleşmesi ve 6284 nolu yasa kesinlikle fayda sağlamadığı gibi kadına şiddeti artırıcı bir etkisinin olduğunu söylemeliyim. Rakamlar da bunu doğruluyor. Cinayetler giderek artıyor. Hatta ardından intihar olayları geliyor. Bu çok tehlikeli bir gidişattır.
***
Prof. Dr. Burhanettin Can (SEKAM Yönetim Kurulu Başkanı)
İstanbul Sözleşmesi bizim toplum kodlarımızı bozmuştur
Bu sorunun cevabını salt İstanbul Sözleşmesi metni üzerinden değil, İstanbul Sözleşmesi’ni referans alarak hazırlanmış olan 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine dair kanunu, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu ve 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu ve uluslararası sözleşme olan CEDAW’i göz önüne alarak cevaplandırmak gerekmektedir.
Bu sözleşme ve yasaların tümünü göz önüne aldığımızda kadına yönelik şiddetin artması ile İstanbul Sözleşmesi arasında ciddi ilişki vardır. İstanbul Sözleşmesi kadına yönelik şiddetin engellenmesi noktasında fayda sağlamamış aksine aileye ciddi bir darbe vurmuştur. Olumsuzlukların olumsuzlukları desteklemesi/beslemesi (“Pozitif Geri Besleme”) bağlamında bir etki yaparak şiddetin daha da artmasını sağlamıştır. Bambaşka bir inanç sistemi, kültür ve medeniyet kodlarına göre hazırlanmış olan yasa veya sözleşmelerin, çok farklı kültür ve medeniyet kodlarına, inanç ve ahlâk sistemine inanan ve ona göre yaşamaya çalışan toplumumuza uygulanması ile ortaya çıkan değer çatışması ve bunun neden olduğu melez değer sistemi ile bunun da neden olduğu akışkan kimlikler vakası, sosyal şizofreni dediğimiz bir durum meydana getirmiş, insanların istikametlerini şaşırmasına, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilemez hale gelmesine sebep olmuştur. Dahası, söz konusu sözleşme ve yasalar kapsamında fiziksel şiddet, ekonomik şiddet, cinsel şiddet, sözel şiddet ve psikolojik şiddet tanımları muğlak ve çerçevesi belirgin olmadığı gibi eşik seviyeleri de çok aşağıya çekilmiştir. Türkiye’de birçok bölgede doğal karşılanan konuşmalar bu yasalara göre şiddettir. Psikolojik şiddet ve sözel şiddet tanımlamaları ile ahlâk sisteminin benimsediği müeyyide, baskı sistemi, şiddet kapsamına sokulmuş olmaktadır. Dahası Sözleşme ve ilgili yasalar, zina, fuhuş, eşcinselliği meşru kabul etmektedir. Bu konularda ortaya konacak tüm tepkiler, şiddet olarak nitelendirilmekte ve muhatapların cezalandırılması istenmektedir.
Karı koca arasında arabuluculuk sistemi yasaklanmakta; şikâyet bir kez yapıldıktan sonra bir daha geri alınamamaktadır. Aile mahremiyeti yıkılmakta, her şeye devletin müdahil olması istenmektedir. Ayrıca 6284 sayılı Yasa ve uygulama yönetmeliğinde “Tedbir kararı almak için şiddet uygulandığına dair, belge veya delil aranmaması” maddesinin var olması sonucunda, bir hukuk cinayeti olarak, sorgusuz sualsiz bir şekilde erkek evinden uzaklaştırılmaktadır. Babanın evden uzaklaştırılması, geri besleme etkisi yaparak şiddeti daha da fazla tetiklemektedir. Evden uzaklaştırılan bir babanın çocuklarını görmesinde çıkarılan zorluklar, şiddeti tetikleyen bir başka faktördür. Ekonomik durumu iyi olmayan bir babanın girdiği stres ve bunalım, şiddeti daha da körüklemektedir.
Partner yaşam (Dost/metres hayatı) mevcut yasalara göre meşrulaşmış, aile olarak kabul edilmiş, böylelikle aile kavramındaki kutsiyet yıkılmıştır.
En son düşünülmesi gereken boşanma, ilk akla gelen çözüm olmaya başlamıştır. Bütün bunlar, genç nesilde evliliğe karşı korku meydana getirmiş, evlenme yaşı 27-28 düzlemine tırmanmıştır. Var olan yasalar, bir taraftan şiddeti tırmandırırken diğer taraftan evliliğe karşı isteksizliği körüklemektedir.
***
Doçent Dr. Ali Akben (Uzman Nörolog - Yazar)
Kadına şiddetin acımasız provokatörü bu sözleşmedir
Kadına şiddetin acımasız provokatörünün İstanbul sözleşmesi olduğunu hep söyleyip durdum ve bu kanun kaldırılıncaya kadar bu tutumumu her bulduğum zeminde yüksek sesle dillendirmeye devam edeceğim.
Kanunun müsebbiblerinin kendilerini savunmak yerine yıllar geçtikçe sebep oldukları acı gerçeği görmelerini ve yaptıkları affedilmez hatadan dönme erdemini göstermelerini bekliyorum.
***
Muhammed Özkılınç (İlahiyatçı)
Sözleşme aileye dinamit değil bombardımandır
İstanbul sözleşmesi kadına şiddeti tam tersine körüklemiştir. Güya bu sözleşmede bu konuda istatistiki araştırmalar da yapıp kamuoyuyla paylaşmak da var ama bunu yapmıyorlar veya yaptıkları araştırmaların sonuçlarını paylaşmıyorlar. Çünkü onlar da biliyorlar ki, İstanbul sözleşmesinden sonra kadına şiddet, onlarca kat artmıştır.
İşin ehli olanların açıkladıklarına göre, şu an mahkemelerde görülmeyi bekleyen tomar tomar dosyaların % 48 i boşanma dosyalarıdır. İstanbul sözleşmesi aileye dinamit değil, bombardımandır. Yıllardır AİLE YIKILIRSA ÜMMET YIKILI diye feryat ediyoruz. Anca sesimizi duyuramıyoruz. Yetkili ve etkili kim varsa bir baksınlar. Batıda bu gibi düzenlemeler nedeniyle aile yok olmuştur. Aile yok olduğu için, batı yok oluşa doğru hızla yol almaktadır. Batılı devletlerden dördü dışında geri kalanlar bu nedenle bu “lanetli İstanbul sözleşmesini” imzalamamışlardır. Ama artık onlar için çok geç…