Yaklaşık otuz yıl önce, Edward Said, çığır açan kitabı Oryantalizm'in arkasını, Batı medyasının İslam ve Müslümanları nasıl tasvir ettiğini ayrıntılarıyla ela alan diğer bir öncü eseriyle getirdi. Haberlerin Ağında İslam'ın bağlamını oluşturan, İran'daki İslam devrimiyle ilişkili ani ve büyük değişiklikler oldu. Said, Müslümanlar ve İslam'a dair haberlerin ne kadarının yanlış kaynaklardan beslendiğini veya düşmanca olduğunu gösterdi. Said'in analizi hem akademik hem de kültürel ve siyasi alanda hatırı sayılır bir etki oluşturdu. Said sadece (bu tabiri 1985'de yeniden terkip etmesiyle) İslamofobi analizinin ilk öncülerinden olmakla kalmadı, aynı zamanda Filistin'e adalet talep eden davayı ilerleten önde gelen, dünyaya mal olmuş şahsiyetlerden biri de oldu. Onun müdahaleleri, Batı'da sadece siyasi bir ideoloji olarak Siyonizm ve Avrupa sömürgeciliği eleştirisinin sürdürülmesini değil, ayrıca Filistin halkının Avrupa sömürge idaresinin dayandığı mantığın bir devamı olarak boyunduruk altında tutulmasının yeniden değerlendirilmesini sağlayan bir alan açılmasına vesile oldu.
Diğer yandan, Said'in başardığı şeylerin, sadece bir ferdin kahramanca gayretlerinin neticesi olmadığını takdir etmek çok önemli. İslamofobinin günümüzdeki yayılışı, artık Müslümanlara ve onlarla ilişkili olanlara yöneltilen nefret dalgasına karşı koyabilecek derecede ahlaki salahiyeti ve entelektüel bütünlüğü olan birkaç aydının kalmasından kaynaklanmıyor. Oryantalizmin hakim söylemine karşı durabilme kabiliyeti, sadece aynı kafadan bir avuç aydının oluşturduğu, mevcut şartlara mahkum bir koalisyonun değil, karmaşık konjonktürel bir gelişimin de ürünüydü. Şayet Batı'nın, Müslümanlığın çoğu tezahürünün üzerine saldığı marjinalleştirme ve aşağılama kampanyalarına bir mukabelede bulunacaksak, incelemek zorunda olduğumuz konjonktür, bu bahsettiğimdir.
İslamofobi dünya çapında kurumsal bir hale getiriliyor ve Müslümanların adalete yönelik taleplerinin her türlü tezahürüne düşmanlık ve şüpheyle yaklaşılıyor. O kadar ki, bayağı anlamda Müslüman olmak -mesela bir hanımın başını örtmesi ya da helal şeyler yemek istemek- neredeyse suç teşkil eden bir hale geliyor. Gözü pek bir liberal demokrasi müdafisi olan İngiliz hükumeti de dahil olmak üzere birçok hükumet, kendi Müslüman vatandaşlarına karşı gizli bir propaganda faaliyeti başlatmış durumda. Müslümanların, sırf Müslüman olmaktan dolayı zaten suçlanıyor olması tamamen yeni bir olgu değil. Sömürgeci Avrupa devletlerinin, komünist ülkelerin ve -ne yazık ki- Müslüman tiranların hepsi, tarihlerindeki muhtelif safhalarda, gerçek manasıyla Müslüman olmayı neredeyse bir suç kılmaya çalıştılar. Fakat yeni ve rahatsız edici gelişme, liberal demokrasilikleri kendinden menkul günümüz rejimleri tarafından, İslamofobiye açık bir şekilde kucak açılıyor olması. Bu kucak açmanın delilleri Müslümanların medyadaki temsillerinde, başörtüsü yasağından tutun da radikal olduğundan şüphelenilen Müslüman ebeveynlerin çocuklarının kendilerinden alınmasına kadar uygulanan hükumet politikalarında, sağlık çalışanları ve eğitimcilere radikallik alametleri aramak için Müslümanların aleyhinde casusluk faaliyeti yürüttürmek gibi sair hallerde müşahede edilebilir. Artık Müslüman kamuoyunca da ulaşılabilir olan medya kaynaklarına bakacak olursak, sorulması gereken soru, Müslümanlığın tezahürlerine yönelik dur durak bilmeyen propagandayı kontrol edebilmenin neden bu denli zor olduğudur. Neden Müslümanlar taciz edilmeye ve şeytanlaştırılmaya devam ediyor? "İslamofaşizm" hakkında konuşmaya pek istekli çok sayıda aydının arasında, konu İslamofobi olunca neden kolektif bir sessizlik oluyor? Batılı liberal demokrasilerde yaşayan ve Müslümanlıklarını açıkça deklare eden Müslümanlar neden ya şiddete başvuran aşırıcılar veya anti-semitikler olmakla suçlanıyor?
Olayların bu şekilde gelişimini anlayabilmek için, analizin, genellikle bizatihi problemin parçası olan geleneksel kategorilerinden uzaklaşmak durumundayız. Özellikle de bütün bunların sadece Batı medyasının bir kabahati olduğu görüşüne bir mutedillik katmak durumundayız. Medya kendi başına hareket eden bir mecra değil. Kendisine -mali veya idari açıdan- minnet borcu olduğu kişilerin görüşlerinden çok, kendi izleyici kitlesinin kültürünü yansıtır.
Batı medyası İslamofobiyi körüklüyor, evet. Fakat bunu, onun kapsamını kendisi belirleyerek yapıyor. Bu çerçeve belirleme işi kısmen, editöryal süreçlerin sadece profesyonel gazetecilik standartlarını değil, aynı zamanda ideolojik ve kültürel değerleri de yansıtıyor olduğu gerçeğinin bir neticesi. Müslümanların medyada nasıl temsil edilmesi gerektiğine dair adeta bir "dilbilgisi kitabı" ortaya çıkmış durumda. Bu dilbilgisi kitabı, kendisinden aşikare bahsedilmemekle birlikte, sessizlik içinde büyük bir kabul görüyor. Birçok büyük Avrupa şehrinde, büyük ve büyümekte olan bir Müslüman varlığı olmasına rağmen, bu sessiz kabul gösteriş bir gerçeklik haline geldi ve Avrupa elitleri arasında İslam ve Müslümanlara dair genel bir cehalet hüküm sürüyor. Bu genel cehalet ebediyen 19. Yüzyıl hikayelerinde donmuş durumda: O asırda Avrupa bir "medenileştirme" misyonu sürdürüyordu ve Müslümanlar, sırf bu sömürgeci misyona karşı koyma cüretini gösterdiklerinden dolayı "fanatik" ve akıl-dışı görülüyordu. Bu cehalet sadece ampirik değil, kavramsal olarak da cari: İslam'ı ve Müslümanları anlamanın önündeki bir engel durumunda olan Oryantalizm, önyargı ve şüphe suyuna bandırılmamış uzun soluklu tüm anlama girişimlerini bloke ediyor.
Müslümanlığın tezahürlerine yönelik Batı medyasının karalama kampanyası, üç ana faktörün neticesi olarak bu denli odak sahibi ve yoğun hale gelmiştir. Birincisi, Soğuk Savaş'ın sona ermesi sadece Batı hegemonyasının Sovyet alternatifinin ölümü anlamına gelmekle kalmadı, "Üçüncü Dünya" fikrini de beraberinde yok etti. Üçüncü Dünya, sadece, küresel Güney'i ilgilendiren meselelerde Washington ve Moskova arasında yapılan pek mahir manevralarla bir avantaj elde edebilmenin mümkün olduğu jeopolitik bir kategori değildi. Aynı zamanda dünyanın eleştirel olmayan bir Avrupa-merkezcilik tarafından sürekli şekillendirilmesine karşı, epistemolojik bir meydan okumanın başlatılacağı kültürel ve felsefi bir alandı. Üçüncü Dünyanın varlığı, kıtalar içeren ve eski sömürge ülkelerinden ve -daha az derecede- gelişmiş dünyadaki bazı marjinalize edilmiş ve topraklarına el konulmuş ülkelerden kadın ve erkeklerin de dahil olduğu bir direnişin altyapısını oluşturdu. Bu anlamda sömürgecilik karşıtı mücadelelerin, ABD'deki sivil haklar savunucularının başını çektiği ırkçılık karşıtı mücadelelerle kesişmesi çok önemliydi. Oryantalizm eleştirisi, -her ne derecede elde edebildiyse o kadar- "yol tutuş gücü" kazandı. Çünkü Üçüncü Dünyayı oluşturan bu ağlar ve birliklerin bağlamında ortaya çıktı. İran'daki İslam devriminin, birçok yönden, sonuncu "Üçüncü Dünya" devrimi olduğu iddia edilebilir.
İkinci faktör, Batılı elitlerin Batı-sonrası dünyasına duygusal olarak adapte olamamış olması. Bu yüzden Batılı elitlerin büyük bir kısmı, sömürgecilik dönemi sonrasının açmazları olan hallere, yine sömürgeci çözümler arayan politikaları benimsemek konusunda acele ettiler. Böylece, Müslümanlığın tezahürlerine yönelik düşmanlık, Batı'nın kendi kaderi olarak algıladığı şeye payanda olmanın bir aracı haline geliyor. "Kendisine düşmanlık yapılacak öteki" olarak, yani kendi içinde, Batı'nın "tamamen tahakkuk etmiş ahenkli ve müreffeh bütün" haline gelmesini engelleyen travmatik özü içeren figür olarak İslam'ın ve Müslümanların seçilmiş olması tamamen rastgele değil. Müslüman figürü, Batı'nın kendisi olarak düşünmeyi sevmediği her vasfı kuşatıyor: Kadın düşmanı, ırkçı, şiddete başvuran... Yani Batı'nın öz-anlatımları giderek artan biçimde, Müslüman'ın, bizzat Batı'nın kendisine eşit olma imkansızlığını temsil eden figür olarak sunulmasına dayanıyor. Batı'nın, ne olması gerektiğine dair kendi fikrine uygun yaşamadaki kifayetsizliği, hem coğrafi hem de zamansal olarak "Müslüman varlık skandalıyla" açıklanıyor. Batı'daki sosyal uyum krizi, bu toplumların temel liberal değerler etrafında tam olarak bir araya gelmesini engelleyen bir Müslüman varlığına referansla açıklanabilir hale gelmiştir. Liberal değerlerin başarısızlığı, bizatihi liberalizmin kendisine has bir şey olmaktan ziyade, Müslüman yığınların zahiri görüntüsüne yansıtılmaktadır. Bu yansıtma/dışsallaştırma da Müslüman tarafta şaşkınlık, üzüntü, huzursuzluk ve direnişten başka bir şey üretemiyor.
Dikkat çekmek istediğim sonuncu faktör ise bizzat İslamcılık krizinin kendisidir. İslamcılık, kendisini İslam dünyası çapında ortaya koymada başarılı olmuş ve seküler-ulusalcı hegemonyayı kırmıştır. Ancak "Üçüncü Dünya" ağının kaybedilmesinin yerini doldurabilecek sabit bir altyapının tesis edilmesine yönelik alternatif bir yol haritası sunamamıştır. Bunun delili de, Müslümanların (Körfez ülkelerinde çok büyük güç sahibi kişilerin ve onların soyundan gelenlerin) sahip olduğu çok sayıdaki medya kuruluşunun, İslamofobi'nin körüklenmesi işiyle daha az derecede meşgul olmamasında bulunabilir. Örneğin News Corporation ve Fox News'un sahibi de olan 21st Century Fox İslamofobinin ana dağıtım kaynaklarından biri. Ama gelin görün ki Suudi prensi El-Velid bin Talal on yıldan uzun zamandır şirketin en büyük hissedarlarından biridir ve son zamanlarda patlayan bütün skandallar boyunca Murdoch ailesine tereddütsüz destek vermiştir. İslamofobi sadece gayri-Müslimler arasında değil, Müslümanlar arasında da görülüyor; üstelik sadece kendisinin laik olduğunu düşünen Müslümanlar arasında da değil. Bir avuç istisna hariç, devlet yapıları kendisine düşmanlığı sürdürdüğü için İslamcılık, sivil toplum üzerinden faaliyetlerini sürdürmek durumunda kalmış ve meselelerini, toplumun ahlak seviyesini yükseltme ajandasına sarıp sarmalayarak siyasallıktan çıkarma gayretlerinde faal olagelmiş ve netice olarak da İslamcıların analitik ve stratejik tefekkür kabiliyeti bodur kalmıştır.
Bu üç faktörün (ağların ve Üçüncü Dünya'nın kaybolmasının sebep olduğu haliyle direniş altyapılarının yok olması, Batı-sonrası döneminin gelişinden sonra Batının yaşadığı kimlik krizi ve İslamcılığı siyasallıktan çıkartma teşebbüsleri) neticesinde Müslümanlar daha görünür hale gelmiş, fakat kendilerinin medyadaki temsilleri üstünde koordineli bir denetim icra etme konusunda daha az muktedir olmuşlardır. Batı toplumlarındaki egemen akımlar, Müslümanları, kendi kimliklerini ifade etme faaliyetiyle aktif bir şekilde meşgul olma imkanından mahrum ediyor. Dolayısıyla da onları, başka muhtemel gelecekler inşa etme imkanından da mahrum etmiş oluyorlar. İslamofobi sadece Müslümanlardan korkmak ve onlardan nefret etmek değil, aynı zamanda onlardan kendilerini geleceğe taşıma kabiliyetlerini de almak demektir.
Yeni uluslararası düzen, "terörle savaş" mantığının normalleşmesinden neşet ediyor. Bu düzende merkezi öneme sahip şey ise Müslümanlığın tezahürlerinin düzenlenmesi ve aşağı bir konuma itilmesidir. Müslümanlar kesişimsel ve çaprazlama direniş altyapıları inşa ederek, bu gelişmelere karşı durabilmek üzere koordineli gayretler ortaya koyup bu gayretleri daha sonra da sürdüremedikleri müddetçe İslamofobi neşvünema bulmaya devam edecek ve Edward Said'in eleştirisi sadece modası geçmiş bir hale gelmekle kalmayacak, fakat düpedüz kolektif bilincimizden silinip gidecek.