İslam Medeniyetinin İnsanlığı Ulaştırabileceği En Yüksek Nokta: Elhamra Sarayı

Betül Arı Duranbetul.ari@windowslive.com

"....Elhamra'ya basit bir dış kapıdan giriliyor. Girerken harikulade bir mekan içine girileceğinin farkına bile varılmıyor. Girdikten sonra bir alemden başka bir aleme geçmiş, sanki bir rüyanın ortasına düşmüş gibi gözlerimi kapadım ve açtım, öylesine bir hayret içindeydim. Bu şaşkınlık daireden daireye geçtikçe arttı. Nazar değmemiş bir beyazlık içinde, sülüs bir yazı sarmaşığı gülümseyen bir güzellikle bütün duvarları sarmış; nakışın ve oymanın hudutsuz oyunları, tavanların derinliklerine kadar her tarafı örtmüş, ama her taraf yine de bembeyaz görünüyor. (Yahya Kemal Beyatlı)"

İspanya benim için, insanın canını yakan boğa güreşi olmadı hiçbir zaman. Ya da dünya markası futbol takımı ile özdeşleşemedi. Endülüs sokaklarında gezerken denk gelip izlediğim flamenko dansı değildi. İspanya'ya gitmişken yemesek olmaz diyeceğim tapas hiç değildi.

İspanya benim için Endülüstü. En çok da Gırnata ve Kurtuba idi. Zamanında bu toprakların sahibi müslümanlardan aradığım güleryüz, hoş sohbetti Endülüs. Giderken, Londra sokaklarında, parklarda, müzelerde görmeye alışkın olduğum müslümanları bulmayı ümidi ettiğim yerdi.

Aydınlıktı Gırnata (İspanyol'lar Granada diyor), sıcaktı. Malaga'dan 1 buçuk saatlik yol ile ulaştığımız Gırnata'da bizi ilk karşılayan dağlarıydı. Tıpkı zorlu bir sefer sonucu bu toprakları almaya gelen müslümanları karşıladığı gibi, hasretle karşılasın istedim. Çünkü Benim için zor bir yolculuk olacaktı.

Son bir haftadır Endülüs hakkında okuyordum. Fakat aklım, duygularım, öfkem... Belki hep birlik harekete geçtiğinden kafamın netleşmesi biraz zaman aldı. Önce çok kızdım, dünyayı köşe bucak gezip buraya uğramayı öteleyen Müslümanlara. Koskoca şehirde kendimi tek hissettiğim o kadar çok an oldu ki. Bu şehir Endülüs Emevi sayesinde vardı, sokaklarında seyreden binlerce turisti bu şehre çeken, "İslam medeniyetinin ulaştığı en yüksek mertebe" olarak tarif edilecek yapılardı.

Halbuki günde 6000 turist alan Elhamra Sarayı, yalnızdı. Şaka değil, 13. yüzyılda yapımına başlanmış El Hamra Sarayı'nı gezerken bizde yalnızdık. Sabahın 8'inde yola çıktığımız, önünde metrelerce kuyrukla karşılaştığımız sarayda; biz, bir Suudi'li aile ve başörtüsünden müslüman olduğunu anladığım, beni görünce çok mutlu olan ve acil kan misali Allah'ın selamını lütfeden hanım teyzem... Günde 6000 turist ve İslam mirası olarak addedilen topraklara biz Müslümanların teveccühü bu kadarcıktı.

Endülüs topraklarına dair, yerinde gözlemlerim ve önceki okumalarıma rağmen, bu saray (Elhamra Sarayı) hakkında konuşacak ve bilecek durumda değildim hala, elimde sadece hissiyatım vardı. Bu eser karşısında cahildim. Her bir kolon'u, penceresi, kapı süsü, tavan işlemeleri, adeta dantela gibi işlenmiş ayet, dua, emirin ünvanları karşısında ben bir hiçtim. Ve hiçliğim, bilgisizliğim burada çok fazla işime yarayacaktı.

O sebepten, tüm okumalarımı da alıp sessizce gezdim. Bilmeyen gözlerle baktım, ilk kez görüyordum çünkü. Öyle iki blogger yazısı okumakla olacak iş değildi, anlamıştım. Koşar adımlarla gezilecek bir mekan değildi, bakmak gerekiyordu her bir ayete. Duvarda yazılan Ayeti Kerim'e ve dualarla sembolize edilmeye çalışılmış hayali bir dünya vardı karşımızda. Allah'a kulluğu tam anlamıyla icra edebilmenin özlemi, arzusu işlenmişti duvarlara.

İslam medeniyetinin verdiği en güzide eseri Batılı ve uzak doğulu turistlerle gezmeye devam ettim. Bir de Suudi'li ailemizi unutmamak gerek. Hani bizim elimizde kalan üç bileti kuyrukta bekleyen aileye verdiğimiz, bu vesile ile tanıştığımız, birlikte başladığımız müze gezimiz boyunca kırk yıllık dost gibi birlikte dolaşmaktan keyif aldığımız aile. Birlikte olunca iki masum Yusuf'un oyununa şahit olduğumuz aile. Bize duvardaki yazıları okuyan, bizim bildiğimiz noktaları heyecanla paylaştığımız, konuşurken pür dikkat dinleyen ve bizi dinleten aile. İyi ki çıktılar karşımıza. Belki de Allah, bu eseri gezerken yoldaş etti bizi birbirimize. Gırnata'da önceki gün gezdiğim "Yusufiye Medresesinde" hani nerde bu Müslümanlar demiştim halbuki...

Yeri gelmişken; Yusufiye Medresesi diye bilinen yapı; I. Yusuf tarafından Kur'an-ı Kerim talebelerinin okutulduğu yüksek okul olarak inşa ettirilen ve belki döneminde dünya üzerindeki ilk medrese. Hristiyanların eline geçince, yatılı Kur'an talebelerinin yatakhanelerinin yıkıldığı, her yere Hristiyan imzasının işlendiği, fakat -sanatın inceliklerini bilmez halimle yazıyorum- bizim (aidiyetim Müslümanlığa) adeta nakış gibi işlediğimiz duvarların yanında, alelacele, öfke ile konulan resimler, heykeller, Çin malı gibi duruvermiş.

Yine aynı öfke El Hamra Sarayının ilk odasında çıktı karşımıza. La Galibe İllallah (Allahtan başka galip yoktur) yazısının ihtişamına kapılmışken, yer yer eklenen, kraliyet tacı ve Hristiyanlık figürleri, bende öfke yaratmadı belki ama hüzünlendirdi. İspanya'yı ele geçiren İspanyol'ların öfkesi sanat eserleri ile sınırlı kalmayacaktı elbette. Fakat konumuz tarihi eserler ise; her bir eserin tahribi, dönüştürülmesi ve yıkılması korkunç boyutlara ulaşacaktı bu topraklarda. Öfke kor bir aleve dönüşünce, belki asırlar sonra, eserlerin tahrip edilen kısımları restore edilecekti, kendi imzaları, sembolleri her bir alana basılarak.

Endülüs'te İslam Devletinin hakimiyeti 780 yıl sürmüş. Dile kolay 8 koca asır. Geriye bıraktıkları eserlerden en özeli ise El Hamra sarayı. 1200'lerde inşa edilen saray, birbiriyle bağlantılı sayısız odalar ve salonlar, bu mekanların arasında yer alan avlular, ferahlatıcı yeşil alanlar, fıskiyeli havuzlar, akar çeşmeler ve bahçelerden ibaret... Ama...

Kaç oda vardı saymadım, çünkü aklımda kalan, zihnimi meşgul eden, "mahkeme salonu" idi. Emir'in İlahi adaletin tecelli etmesini istediğine, yürekten inandığım oda. Öyle ki tavan süslerinde Muhammed Suresi tasvir ediliyordu. Hesap gününün şiddeti, hak ve adaletten bir milim kaymanın insanın ahiretine mal olacağının sembollerle betimlenmesi çok etkileyiciydi. Sonra duvarların her birinde bulunan 5 pencere, İslamın temel esasları olan Namaz, Hac, Oruç, Zekat, Kelime-i Şehadet'i hatırlatıyordu, nisyan ile malul insanoğluna. Bir duvara sırtın dönse, diğer duvar marifetiyle dinin emirleri, Emir'e hal diliyle hatırlatacaktı kendilerini. Ve en önemlisi her bir duvara ilmek ilmek işlenen o sihirli cümle; Allah lafzı; Yusuf suresi ayeti... La Galibe İllallah... Yani; Allahtan başka galip yoktur, ayeti bir nakış gibi duvarlarda, olabildiğince aydınlık fakat keskin, kesin fakat gayet teskin edici tavrı ile karmaşık bir ruh haline sevk ediyordu insanı.

Ben duvardaki yazıları okumaya çalışırken Suudili arkadaşım heyecanla çağırıp, okuyabildiklerini söylüyor, yazamadığım yerde imdadıma yetişiyordu. Bildiğim bilgileri, misal; pencere ve dinin şartlarını, ben arkadaşıma anlatırken, biz aslında ümmet olmanın keyfine varıyorduk o dakikalarda. İslam konuşuyor, biz muhabbete talip acizler nasipleniyorduk.

"El İzzetü Lillah" yazıyordu duvarda, "El Mülkü Lillah", "El Galibu Lillah"

Emir kendi sıfatlarını kazımıştı duvara; El Nasr (yardım eden), Vet Temkin (dikkatli olan), Vel Feth (fetheden), El Mühim (gerçeği beyan eden), Li Emir El Müslimin Mevlana Ebul Haccac...

"Allahümme lekel hamd daimen ve lekel şükr daimen",

"Elhamdulillah ala ni'meti"

Okuyabildiğimiz birkaçı... Hani derler ya duvarların dili olsa diye. Elhamra sarayının duvarları, üzerindeki yazılar marifetiyle konuşuyor bugün, hala...