İşgalci Başbakan çıkmazda

Hakkındaki yolsuzluk suçlamaları nedeniyle yeniden ivme kazanan protestoların hedefi olan Başbakan Netanyahu'nun Kovid-19 vakalarındaki büyük artışı gerekçe göstererek gösterileri yasaklama çabaları toplumdaki gerilimi daha da artırıyor.

Ortadoğu Araştırmaları Merkezi (ORSAM)’da Levant Çalışmaları uzmanı Haydar Oruç'un yorumu

İsrail’deki iç politika gündeminin son zamanlardaki en yakıcı konusunu kuşkusuz yaklaşık on altı haftadır devam eden protestolar oluşturuyor. Zaten uzun zamandır genellikle hafta sonları Tel Aviv’deki Rabin meydanında toplanan binlerce kişi, hakkındaki yolsuzluk davalarına rağmen Binyamin Netanyahu’nun hâlâ başbakanlık koltuğunda oturuyor olması nedeniyle gösteri yapıyor ve itirazlarını yüksek sesle duyurmaya çalışıyorlardı.

Getirilen yasaklar, protestoları durduramadığı gibi en temel demokratik haklardan olan protesto hakkının kullanımını da engellediği gerekçesiyle yoğun eleştirilerle karşılandı.

Ancak Mart 2020 ortasından itibaren etkili olmaya başlayan yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınının ardından halkın sokağa çıkmasına yönelik getirilen kısıtlamalar nedeniyle bu gösterilerde nispeten bir azalma yaşanmıştı. Hatta bu dönemde İsrail salgına karşı verilen mücadelede örnek ülke olarak gösterilmiş ve diğer ülkelerin de ancak İsrail benzeri uygulamalarla salgının önüne geçebileceği vurgulanmıştı.

Kısıtlamaların olumsuz sonuçları

Fakat salgının uzaması ve getirilen kısıtlamaların ekonomik ve sosyal hayata olumsuz etkilerinin ortaya çıkmasıyla toplumdaki gerginlik tekrar tırmanmaya başladı. Getirilen kısıtlamalarla birlikte sanayinin, üretimin ve tüketimin de durması, çevre ülkelere göre görece iyi bir ekonomiye sahip olan İsrail’de de sorunların ortaya çıkmaya başlamasına sebep oldu. Buna mukabil çok kısa bir zaman dilimi içerisinde işsizlik oranı yüzde 4’lerden yüzde 20’nin üzerine fırladı, gelir seviyesi düştü ve hükümetin ilk etapta açıkladığı ekonomik yardım paketi vatandaşların sorunlarını çözmeye yeterli olmamaya başladı.

Yasakların muhafazakâr kesimlerin kamusal alanlardaki ibadetlerini/faaliyetlerini kapsamadığını ileri süren sol kesimler, hükümeti çifte standart uygulamakla eleştiriyor.

Üretimin durmasının yanı sıra nerdeyse bütün ülkelerin sınırlarını kapatması nedeniyle hem ithalat hem de ihracat rakamlarında ciddi düşüşler görülüyor. İçinden geçilen bu olağanüstü şartlarda, aslında bir araya gelmeleri pek de mümkün olmayan siyasi partiler ve liderler, halkın ihtiyaçlarını karşılamak ve zaten hassas olan bu süreçte daha fazla tepkiye neden olmamak için bir araya gelerek acil durum hükümetini kurdular. Ancak kurulan hükümete, hakkındaki yolsuzluk davasına rağmen yine Netanyahu’nun liderlik etmesi, protestoların tekrar başlayabileceğine dair işaretlerin ortaya çıkmasına yol açtı.

Kısıtlamaların kaldırılması

Haziran ayına gelindiğinde ise diğer ülkelerle eş güdümlü olarak kısıtlamaların tedricen hafifletilmesi ve kaldırılması sosyal hayatta bir canlanmaya yol açsa da o vakte kadar kontrol altına alındığı düşünülen salgının tekrar yayılmasına sebep oldu. Zaten Kovid-19 tedavisi için tahsis edilen yatak ve tıbbi cihaz kapasitesinin çok fazla olmadığı ülkede, sınırların açılması ve belli destinasyonlar da olsa uçuşların başlamasıyla vaka sayılarında yaşanan trajik artışlar sistemi kilitlemiş durumda.

Yaşanan kaosa rağmen farklı bileşenlerden oluşan yeni hükümet bir türlü etkili tedbirler almada başarılı olamadı. Tabii bunda hükümetin nüvesini oluşturan Likud kanadının, Sağlık Bakanlığı uhdelerinde olmasına rağmen genellikle dış politika konularıyla alakadar olmasının önemli rolü bulunuyor. Zira hükümetin kurulup güven oyu almasının hemen ardından açıklama yapan Netanyahu, bekleyen daha kritik sorunları yokmuş gibi ilk önceliklerinin Batı Şeria’nın ilhakı olduğunu ifade etmişti.

Bu açıklamadan sonra gündemi uzun süre ilhak planının ne zaman hayata geçirileceği ve hangi bölgeleri kapsayacağına yönelik tartışmalar meşgul etti. Doğal olarak da BM planlarına ve uluslararası hukuka aykırı bu plana pek çok uluslararası tepki gecikmeden geldi. Bu tepkilerin en dikkat çekici ve etkili olanları ise İsrail’de veya İsrail dışında bu konuyu ısrarla gündeme getirerek kamuoyu oluşmasını sağlayan liberal Yahudi sivil toplum kuruluşlarının çabaları oldu. Pandemi koşulları nedeniyle bütün dünyada benzer kısıtlamalar yürürlükte olduğu için genellikle sanal platformlar üzerinden yapılan etkinlikler, belki de normal dönemden daha geniş bir kitleye ulaşmış ve karşılık bulmuştur.

İlhak planı rafa kalkıyor

Nihayetinde, 1 Temmuz’da İsrail parlamentosuna getirilmesi öngörülen ilhak planı, ABD’nin telkinleri ve Avrupa Birliği (AB) ile Birleşmiş Milletler (BM) gibi uluslararası kuruluşların yaptırım tehditleriyle ertelendi ve bu gelişme hükümeti geçici bir süre için olsa da tekrar iç politikaya döndürdü. Ama tam da bu dönemde, İsrail içinde başta Tel Aviv olmak üzere pek çok şehrin yanı sıra ABD ve Avrupa’daki pek çok yerde de, İsrail hükümeti ve özel olarak da Netanyahu’ya yönelik protestolar başladı. Özellikle Netanyahu hakkındaki yolsuzluk davasının öne çıkarıldığı protestolarda, ayrıca yaşanan ekonomik sıkıntılar ve hükümetin pandemi sürecini iyi yönetememesi nedeniyle artan vaka ve ölüm sayıları da eleştiri konusu yapıldı.

Başlarda göstericilerin sosyal mesafe kurallarına riayet ettiği ve sloganlarını attıktan sonra dağıldıkları gözlenirken, aynı dönemde ABD’de cereyan eden George Floyd hadisesi nedeniyle göstericilerin tavırlarında da değişiklikler gözlenmeye başladı. Muhtemelen güvenlik güçlerinin aşırı şiddetine maruz kalarak hayatını kaybeden mağdurlarla empati kuran göstericiler, polisle sıcak temasa girmeye başladılar. Hatta Kudüs’te meclis binası ve başbakanlık konutu etrafında toplanarak, Netanyahu’ya seslerini daha yakından duyurmayı başardılar.

BAE ile normalleşme sürprizi (!)

Toplumda yaşanan gerginlik kendini meydanlarda hissettirirken, hükümet ortaklarının bütçe konusunda anlaşamamaları nedeniyle bütçe kanununun gecikmesi sonrasında, hükümetin bozulabileceği ve sonbaharda yeniden bir seçim olabileceği dillendirilmeye başladı. Tüm bunlar olurken Başbakan Netanyahu’nun ise koalisyon ortağı Mavi-Beyaz İttifakı’nın liderleri olan Savunma Bakanı Benny Gantz ve Dışişleri Bakanı Gabi Ashkenazi’nin dahi haberi olmadan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile bir normalleşme planını kotarmakla meşgul olduğu anlaşıldı. Keza 13 Ağustos’ta ABD Başkanı Donald Trump’ın bahse konu normalleşme anlaşmasını açıklamasından sonra, Netanyahu’nun yakın çevresi hariç, hükümetten hiç kimsenin bu plandan haberdar olmadığı ortaya çıktı.

Salgın durdurulamıyor

Gündemi tamamen değiştirerek gerek İsrail gerekse de dünya medyasının birinci sırasına oturan bu gelişme İsrail halkında ise aynı karşılığı bulamadı. Zira hayat pahalılığı, işsizlik ve artan vaka sayıları nedeniyle tedirgin olan İsrailliler, önce kendi sorunlarının çözümlenmesini beklerken Başbakan Netanyahu ise ismini tarihe yazdıracak ütopik zaferler peşinde koşmaktaydı. Dolayısıyla kaçınılmaz olan gerçekleşti ve İsrail’deki Ekim ayı başlarında günlük vaka sayıları 9 bini aşarak rekor kırdı. Hastanelerin dolu olması ve yeterli yaşam destek ünitelerinin olmaması nedeniyle ölümlerde de bariz bir artış görüldü. Bunun sonucu olarak protestolara katılımlar daha da arttı ve güvenlik güçleriyle protestocular arasında şiddetli çatışmalar yaşanmaya başladı.

Bir yanda salgın diğer yanda normalleşme şovu

İsrail ile BAE arasındaki normalleşme anlaşması için 15 Eylül’de Beyaz Saray’da bir tören yapıldı. Törene BAE’den dışişleri bakanı seviyesinde bir katılım yapılmasına rağmen, Netanyahu’nun İsrail’i başbakan seviyesinde temsil etmek üzere hem de özel bir uçakla Washington’a gitmesi de büyük tepki topladı.

Ancak Trump ve Netanyahu tarafından tarihi bir adım olarak sunulan bu normalleşme anlaşması da İsrail toplumunda karşılık bulmadı. İsrail için tarihi kazanımlar elde ettiğini düşünen Netanyahu ise bu kazanımların protestoların gölgesinde kalması sebebiyle göstericileri “anarşistlere” benzeterek, bunları durdurmak için gerekli her türlü tedbirin alınacağını söyledi. Protestoların gelinen noktada artık bir ulusal güvenlik meselesi haline dönüştüğünü ifade eden Netanyahu, doğrudan protestolardan rahatsız olduğunu kamufle etmek için de Kovid-19’un yayılma hızına atıfla, göstericileri “virüsün kuluçkacıları” olarak isimlendirerek, hükümetin uygulamayı planladığı yasakları meşrulaştırmaya çalıştı.

Yeni yasaklar ve bunlara yönelik tepkiler

Bunun sonucu olarak bir türlü protestolara ve vaka artışına engel olamayan İsrail hükümeti, çareyi tekrar sokağa çıkma yasağı uygulanmasında buldu. Fakat bu kısıtlamalar da gösterilere engel olamayınca, Eylül sonunda meclise getirilerek Likud ve Mavi-Beyaz İttifakı’nın desteğiyle kabul edilen bir yasayla, hükümete birer haftalık sürelerle “özel acil durum” ilan etme yetkisi verildi. Protesto gösterilerini engelleme yasası olarak da isimlendirilebilecek bu yasayla; 20’den fazla kişinin bir araya gelmesi ve insanların özel ve zaruri haller haricinde evlerinden 1 km’den daha fazla uzaklaşması yasaklandı.

Fakat getirilen bu yasaklar, protestoları durduramadığı gibi en temel demokratik haklardan olan protesto hakkının kullanımını da engellediği gerekçesiyle yoğun eleştirilerle karşılandı. Muhalefetteki Meretz Partisi’nin lideri Yair Golan yaptığı açıklamada, bu yasakların protestoları durduramayacağını, aksine insanların bir yolunu bulup tepkilerini göstermeye devam edeceğini söyleyerek, protestoculara destek verdi. Ayrıca Tel Aviv’deki protestolara katılan Tel Aviv Belediye Başkanı Ron Huldai’nin de polis tarafından darp edilip yaralanması tepkileri daha da artırdı.

Getirilen yasakların muhafazakâr kesimlerin kamusal alanlardaki ibadet/faaliyetlerini kapsamadığını ileri süren sol kesimler, hükümeti çifte standart uygulamakla eleştirdi. Bunun sonucu olarak hükümet karşıtları ile destekçileri meydanlarda karşı karşıya gelmeye başladı ve zaten ideolojik kamplaşma nedeniyle gergin olan toplumdaki fay hatları son gelişmelerle daha da gerildi.

Hükümetteki istifalar neyin işareti

Bu gerginlik kaçınılmaz şekilde Mavi-Beyaz İttifakı içindeki sol tandanslı milletvekillerini etkiledi ve Turizm Bakanı Asaf Zamir, protestoları ve Netanyahu’nun politikalarını gerekçe göstererek bakanlık görevinden istifa etti. Zamir, Netanyahu’ya güvenmediğini ve onun başkanlık ettiği bir hükümette yer almak istemediğini ifade etti. Zamir’in istifası nedeniyle bir açıklama yapan ana muhalefet partisi Yesh Atid (Gelecek Var) lideri Yair Lapid ise yaptığı açıklamada, Zamir’in sadece istifa etmekle kalmayıp, hükümeti de ciddi şekilde itham ettiğini söyleyerek hükümetin hemen istifa etmesi talebinde bulundu. Hükümette yer alanları İsrail’e değil doğrudan Netanyahu’ya hizmet etmekle suçlayan Lapid, bir an önce seçime gidilmesi gerektiğini ifade etti.

İsrail’in tercihi ne olacak?

Bazı haber kaynaklarına göre, yaklaşık 100 bin üyesi bulunan Siyah Bayrak Hareketi'nin önümüzdeki hafta sonu ülke genelinde eylem düzenlemesi bekleniyor. Gerçekleşmesi halinde pandemi dönemindeki en geniş katılımlı gösteri olması beklenen bu eyleme, İsrail polisinin nasıl tepki göstereceği ise merak konusu. Zira son dönemdeki yaygın ihlaller nedeniyle eleştirilere muhatap olan polis teşkilatının, bu gruba da şiddetle mukabele etmesi halinde olayların büyüyeceği ve bunun sonunda hükümetin bozulabileceği değerlendiriliyor. Dolayısıyla devlet kurumlarının devam eden protestolara nasıl yaklaşacağı, İsrail devletinin demokrasinin yanında mı yoksa Netanyahu’nun kontrolünde mi olduğunu gösterecek.